Holding sahiplerinin kitap yazması, sanatı bir reklam aracı olarak kullanması, kendi adına okul yaptırması ve sonuçta kendi medyasını yaratması yeni bir olgu değildir. Bu, aynı zamanda yaş ama kültürel müdahalenin biçimleridir ki, sonuçta mevcudun kanıksanmasını ve alternatif çabaların gemlenmesini amaçlar.
İnsanların çıkarları, konforları paralelinde statükoya eğilimli olmaları genel bir durumdur. Bu yönüyle direnç gösterip demiri tersine bükmek, statükonun eşitsizlikler üreten hiyerarşik yapısına karşı durmayı gerektirir. Bir dönem böyle bir duruşun gereklerini yerine getirip devrimci saflarda yer alanların, bugün sembollerini ve dilini yitirerek , adeta “karşı tarafça kabul gören” bir dile yönelmesi, yenilik değil yenilgidir. Ve dikkat edilirse, tüm “yeni”likler, statükonun sunduğu çıkarlar eşliğinde gerçekleşiyor.
Dün, statükonun vaadettiği konforu elinin tersiyle itip, farklı bir dünyanın ölçekleriyle tanımlı güzellikleri öne çıkaran, bunun için bedel ödeyen gençler, bugün, ileri yaşlarında yarı pişmanlık hali içinde sisteme dönüşü içki masalarında kutlamakta, yaşamak için geç kalma telaşı sergilemekte ve hem kötü örnek olmakta hem de “kıyas” yöntemi sayesinde devrime giden yürüyüşün çıkmaz olduğu imajını yaymaktadır.
Diliyle, kültürüyle, sembol ve değerleriyle insana daha çok yakışan farklı bir dünyanın öznelerinin, bugün insanı adeta “paspas”a çeviren TV yarışmaları karşısında vakit tüketir, müzik yerine gürültü üreten barlarda eğlenir hale gelmesi; durma/utanma eşiğini sürekli yükselterek toplumsal cinneti adım adım ören kesimleri cesaretlendirmektedir.
Dün sınıflama, ezen-ezilen ikilemi bağlamında gerçekleşirken bugün insanlar, televizyonda yaratılan yapay ikilemler/tercihler peşinde koşturulmakta, bundan daha önemli meseleler ya yokmuş gibi gösterilmekte ya da insanlar buna kafa yormayacak hale getirilmektedir.
Bu “sabun köpüğü” yaşamların karşısında, “dolu yaşamlar” sergilemesi gerekenlerin de aynı rüzgardan etkilenmeleri, “yanlış anlaşılabilir” kaygısıyla ve yeni şeyler söyleme baskılanmasıyla kırk yıllık argümanları terk etmekte ve örneğin, AB’nin, ABD’nin yönelimlerini anlatmak için en uygun kavram olan “emperyalizm” yerine törpülenmiş/yumuşatılmış kavramları tercih etmektedir.
Hatırlanacak olursa 70’li yıllarda televizyonda yayınlanan “Dallas” dizisi, burjuva yaşamın kirliliğine dair bir kesit olarak algılanmakta ve seyredilse bile, olumsuz bir örnek olarak aktarılmaktaydı. Bugün, Dallas’a rahmet okutacak yaşam biçimleri, toplumun önemli bir kesimini ekrana bağlarken, örtük veya açık biçimde öykünmeyi büyütmekte ve ölçeksizliği ölçek haline getiren bir duruşu giderek egemen kılmaktadır.
Bu çabada tayin edici rol ve müdahaleler egemen sınıflar ve onların geliştirdiği araçlar üzerinden yürüyor ise de, devrimden kopup sisteme tutunan kişi ve çevrelerin sisteme rücu ettiği yerde ürettikleri yarı nedamet yarı uzlaşma içeren duruşların da rolü yadsınamaz.
