Bilindiği gibi bir süredir Abdullah Öcalan‘dan Milli Eğitim Bakanı’na kadar çeşitli kişi ve çevreler, gerçekte eski olan bir tartışmayı başlatmış ve bilimsel olmayan kimi fikirleri Kuantum fiziğinin ardına sığınarak savunma yolunu seçmiştir. Özellikle ulusal hareketin önderinden yansıyan ve daha sonra kimilerince altı doldurulmaya çalışılan bu duruş, soldalise fiziğini yeniden okumagibi eğilimleri öne çıkarmış; bilerek veya bilmeyerekbilimsellik adına felsefi idealizmin değirmenine su taşınır olmuştur.
Bizler bu konuya okullarınaçılması ve Bakan’ın o süreçte yaptığı açıklamalar sebebiyle 15. sayımızda kısaca yer vermiştik. Aşağıda ise bu fizik tartışmasını ve felsefi bağlarını daha ayrıntılı biçimde açıyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz ve sapla samanı karıştırmaya eğilimli öznelerin arttığı bu süreçte çalışmamızın ön açıcı olacağına inanıyoruz.
Kuantum fiziği üzerinden ortaya atılan ve son zamanlarda çeşitli kesimlerden taraftar bulan, madde ve dünyanın kavranabilir olduğu fikrine yönelen saldırı, yeni değildir ve benzeri olan çeşitli saldırılar gibi, ihtiyaç duyulduğunda tozlu raflardan indirilip düşünsel piyasaya sürülmüştür. Bu, burjuva ideologları için bilinçli bir çabadır. Onlar, Kuantum mekaniğinin bir yorumuna dayanarak, nedensellik yasasının (neden-sonuç ilişkisinin) ortadan kalktığını; her şeyin kendiliğinden, tesadüfen ve aniden olup bittiğini, hiçbir şekilde kesinlikten söz edilemeyeceğini kanıtlamak istediler. Böylece ortaya, değiştirmek için çaba harcamanın anlamsız olduğu bir dünya çıkardılar. Kuantum mekaniği, bağlamından koparıldı ve mantıksız, sebepsiz bir dünya amacına alet edildi. Buna göre, etrafımızdaki her şey, sonuçta h (plank sabiti) şeklindeki belirsizlik paketlerinden ortaya çıkan Kuantum olaylarına dayanıyordu.
Burjuvazi bunu ilk yapmıyor; ama bu kez fiziği de felsefeyi de bilmeyenler, fizik ve felsefeye kıyarak, bu kervana katıldılar. İlgi yoğunluğunu dönemin özelliğiyle de ilişkilendirmek mümkündür. Burjuvazi, tarihte kaybettiği kimi raundları yenileyerek, rövanş alma yolunu da denemektedir. Ve süreç, bir bakan ile bir ulusal hareketin önderini aynı felsefi çarpıtmada ortaklaştırabiliyor. Bu yapılırken, felsefenin her dönem fizikle iç içe ilerlediği, ilk Yunan düşünürlerinin klasik anlamda felsefeci ya da filozof değil, fizikçi oldukları ve bugün de diyalektik yandısınarak fiziğin anlaşılamayacağı gerçekliği tabii ki ıskalanmaktadır.
Lenin 1908’de, Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinde, fiziği metafiziğe/idealizme kurban edenleri yargılarken Yeni fiziğin idealizme doğru sapmasının başlıca nedeni, fizikçilerin diyalektiği bilmemesidir diyordu.
Antikçağ Yunan felsefesi incelendiğinde fizik-felsefe bağını taşıyan bir düşünme geleneğinin varlığı gözlenir. Bu geleneğin devamı olarak Aristotales, hiçbir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzayın da bulunamayacağı düşüncesiyle, 20. Yüzyılın Einstein’iyle buluşur. İşte bu fizik-felsefe ilişkisi, metafiziğin araya girmesiyle koparılır. Ve yıllar sonra aynı bağ, tekrar Marks ve Engels tarafından kurulur.
Somut bir doğa bilimi olan fiziğin, matafiziğin soyut yöntemince idealistçe yorumlanması; çağdaş fiziğin sonsuz büyüklükler ve sonsuz küçüklükler evrenine taşarak görülebilenin dışına çıkmış olması ile gerekçelenebilmektedir. Gerçekte ise, görülebilenin dışında yakalanan veriler pratiğe vurulduğunda yine görülebilir pratik sonuçlar elde etmek mümkündür. İşte diyalektik bilmeyen bir fizikçi makrokozm veya mikrokozmla ilgili kuramsal verilerin pratikle o bağını ıskalamaktadır. Örneğin ünlü bir fizikçi olduğu halde Heisenberg fiziğin elemanter zerresinin zaman ve mekan içinde özdeksel bir formasyon olmayıp sadece basit bir sembol olduğunu söyleyebiliyor.
Gerçekte bilinir ki doğa, diyalektikle işlemektedir ve diyalektik materyalizm, bütünüyle, fiziğin bulgularına dayanır. Einsten’in ünlü bulguları, zaman ve makanın, madde ve onun hareketiyle çözülmez bir bağ içinde olduğunu göstererek, diyalektik materyalizmi doğruladı. Ünlü fizikçi Paul Langevin , bu sonucu güçlendirecek şekilde, diyalektiği öğrendikten sonra fiziği daha iyi anlamaya başladım der.
FELSEFİ İDEALİZMİN HEDEFİNE KOYDUĞU YASALARDAN BİRİ DE NEDENSELLİKTİR
Metafizikçilerin, fizik ile felsefe arasındaki bağı koparma gayreti her dönem sürmüş ise de, modern fiziğin (fiziğin üçüncü bölümü olarak bilinen Kuantum Kuramı) konusu olan ve doğrudan ölçülemeyen veya gözlenemeyen kimi olgulardan hareketle bu çabalarını arttırmış, bugün ise konjonktürün beyinlere yaptığı bulandırıcı etkiyi fırsat olarak değerlendirip, aynı iddiaları farklı öznelerle el ele vererek yenilemiştir. Bu yapılırken, nedensellik yasası hedefe konmakta ve olguculuk öne çıkarılmaktadır. Hatta Bertrand Russel de “Fiziğin en modern bölümü olan üçüncü bölüm (…) bilimde şimdiye kadar güvençle inanılmış olan nedensellik yasasının geçersizliğini gösterir gibidir” der. Halbuki doğa ve düşünce aynı diyalektik yasalarla işlemektedir. Somut örneği yapılamayan veya doğrudan doğruya gözlenemeyen olayların yok sayılması veya ruhsal ya da bilinmez sayılması; metafiziğin en bildik yanılgılarından biridir. Ve bugün Kuantum Kuramını çarpıtarak varılmak istenen nokta budur.
Duyulur bilginin olanaklarının sınırlı olması, örneğin ışığın saniyede 300.000km’lik hızı onu algılamaya engel olabilir; ama bu, aynı hızın, kuramsal hesaplarla ve bu hesapların sonuçlarıyla anlaşılmasına engel değildir. Bu hız varsayılarak yapılan deney ve araçlar doğru sonuç vermiş ve işe yaramıştır. Bu bağlamda onun pratiği ve kullanımı; varlığının, dolayısıyla da maddiliğinin kanıtıdır. Çünkü var olmayan şey kullanılamaz. Aynı şekilde reaktörlerde atom enerjisi üretimi, kuramsal hesapların bir sonucudur.
BİLİMLE UĞRAŞMAK CİDDİYET İSTER
Bilimsel kanıtlar, hiç kimsenin elinde öznel nedenlerle oyuncağa çevrilmeyecek, eğilip-bükülemeyecek bir doğrulanma sürecinden geçerek oluşur. Diğer bir ifadeyle bilim ciddi bir iştir, onunla uğraşmak da ciddiyet ister. Her aklı esenin bilimden söz etmesi, hele ki, üretilen herhangi bir fikre sırf dayanak oluştursun diye bilimin bir çeşit aksesuar olarak kullanılması veya çarpıtılarak sunulması, en hafif deyimle ciddiyetsizliktir.
Bir konuda düşünce üretmek, bir altyapı gerektirir. Alt yapı da bir çırpıda veya eklektik tarzda bir araya getirilmiş derme-çatma bilgilerle oluşmaz. Bugün herkesin her konuda düşünce belirttiği, kitap bastırarak yazar sıfatı kazanmanın bir çeşit moda haline geldiği, bir toplumsal şizofreni hali yaşanmaktadır. Bunda, bilimsel doğrulara sahip sistemli bir düşünce üretiminin kendi varlığını tehdit edeceğinin bilincinde olan; varlığını yalan ve yanıltma üzerine kurmuş bulunan sömürücü egemen mekanizmanın tayin edici boyutta rolü vardır. Bunun dışında, sol adına hareket eden, Marksizm’den gıdalanarak düşünsel üretimde bulunduğunu söyleyen çevrelerin, gerçekte Marksizm’e karşı uyguladığı perhizin ve burjuva ideolojik çevrelerden gelen baskı ve yönlendirmelere gösterdiği ilginin de rolü yadsınamaz.