15 Mart 2005 tarihli Birgün gazetesinin ikinci sayfasında “ Melih Pekdemir-Taner Akçam ” imzalı bir yazı dikkatimizi çekiyor. İnceliyoruz; Mehmet Uzun’u anlatan Melih Pekdemir, onu hapishanede ve yurtdışında tanıyan Taner Akçam’dan bilgi istemiş ve o konuda Taner’in gönderdiği mektup bilgisine yer verdiği yazısının yazar kısmına, Taner’in de adını koymuş. Dikkat çekmek istediğimiz nokta bu değil; ama, bu da yeni kimliğin, örgütsel yaşamdan kopup bireyi/bireyciliği yücelten yaşam normlarının pekala bir göstergesi sayılır.
M.Pekdemir’in yazıya “ önce okuyucunun merakını gıdıklamalıyım ” diye başlaması da, Taner Akçam’ın mektubundaki üslup da, 1980 öncesinde Devrimci Yol içinde önemli aşamalara gelmiş olan bu iki şahsın, devrimcilikten uzaklaşma sonrasında durdukları yeni koordinatları ele verme anlamında önemlidir.
Taner Akçam, M.Uzun’u anlattığı mektubunun yurtdışı bölümünde, “ Sonra Suriye’de gördüm onu. Kaçtık örgütlerin bizi boğan havasından, güzel bir yere gittik. Soğuk biramızı yudumladık. O, bana, inandığı ve düşündüğü şeyleri siyaset üzerinden söylemenin imkansızlığını anlattı. ‘Taner, boğuluyor gibi oluyorum siyaset konuşunca, sanki birisi boğazıma çöküyor, nefesimi kesiyor gibi geliyor’ diyordu. ‘Mümkün değil bu siyasetin yeni bir hayat için bir şeyler yapabilmesi’ diyordu. Suriye’ye yeni yazacağı roman için tarihsel arka plan toplamaya geldiğini anlattı bana; ve ben hıyar ise ona, gene vatanı ve milleti nasıl kurtaracağımızı anlattım hem de Mehmet’in ‘olmaz böyle Taner’ diye ifade ettiği siyasetin dilinden.” (a.b.ç)
Kendine, gerçekte ise, yaşam tercihini devrimci bir çizgide yapanlara “hıyar”lık yakıştırması yapan, örgütsel ortamı, oksijensiz/boğucu olarak tanımlayan Taner Akçam, onunla benzer kulvarı seçen M.Pekdemir, vb. şahsiyetlerin özelliği, artık sıradan bir demokratın gözettiği hassasiyetleri dahil gözetmez oluşu ve bunu bir yenilenme, bir özgürlük, bir üst mertebeymiş gibi yansıtmasıdır. Bu, ancak kendine karşı dahi samimi olmayanların işleyebileceği bir çeşit tutarsızlık fiilidir. Geçmişine dair bir çeşit husumet ve intikam içerir.
Geçmişini Boy Hedefi Yapmadan da Örgütsel Yaşam Tercihinden Vazgeçilebilir. Gerçekte bu, tüm devrimci yapılanmalarda mümkündür. Ancak, bunu yapmak için öznenin, devrimci yaşam ve tercihlerle barışık olması, dün uğrunda kendisinin de bedel ödediği değerlere saygısını kaybetmemiş olması gerekir. Böyle bir durumda, örgütsel yaşamla (disiplin ve gereklilikler) bağ kesilse dahi, ruhsal bağ devam eder ve kişinin günlük yaşam grafiğinde çok boyutlu farklılıklar (savrulmalar) olmaz. Kişi dününü anlatırken, devrimcilerden söz ederken dikkatli davranır; küfre veya aşağılayıcı tanımlara başvurmaya ise hiç mi hiç ihtiyaç duymaz. Ne var ki eğer devrimcilikte geçen süre bir çeşit “kayıp”, gençliğin heba olması, vb. olarak görülüyorsa; birincisi, bu süreçten söz edilirken genellikle tepkisel olunur. İkincisi, kaybedilenlerin düzen içinde kazanılacağı inancıyla ve “farkı kapatmak” için düzenin derinliklerine doğru abartılı bir koşu gerçekleşir. Bu koşu, kişiye göre farklılık arzetse de sağlık belirtisine rastlamak zordur.