Hurafelere, aldatma-aldanma ilişkisine, bilim-dışı argümanlara yatırım yapan, irrasyonalizmden medet uman rejimler, aydınlık kafaları bir tehlike olarak kabul eder; dolayısıyla da bilimle barışık değildir. Özellikle sosyal bilimlerde, deneye dayalı bilimlerde olduğu gibi matematik kesinlikler söz konusu olmadığı için, bir esneklik hali vardır. Bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı kısa sürede veya kesin kanıtlarla ortaya konamaz. Bu, bilimsel işleyişin kurallarının olmadığı anlamına gelmez. Ancak, söz konusu ilkelere rağmen, bu alan; belirli bir esnekliği, zamanın ve içinde bulunulan koşulların getirdiği değişimi, bu değişimin etkilerini dikkate almayı gerektirir.
İşte buradaki esneme, kimi durumlarda, yanlış bir fikre bilimsel dayanak arayanların elinde bir istismar aracına dönüşür.
Deneye dayalı bilimlerde, dolayısıyla fizikte ise durum farklıdır. Gerçekte kuşkucu olmak durumunda olan bilim çevreleri, bir kanıtı, doğruluğu kanıtlanmış bir önerme olarak sunup, bilimsel kanıtlar hanesine yazdırmadan önce, defalarca doğruluk testinden geçirir. Bu, oldukça uzun bir süreçtir. Bu süreç tamamlanıncaya dek kanıta aday bilgiler soyuttur, varsayım düzeyindedir. Bu nedenle fizikçiler, toplumbilimcilerden farklı olarak kesinlemelerden söz eder ve ayakları yere basarak tartışırlar. Dolayısıyla, dün dündür, bugün bugündür mantığıyla hareket edip, kendi yaşadıkları maddi dünyayı bile algılamakta güçlük çekenler, fizik gibi kesinlik isteyen bir tartışmaya girdiklerinde abesle iştigal görüntüsü verirler.
BİLİMSEL SOYUTLAMALAR SOMUTTAN DOĞAR
Kuantum gerekçe edilerek ortaya atılan fikirlerin, yaratılan tartışmanın, felsefi idealizme meşruiyet kazandırma amaçlı olduğunu daha önce de söylemiştik. Felsefi idealizm, yaşamı kurallara uydurma gayretidir. O kurallar da örneğin Tanrının kurallarıdır. Fizikçilerin duruşu ise, bunun tam tersidir. Onlar, maddi dünyanın bilinebilir, anlaşılabilir, yorumlanıp kavranabilir olduğunu ve hatta kavrandıktan sonra değiştirilip dönüştürülebileceğini bilirler. Bilim budur; yani maddeyi, doğayı tanıyıp, onun iç çelişmelerini kavrayıp, onu insanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden üretmektir.
Fizikte yasalar vardır; ancak bu yasalar, hayattan kopuk, ulvi yönlendirmeler değildir. Dolayısıyla hareket yasadan değil, yasa hareketten türer; harekete dayalı bir soyutlamadır. Bu, bugün kimi tartışmalara (ve sonuçta amaçlara) kurban edilmek istenen klasik fizikte de böyledir. Çünkü bilimsel çalışmanın özü budur.
Klasik fizikte bir durgunluk, süreğenlik olduğu da doğru değildir. Fiziğe göre, bir sürece birden çok dışsal faktör etki eder. Bu dış etkiler, her olayı kendi doğrultusunda değiştirmek ister. Bu nedenle de ortaya çıkan sonuç, bir çok faktörün etkilediği bir bileşke sonuçtur. Bu bağlamda, hiçbir fizikçi süreğenlik, mutlaklık iddiasını; dolayısıyla, doğada olguların olduğu gibi kaldığını kabul etmez.
Hiçbir olay, tek bir gücün, tek bir faktörün etkisinde hareket etmez. Ama biz bazen, sorunu basitleştirmek için, o sürece etki eden diğer faktörleri dışlayıp tek bir faktörün etkisinin ne oranda olduğunu incelemeye çalışırız. Bunun yapılması, yani tek bir faktörün yalnız başına olduğunda sürece hangi noktada ve nasıl etki ettiğini ifade etmek bir çeşit soyutlamadır. Ve söz konusu olayın kavranılmasını kolaylaştırmak için başvurulan bir yoldur. Bu, fizikçilerin bir olaya tek bir faktörün etki ettiğini varsaydıkları anlamına gelmez. Ama fizikçiler de, bilimsel verileri ölçü alarak hareket eden diğer kesimler de bir olguyu değerlendirirken kavranmasını kolaylaştırmak için, kimi faktörleri dışta tutarak da inceleme yapar. Birden çok faktörün bir süreç boyunca yaptığı etki, hem nicel hem nitel değişimi beraberinde getirir.
Bazen gelişme, uzunca bir süre nicelik değişimi olarak vardır. Bazen de nicelik değişimleri nitelik sıçramalarıyla olur. Bu, klasik fiziğin de diyalektiğin de özüdür. Yani bölümler, paketler tarzındaki sıçramalı değişim, sadece Kuantum’da ortaya çıkmış bir olgu değildir. Klasik fiziğin de 150 yıllık diyalektiğin de özü budur. Nicelik değişimleri nitelik sıçramalarını getirir. Bunu ortaya çıkaran, Kuantum değildir; klasik fiziğin kendisidir; diyalektiktir.
KUANTUM VEYA RÖLATİVİTE İLE İFADE EDİLEN MODERN FİZİK NEWTON FİZİĞİNİN DEVAMIDIR
BİR YADSIMA DEĞİL BİR TAMAMLAMA SÖZ KONUSUDUR
Modern fizik ile klasik fizik arasındaki en önemli ayrım noktası, dalga hareketinin incelenmesidir. Bu incelemeler sonucunda, klasik fizikte birbirinden ayrı, bağımsız büyüklükler olarak düşünülen ve değişmez kabul edilen zaman, kütle, uzunluk gibi kavramların göreli olduğu, hıza bağlı olarak değiştiği; madde ve enerjinin, gerçekte birbirinin farklı görünümü olduğu ortaya konmuştur. Yapılan araştırmalar sonucunda, hızın; kütle, zaman gibi faktörlere nasıl etki ettiği denklemlere varıncaya dek ayrıntılandırılmıştır. Plank Sabiti (66.10 -33 ), bu sürecin önemli ayaklarından biridir. Buna göre her doğrusal harekete, gözle görülmese de gerçekte bir dalga hareketi eşlik eder. Bu da klasik fizikte birbirinde ayrı olgular olarak bilinen dalga hareketi ile doğrusal hareketin iç içeliğinin göstergesidir. Bu veriler, fizikte bir çelişmeye değil bir uyuma işarettir. Normal koşullarda ölçebildiğimiz klasik fizikteki temel yapıyla, bu yapının ortaya koyduğu sonuçlarla rölativitenin sonuçları arasında tam bir uyum söz konusudur. Yani klasik fiziğin ayrı, rölativitenin ayrı doğruları yoktur.
Günümüzün maddi yaşam koşulları içerisinde ölçülebilen boyutlardaki hızlar, rölativite teorisiyle açıklanan hız denklemlerinde yerine konduğu zaman, tam bir uyum içinde olduğu görülür. İşte bu noktada, aradaki farklılığı ve nedenlerini bilmek, bu farklılığın felsefi zemine çarpıtılarak izdüşürülmesini, diğer bir ifadeyle bilimdışı iddiaların bilime dayandırılmasını önlemek açısından önemlidir. Hiçbir varlığın hızı sıfır değildir.
Algı koşullarımız içersinde etrafımızda duran pek çok nesne, bize hareketsizmiş, dolayısıyla hızı sıfırmış gibi gelir. Gerçekte ise bu nesnelerin; 1) Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi sebebiyle dairesel bir hareketi vardır. 2) Dünya ile beraber güneşin etrafında dönüyor olmalarından kaynaklanan bir hareket söz konusudur. 3) Güneş sistemiyle beraber Samanyolu’nun çevresinde dönmeye bağlı bir hareket vardır. 4) Atomun parçacıklarının hareketi ve moleküler hareket de söz konusudur. Vb. İşte biz, yaşadığımız koşullardaki durumu algılamak için, gerçekte hızları sıfır olmayan etrafımızdaki cisimleri duruyor/hareketsiz varsayarız. Bunun nedeni ölçülebilin koşullardaki hızın, zaman ve kütlenin üzerindeki değiştirici etkisinin, yani hızlanma ile oluşan farkın ölçülemeyecek denli küçük olmasıdır. Dünyada ölçülebilirlik koşullarında saatte 30-40 bin km’lik hızlar bile olağanüstü kabul edilir. Ama bu hız bile denklemde yerine konduğunda, kütle ve zaman birimlerindeki farkın milyonda bir bile olmadığı görülür. Pratik olarak bu fark ölçülemez. Dolayısıyla, bütün zaman, kütle ve fiziki boyutların değişmesi ile ilgili rölativite teorisinin değerlerini, dünya üzerinde ölçebildiğimiz hızlarda denklemlere koyduğumuzda, hızdaki değişimin yaklaşık olarak sıfır (ölçülemeyecek kadar küçük) olduğu görülür. Bu da Newton mekaniğinin sınırları içindedir ve rölativite teorisi ile bir çelişme olarak değerlendirilemez. Söz konusu farklılık, ancak olağanüstü hızlarda (ışık hızına yakın hızlarda) ortaya çıkıyor. Hızın bu özel boyutlarında zaman kısalır, kütle artar, fiziki boyut ise küçülür. Bir cisim ışık hızına yaklaştıkça bu değişim hızla artar ve ışık hızına çıktığı zaman kütle pratik olarak sonsuz olur. Ancak bunu fiilen gerçekleştirmek olası değildir. Çünkü, hızı arttırmak için kinetik enerji vermek gerekiyor. ½ mv 2 formülünü düşünelim; burada v, ışık hızıdır. Kütle bu denli arttığında verilmesi gereken kinetik enerji o kadar artıyor ki, bunu sağlayıp, hareket halindeki cismi ışık hızına ulaştırmak olanaksız hale geliyor. Çünkü o durumda sonsuz bir enerji gerekiyor o da olamayacağı için, hiçbir zaman hiçbir varlık, ışık hızına ulaşamaz. Bu, rölativite teorisinin özüdür.