Taner Akçam da M.Pekdemir de bilir ki örgütsel yaşamda (hele bu Devrimci Yol ise) uygulanan normlar bütünü, her şeyi baskı altına alan, özgürlüğü ve gelişme dinamiklerini gemleyen çerçeve ve içerikte değil; aksine, sistemin taktığı içsel kelepçeleri çözmeye, kişiyi maddi ve ruhsal olarak daha ileri bir yaşama, dolayısıyla azla yetinmediği bol oksijenli bir dünyaya taşıyan niteliktedir. Bunun alternatifini “ Soğuk bira yudumlanacak bir yer ” olarak sunmak, samimiyetsizlikten öte bir hastalık halidir. Bilinir ki, Avrupa’da bira adeta su gibi içilmektedir.
Bunun için “ örgütlerin boğan havasından” kaçmak gibi ifadeler kullanmaya gerek yoktur. Hele ki T.Akçam o süreçte devrimciliği savunur konumda olduğu için, bunu “kaçma” bağlamında yapmış olamaz. Yani o gün normal ölçüler içinde yaptığı bir fiili, bugün “Kaçtık örgütlerin bizi boğan havasından” diye anlatıyor. Melih de ona çanak tutuyor.
Hiç kimsenin kendi küçüklüğünü devrimcilere fatura etme hakkı yoktur. Bilimi de değişen dünya koşullarını da izlemek, tekrara ve darlığa düşmemek, özellikle de sisteme öykünmemek devrimciler için her dönem geçerli ve gerekli olan bir duruştur. Eğer bu seviye yakalanamamışsa; tembellik, darlık veya bilgi perhizi söz konusu olmuşsa; kişi, öncelikle kendini sorgulamalıdır. Çünkü Devrimci Yol’da bu tür telkinler/yönlendirmeler hiçbir zaman ve hiçbir nedenle olmamıştır.
Devrimcilikte geçirilen süreyi kayıp olarak görenlerin bugün vakitlerini nerede ve nasıl geçirdiklerine bakılırsa, kazançtan ne anladıkları daha net biçimde ortaya çıkar. Hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki, bugün, “başarılı birey” grafiği çizip bunu paraya ve “rahat yaşama koşulları”na tahvil edebiliyorlarsa; bunda o hafife aldıkları, bugün “tu kaka” ettikleri “geçmiş”in kendilerine kazandırdıklarının bire bir rolü vardır. Kimileri, küresel sermayenin icazet çerçevesi içinde de olsa, yarı-örgütsel formlar oluşturup, onların çatısı altında dünden kalan maddi imkanları özelleştirir ve sömürürken; kimileri de daha dolaylı yollardan eski ilişki ve imkanları paraya, özel imkan ve kariyere tahvil etmiştir. Düne ait birikimlerin hangi koşullarda ve ne tür bedeller karşılığında oluştuğu düşünülürse; konjonktürel fırsattan istifade ederek bir çeşit yağmaya başvuranların, ileride devrimci bir adaletle muhatap edilmelerinin neden doğru ve gerekli olduğu görülür.
DEVRİMCİLİKTEN UZAKLAŞMANIN, SAVRULMANIN SON ÖRNEĞİ VEYA İŞADAMI GÖZÜYLE 1 MAYIS DEĞERLENDİRMESİ
12 Eylül öncesinde devrimcilerin, bildiği doğruları uygularken, yaptığıyla barışık olduğu, yara aldığında sızlanmadığı bilinir. Aynı süreçte, devrimcilerin karşısına geçip sayılarıyla, pankart boyları ve renkleriyle uğraşanlar ciddiye alınmaz; hele ki bunu hemen hiç kimse, akıllılık veya iyi bir gözlem ölçüsü yapmazdı. Bugün, özellikle devrimle bağını kestikten sonra bir şeyler yazmaya ve söylemeye kalkanlarda dil ve kalem genellikle, geçmişin yakasına yapışmakta birleşiyor. Bugünkü tercihlere meşruiyet kazandırma gayreti olarak da adlandırılabilecek bu duruşta, ciddi bir akıl ve gözlem eksiği göze çarpmaktadır.