Newton mekaniğinde bir cisim, örneğin bir kalem, nerede ölçülürse ölçülsün boyutları aynıdır. Zaman da aynı şekilde, değişmez bir olgudur. Saatimizi nereye götürürsek gütürelim, bulunduğu yerden bağımsız olarak, aynıdır, değişmez. Kısacası, kütle, zaman ve fiziki boyutun (sıcaklığa bağlı genleşme, vb. dışında) değişmediği kabul edilir. Ama rölativite teorisi, Newton mekaniğinin değişmez diye kabul ettiği bu temel kavramların bile hıza bağlı olarak değiştiğini ortaya koydu. Newton mekaniği ile rölativite arasındaki en büyük farklılık budur. Hız arttıkça zaman daralır/kısalır, kütle (madde miktarı, yoğunluğu) artar, fiziki boyutlar küçülür.
Newton mekaniği ile rölativite arasındaki ikinci farklılık , madde ve enerji ilişkisindedir. Klasik fizikte madde ve enerji iki ayrı olgudur. Madde, kütlesi olan bir varlıktır. Enerji ise, tam tersine, kütlesi ve hacmi olmayan, sadece sonuçları görülebilen bir olgudur. Mesela sıcaklık, kimyasal enerji, vb; bunlar, kütlesi olmayan büyüklüklerdir. Bu çerçevede Einstein’in ikinci kuralı, madde ve enerjinin eşdeğerliği, dönüşümü kuralıdır. E=mc2 bağıntısıyla, madde ve enerjinin aslında tek bir büyüklüğün iki farklı görünümü olduğunu ortaya koyar. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebilir. İşte bu, ikinci farklılıktır.
Klasik fiziğin kuralı, maddenin korunumudur. Hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz kuralı, Newton fiziğinin temellerindendir. Bütün reaksiyonlarda, bütün süreçlerde maddenin toplam kütlesinde bir değişme olmaz. Yani sürece giren maddelerin türleri, şekilleri değişebilir, ama bunların kütlelerinin toplamı, sürecin sonundaki maddelerin kütlelerinin toplamına eşittir. Aynı şekilde, enerjinin sakınımı/korunumu prensibi vardır. Buna göre, herhangi bir süreçte, sürece giren enerjilerin toplamı ile o süreçten çıkan enerjinin toplamı aynıdır. Sadece birinden diğerine dönüşüm söz konusudur. Isı enerjisine, hareket enerjisine, kimyasal enerjiye, vb. dönüşür. Ama sonuçta, enerji varken yok olmaz, yokken de var olmaz.
Rölativite teorisinin, madde ve enerjiye yönelik tanımındaki farklılık, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu iki olgunun birbirine dönüşebileceğidir. Buna göre bir varlığın sahip olduğu enerji ve madde miktarının toplamı da sabittir. Örneğin, nükleer silahlarda olduğu gibi 1gr madde enerjiye dönüştüğü zaman, 10 binlerce ton maddenin yanmasıyla elde edilen bir enerjiyi açığa çıkarır. İşte bu dönüşüm sürecinde de madde ve enerji toplamları sabittir.
Newton mekaniği ile rölativite arasındaki üçüncü farklılık, doğrusal harekete eşlik eden dalga hareketidir. Klasik fizikte, örneğin A noktasındaki noktasal bir cismin B noktasına gelirken doğrusal bir yol izlediği kabul edilir ve hız denklemleri de buna göre yapılır. Ancak, daha sonra, bu doğrusal harekete bir de dalga hareketinin eşlik ettiği saptandı. Yani doğrusal diye bildiğimiz her hareket, gerçekte E=h? ile ifade edilen bir dalga hareketi ile beraber gerçekleşir. Hatta, çıplak gözle saptanamazsa da gerçekte hiçbir hareketin salt doğrusal olmadığını söyleyebiliriz. Formülde h Plank Sabiti ile çarpan halinde bulunan ? dalga boyunu ifade eder. Ve hıza bağlı olarak kütle arttıkça dalga boyu küçülür, kütle azaldıkça dalga boyu büyür. Sonuçta, mesela, ışığın dalga boyu çok küçük, ama yaklaşık hızdaki maddi varlıkların hareketindeki dalga boyu ondan da küçüktür. Bir diğer örnek; elektronun kütlesi ışığın kütlesinden daha büyük, dolayısıyla da dalga boyu daha küçüktür. Arada bir ters orantı söz konusudur.
Ölçebildiğimiz hızları denklemde yerine koyduğumuzda, dalga boyunun 1020 civarında olduğunu görürüz. Hareket halindeki cismin sağa sola yaptığı hareketi/sapmayı ifade eden bu oranı görmek ya da ölçmek olası değildir.
Sonuçta, Newton mekaniğinin genel doğrularıyla, rölativite teorisiyle desteklenen Kuantum mekaniği (ki bu gerçekte rölativite teorisinin uzantısıdır) beraber düşünüldüğünde, yani rölativite teorisinin denklemlerine günlük yaşantıda karşılaştığımız değerler konulduğunda, elde edilen sonuçların Newton mekaniği ile bir uyum içinde olduğu görülür. Farklar, ancak çok yüksek hızlarda veya uzay gibi makro, atom gibi mikro düzeydeki büyüklüklerde, ortaya çıkabiliyor.
Yukarıda belirttiğimiz farklar da bu bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Gelelim fizikte belirsizlik olarak atfedilen olguya; Newton mekaniğinde hızı v olan bir cismin t saniye sonrasındaki konumu l=vt formülü ile saptanabilir. Ama işin içine dalga hareketi girdiğinde, doğrusal mesafenin yanında bir de salınımın hangi noktasında olduğunu bilmek gerekiyor. İşte bunu kesin olarak saptamak olanaksızdır. Belirsizlik denen olgu da budur.
Fizikte hala tam olarak çözümlenememiş konulardan biri de alan teorisidir. Newton, iki cismin birbirini, kütleleriyle doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çektiğini söyler. Bu bir kuraldır; bu kurala bütün cisimler uyar. İşte iki cisim arasındaki bu ilişki saptanmış ise de nedeni açıklanamamaktadır. Newton’a yöneltilen eleştirilerden biri de budur. Halbuki bu, tamamen yersiz bir eleştiridir. Çünkü cisimler, Newton yokken de birbirini çekmekteydi, Newton’un yaptığı, var olan bir ilişkiyi açığa çıkarmaktır. Nedeni ise zaten Kuantum teorisince de çözümlenebilmiş değildir. Alan teorisi ile ilgili bu belirsizlik devam etmektedir.
Bu konuda Amerikalı fizikçi Stephan Hawking’in yirmi yıl kadar önce ortaya atıtığı bir hipotez var. Buna göre iki cisim arasında, kütleleri sıfır olan parçalıklar var. Bunlar ışık hızından çok daha yüksek bir hızla iki cisim arasında gidip gelmekte ve bir çekim alanı oluşturmaktadır.
Dikkat çekici yanı da Einstein’in izafiyet terisi ile çelişiyor olmasıdır. Einstein, hiçbir maddenin hızının ışık hızından fazla olamayacağını, hatta ışık hızına yaklaşamayacağını, çünkü o durumda kütlesinin sonsuz olacağını söyler. Hawking’in bu varsayımı bugün doğrulanabilmiş veya çürütülebilmiş de değildir. Ancak, nedeni bilinmese de çekim alanının değeri saptanabilmektedir. Örneğin Plüton Gezegeni’nin olduğu yerde Dünya’nın çekim alanının ne kadar olduğu veya Dünya’yı, Samanyolu’nun merkezindeki o sonsuz kütlenin ne kadar kuvvetle çektiği hesaplanabiliyor. Hatta Ayın üzerindeki bir kum tanesine denizdeki suyun ne kadarlık kuvvet uyguladığı bile hesaplanabiliyor. Bu konuda bir sorun yok. Ama nedeni henüz açıklanabilmiş değildir. Ayrıca, iki cisim arasında gidip gelen parçacıkların oluşturduğu kütle, sabit değil, kimi yerde yoğun kimi yerde daha az olabilmektedir. Bu da kütle için hem orada hem burada biçimindeki tanımları beraberinde getirmekte ve bu kimilerince bilinemezcilik teorisi için bir dayanak olarak görülmektedir.
Rölativite teorisinde, bir maddenin ışığın hızından daha büyük hızlarda hareket edemeyeceği varsayılıyordu. Ancak, bunun ölçülemeyecek kadar küçük kütleler için geçerli olmadığı, yani atomun kütlesinden çok daha küçük kütlelerde böyle bir hızın mümkün olduğu, yapılan deneylerde gözlendi. İşte bu alanda taşınan bilgi eksiklikleri, bilinmeyen boyutlar veya atomun yapısına dair kimi belirsizlikler söz konusu. Örneğin Schördinger’in belirsizlik denklemi , atomun yapısında, hareket halindeki elektronun yerinin belirsizliğinde görüldüğü gibi dalga hareketindeki belirsizliğe dayanır.