İdeolojik duruşları, ruh halleri eşliğinde hızla değişen fiziklerine uygun olarak en çok değişimden söz ederken, yaşamlarında yeniye doğru hiçbir değişimin olmadığını görmek için çok dikkatli bakmak bile gerekmiyor. Haklarını inkar etmemek gerekiyor ki sisteme dönüş, başlı başına önemli bir değişimdir ve bu, muhakeme ve algı yeteneğini de aynı oranda aşağı çeker.
Birgün’de yazan Bülent Forta; 9 Mayıs günü 1 Mayıs’ı değerlendirmiş.
“1 Mayıs uzun süredir solun ‘aile fotoğrafı’ çektirdiği bir alana dönüşüyor. Artık kim olduklarını, ne savunduklarını en uzman kişilerin bile anlamakta güçlük çektiği onlarca örgüt, dernek, platform vb. ardı ardına dizilip; sıkça kendini diğerlerinden ayırmak için “alamet-i farika” haline gelmiş sloganlarını durmaksızın tekrar ederek, bu büyük gösteriye dahil oluyorlar.
Bazen koskocaman pankartlarının arkasına gizlenen 30-40 kişilik topluluklar; bazen 80 öncesinde görkemli kalabalıklar toplamış olan fraksiyonların ismi var cismi yok ‘tekrarcıları’. Aralarında ne tür bir ‘ideolojik’ ortaklık kurulduğu son derece belirsiz genel olarak ‘solcu’ olduğu söylenen onbinlerce insan… Bizimkiler…”
Evet, bu sözler, 1970’li yıllarda Devrimci Yol içinde bulunmuş, daha sonra da ÖDP kuruculuğuna uzanacak olan Tartışma Süreci’nin 3 kişilik divanında yer almış Bülent Forta’ya ait. Bülent Forta’nın, Tartışma Süreci öncesinde “Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf” işiyle ilgilenirken; “ Bizim işimiz elbette vakıfçılık değil; birkaç ay içinde bunu oturtup, yaşamın içine döneceğiz. Bizim işimiz alanlarda ” dediğini, ama oradan daha sonra bir türlü ayrılamadığını anımsatarak, başlayalım. Aynı Bülent Forta, ucundan bir ÖDP’nin çıkacağını çok iyi bildiği o tartışma labirentinde gerektiğinde “
Devrimci Yol’dan Tek Yol Devrim artı Direniş Komitelerini anlıyorum. Devrimci Yolun Temel Teorik Tezleri bugün hala geçerlidir.” derken, bunu bir tasfiye sürecinin bilinçli bir aktörü olarak mı yapıyordu; yoksa zamana mı oynuyordu bilemiyoruz. Ama katıldığı veya katılmadığı tüm 1 Mayıs’larda solun bir “aile fotoğrafı” görüntüsü verdiğini; “
Deniz Baykal (veya Ecevit), Stalin, Apo, vb.” posterlerin aynı alanda taşındığını, “örgüt, dernek, platform vb. ardı ardına dizildiğini”, benzer veya farklı sloganlar attığını, geçmişte daha da büyük pankartlar taşıdığını bizler inanıyoruz ki B.Forta da biliyor. Kendilerini diğerlerinden ayırmak için alamet-i farika olarak sloganları kullanmaya gelince; bunun da 12 Eylül öncesinde daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bütün bunları kenara bırakıp, belki Bülent Forta vb.nin derdinin ne olduğuna bakmak gerekiyor.
Örgütleri “fraksiyon” diye ifade etmek , her şeyi kendi dışında görmek, objektifi solun eksikleri üzerine tutmayı marifet sanmak ve belki, dünü anımsatan motiflerden, bugününü açığa çıkardığı için rahatsız olmak ; sisteme rücu edenlerin ortak özelliğidir. Bilinir ki yükseğe çıktıktan sonra aşağı düşenlerin toparlanması zordur. Yoksa Forta’nın derdinin, kimin ne savunduğunu anlamaya çalışmak olduğunu sanmıyoruz. Bir gün öyle bir derdi olursa, anlayamadığı dergiyi getirmesi halinde ona yardımcı olacağımızı bilmesini isteriz.
Sayı 17 (Mayıs – Temmuz 2005)