İşte buraya kadar incelediğimiz ve gerçekte devasa bir bilim olan fizikte çok küçük bir yer işgal eden kimi belirsizlikler, bilime egemenmiş gibi gösterilip oradan felsefi sonuçlar çıkarılabilmektedir. Gerçekte ise bunlar, fiziğin bütünü içinde öznel birkaç konudur, aşılmaz değildir ve tek başına ne Newton ne de Kuantum fiziğine mal edilemez. Hele ki karşı karşıya getirmeye hiç mi hiç gerekçe edilemez.
BİLİMDE KUŞKU DOĞRULUKTA İSABETİ ARTTIRMAK İÇİNDİR
Yukarıda da belirttiğimiz gibi çok öznel birkaç konuda karşılaşılan sorunlar bilimin, fizik biliminin tümüne mal edilemez. Sanki bu belirsizlikler her konuda egemenmiş gibi sunularak, Kuantum mekaniği ile Newton mekaniği karşı karşıya getirilmemelidir. Newton mekaniğinde genellikle ölçtüğümüz, yansıtmaya çalıştığımız alan; deneysel olarak sonuçlarını görebildiğimiz ve bilgimizi sınayabildiğimiz, doğruluğundan emin olabildiğimiz alandır. Kontrol ve deneylerle ulaşabildiğimiz, doğruluğundan emin olduğumuz sonuçlar bir teori haline gelir. Ama, boyutlar ya da kütleler; ölçemeyeceğimiz, deneysel olarak sonuçlarını göremeyeceğimiz, doğruluğundan emin olamayacağımız boyutlara/hızlara ulaştığı zaman, ister istemez bilginin kendisinde bir belirsizlik oluyor. İşte boyutlardan ve koşulların niteliğinden kaynaklanan bu belirsizliği bütün fizik bilimine mal etmek, fizikteki her şeyin bilinemez olduğunu sunmak, bilgideki şüpheciliğin ötesinde bir durumdur. Biz, gerektiğinde bilginin doğruluğundan şüphe ederiz; bu, bilimsel bir tavırdır. Ama bunu, hiçbir zaman hiçbir şeyin bilinemeyeceği gibi bilinemezcilik felsefesinin bir parçası haline getirmek yanlıştır; idealizmdir. Bugün kimilerince savunulan ve fiziğe dayandırılmak istenen yaklaşım budur. Gerçekte ise, bu şekilde, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini söylemek; bildiğimiz ve binlerce kez deneylerle doğrulanmış olan bilgilerden bile şüphe etmeyi gündeme getirecek tarzda şüpheciliği, bilinemezciliği gündeme getirmek; felsefi idealizmin yeniden ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
Gerçekte bilim, belirsizliklerle değil, doğruluğu kanıtlanmış önermelerle vardır. Örneğin, bunca belirsizlik iddiasına rağmen, herhangi bir astronom, çıplak gözle gökyüzünde görülebilen 20 bin yıldızdan hangisinin 2 bin sene sonra gökyüzünde nerede, hangi koordinatlarda bulunacağını yüzde 2 hatayla hesaplayabilir. Veya yeryüzüne dönen uzay kapsüllerinin hızlarının, kütlelerinin, açılarının ölçülmesinde, tüm belirsizliklere rağmen, çok hassas verilerle hareket edilmektedir. Çünkü, atmosfere girişte yaklaşık 1 derecenin binde biri kadar açı hatası, o uzay kapsülünün yeryüzüne buhar olarak inmesine veya dünya atmosferine çarpıp yansıyarak uzayda kaybolmasına yol açabilir. İşte belirsizlik denklemlerine rağmen her şey bu kadar dakik/hassas olarak yürür. Bugün artık bir mikroişlemci; yapısında, aralarında bir milimetrenin yaklaşık 50 milyonda biri kadar uzaklık bulunan 10 milyon transistörü bulundurabiliyor ve bu elemanlar tek tek ölçülebiliyor, boyutları hesaplanıp ne kadarlık akıma direnç göstereceği saptanabiliyorsa; ortada önemli boyutlarda bir belirsizlikten söz edilemez.
Zaten bilim, belirsizliklerle mücadele eder; belirsizliklere tahammülsüzdür.
Tabii bilim bu denli gelişmiş de olsa, yaşadığı dünyayı, görebildiği boyutlarıyla anlayamayan insanların bu kadar uç noktadaki, hızlardaki boyutları kavrayıp yorumlamasını beklememek lazım. Bu bağlamda, insanların bilmedikleri, vakıf olamadıkları bir konuya hayranlık duymasının doğal olduğunu söyleyebiliriz. Ve özellikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki, lise fiziğiyle, genel kültür diye yayınlanan birkaç kitaptan öğrenilerek rölativite teorisini kavramak da onunla politika yapmak da mümkün değildir.
BİLİM İNSANI OLMAK HİÇ KİMSEYİ TOPLUMSAL SORUMLULUKTAN MUAF KILMAZ
h sabitinin değerini (66.10-33) hesaplayan kişi Plank’tır. Bu değer doğrusal harekete eşlik eden dalga hareketinin dalga boyunun hesaplanmasında ve daha sonra pek çok işlemde yer alır.
Kuantum tanımı da, küçük enerji paketleri anlamına gelen kuanttan gelir. Almanya’da çok yoğun fizik araştırmaları yapan ve bu nedenle, tanımla adı ilişkilendirilen Plank, gerici niteliği ile de bilinmektedir.
Almanya’da bilimin gelişmesine en büyük katkısı olanların başında Yahudilerin geldiği bilinir. Hitler Almanyasında bilim adamlarının büyük bir kısmı, Hitler’in yoğun baskısını protesto edip ya kaçmış ya da bilimsel destek vermekten uzak durmuştur. Çünkü Hitler o dönemde çoğunlukla bu tür bilimsel çalışmaları silahlanma için kullanmıştır. Plank ise bu süreçte, bilimsel çalışmalarını eksiksiz sürdürmüş, Almanya’yı terketmemiş ve hiçbir tepkide veya siyasal direnişte bulunmamıştır. Almanların yenilmesi sonrasında soruşturmalar açıldığında Plank kendini, Ben Nazilere karşıydım, ama bir bilim adamı olarak Almanya’da kaldım, bilimsel sorumluluklarımı yerine getirdim, politikayla ilgilenmedim biçiminde savunmuş ise de siyasal olarak gerici, tutarsız kimliği hep ön plana çıkmıştır.
Nazi Almanyası döneminde Eistein dahil bilim adamlarının önemli bir kısmı Yahudi idi ve çeşitli platformlarda Nazizme karşı şu veya bu oranda tepki vermiştir. Plank ise tepki vermediği gibi tam bir uyum içinde olmuştur. Bugün de düşüncesinin siyasal gericiliğe bir materyal olarak kullanılmak istenmesi tarihin bir ironisi gibidir.
FİZİK NE BASİTE ALINABİLİR NE DE BASİTLEŞTİRİLEBİLİR
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi tarihin çeşitli dönemlerinde kimi kişi ve çevreler, bilimle de insanlığın biriktirdiği ortaklaşmış ölçeklerle de bağdaşmayan ve gerçekte akıldışı sayabileceğimiz bir fikri duruşu, gerekçelemeye çalışırken, sıkça fiziğe başvurmuş; daha doğrusu fiziği bu amaç için çarpıtarak kullanmıştır. Bugün kimi çevrelerde okuma kitapları olarak, lise fiziğine dönülmüş olması veya rölativiteye dair genel tanımlar içeren kitapçıkların rağbet görmesi bu nedenledir. Gerçekte ise fizik; ne basite alınabilir, ne de basitleştirilebilir.
Amerikalı fizikçi George Gamov’un Bir, İki, Üç… Sonsuz adlı kitabı önemli bir örnek ve öğretici bir deneyimdir. Fiziğin Amerikan toplumunda sevilmediğini bilen Gamov; fiziği, sevdirecek kadar basitleştirme amacıyla, söz konusu kitabı hazırlar ve ilk olarak, 11 yaşındaki yeğenine okutup, ne anladığını sorar; yeğeni, hiçbir şey anlamadığını söyler. Bunun üzerine Gamov, çocuklar için hazırladığı kitabın, ancak yetişkinlere; o da kimi konuları ilginç hale getirdiği için yararlı olabileceğini farkeder.
Kitapta 264 sayısının ne kadar büyük olduğunu göstermek için anılan masalda, dama tahtasındaki karelere, birine diğerinin iki katı buğday konduğunda, bu iş için tonlarca buğdayın yetmediği anlatılır.
Kitapta geçen ve kavrayış/ufuk açısından ilgi çekici olan bir diğer örnek de sayılarla, sayıların sınırı ile ilgili. Buna göre, iki Afrikalı birbiriyle sayı söyleme yarışına girmiş. Kim en yüksek sayıyı söylerse, o kazanacakmış. Birincisi uzun uzun düşündükten sonra 3 demiş. Sıra diğerine gelmiş, o da uzun süren düşünmeden sonra tamam, sen kazandın demiş. Çünkü onlarda en yüksek sayı 3 imiş; ondan sonrası çok olarak ifade ediliyormuş. Tabii sayılar üçle bitmiyor. Bu biraz da kavrayabilme sınırı ile ilintilidir. Ve gerçekte bugün Kuantumu kendilerine dayanak edindiğini sananların durumuna denk düşen bir örnektir.
Sayı 17 (Mayıs – Temmuz 2005)