Bu sayımızla birlikte açtığımız ve süreklileştireceğimiz bölümlerden/pencerelerden biri de “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm”dir. Bu bölümde, emperyalist-kapitalist sistemin insan, toplum, doğa üzerinde yarattığı tahribat ve yıkıma dair bilgi, haber ve yorumlara yer verirken; aynı zamanda sosyalizmin, bir kurtuluş projesi olarak neden mümkün ve gerekli olduğunu çeşitli biçimlerde tartışacak ve bunu, günlük yaşam kesitleri içerisinde incelemeye çalışacağız.Yaşanan yıkım bugün öylesine bir boyuta vardı ki, ya dünya üzerindeki her şeyi daha fazla kar etme hırsının pençesinde talana uğratan sistem yok edilecek; ya da sistem, dünyayı üzerinde yaşam olmayan bir gaz topuna dönüştürecek.
Barbarlık, bugün bir öngörü değil artık; küçük bir azınlığın, dünya üzerindeki zenginliği her geçen gün daha fazla gaspettiği ve bu amaç uğruna halklara dayattığı; işsizlik, yoksulluk, ahlaki çöküntü, baskı, zorbalık, hukuksuzluk vb. biçiminde dışavuran bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, bir tercih değil, sistemin kendini yeniden üretebilmesinin zorunlu sonucudur. Kendini var edebilmesi, iktidarını sürdürebilmesinin bunun dışında bir yolu yok; bu yüzden, başka bir dünya mümkün değil burjuvazi için. Nefessiz kalan bir insanın, gözü hiçbir şeyi görmeyecek halde delicesine çırpınarak bu durumdan kurtulmaya çalışması gibi sistem de çırpınıyor. Bunca pervasızlığın, kendini gizlemeye eskisi kadar önem vermiyor olmasının nedeni budur. Sermayenin dünya ölçeğindeki egemenliği, ölmemek için kendi dışındaki herkesi, her şeyi öldürecek, yakıp yıkacak bir gözü dönmüşlük içindedir.
İnsanlığı bu beladan kurtarmak; tarihin gördüğü, yıkıcılığın en örgütlü biçimi olan bu insanlıkdışı sistemi yok etmek; ihmali, çürüyerek yok olmaya sebep olacak yakıcı bir görevdir.
GEN TEKNOLOJİSİ
KAPİTALİZM KOŞULLARINDA İNSANLIĞIN YARARINA DEĞİL ZARARINADIR VEYA HİÇBİR CANLI TÜRÜ YERYÜZÜNDEN YOK OLMAMALIDIR
Teknolojik imkanların sermaye lehine işlevlendirildiği kapitalizm koşullarında, insanlık yararına kullanılabilecek gelişme ve buluşların, kar hesapları eşliğinde yıkıcı/bozucu projelere kan taşıdığı, en azından böyle bir olasılığın olduğu bilinmektedir. Sermaye güçleri, bilimi kendi amaçları için işlevlendirirken, genellikle bu çabalarını, kulağa hoş gelecek tanımlamalarla süslerler. Örneğin gen teknolojisi söz konusu olduğunda; genetik yoldan geçen hastalıkların önlenmesi, yaşlılığın durdurulması, kansere çare bulunması gibi konular ön plana çıkarılır ve bu alandaki çabaların, böyle anlamlı amaçlar için harcandığı intibaı yaratılır. Bu tür yönlendirmelerin sonuç alabilmesinde sermayenin en büyük destekçisi, toplumun konu hakkındaki bilgi eksikliğidir. Bu nedenle biz, yazı kapsamı içerisinde, gen teknolojisi hakkında genel bir bilgi vermeye, bu konunun anlaşılmasına ve yanılgının önlenmesine yardımcı olabilecek “anahtar” tanımları öne çıkarmaya çalışacağız.
Yeryüzünde milyonlarca canlı türü var; her tür de milyonlarca genden oluşuyor. Bu bağlamda dünyanın bir gen havuzu içerisinde yüzdüğünü söyleyebiliriz. Bu gen havuzu içerisinde uyumlu genler varlığını sürdürürken; uyumsuz genler (letal genler), o gene sahip olan canlının yaşama şansını ortadan kaldırarak yok oluyor. Yani o canlı öldüğünde, onunla beraber letal gen de yok oluyor ve geriye birbiriyle uyumlu genler kalıyor.
Yaklaşık bir milyar yıl süren insan evrimi ve 100 milyon yılı bulan memeli hayvan evrimi sonrasında, letal genlerin elenmesiyle bugün sadece birbiriyle uyumlu genleri barındıran bir dünya oluşmuştur. Mutasyonlarla ya da farklı nedenlerle yeni geneler ortaya çıkabiliyor. Eğer yeni genler, olumlu genlerse; yani o canlının yaşama şansını arttıran genlerse, varlığını sürdürüyor. Ama, letal genlerse, onlar da o canlı ile beraber yok oluyor. Bugünkü doğal denge, böyle bir düzen içerisinde kuruludur. Evrimin araçlarından birisi de bu mutasyonlarla oluşan yeni genlerdir. Yeni genler bazen, öyle bir özellik ortaya çıkarıyor ki, söz konusu canlının yaşama şansını arttırıyor. Örneğin çok hızlı üreyen böceklere karşı kullanılan ilacın belli bir dozu öldürücüdür. O ilaç kullanıldığı zaman, milyonlarca canlı ölüyor. Ama aralarında örneğin bir tanesinde bir mutasyon oluşabiliyor. O öldürücü ilaca gösterdiği dirençle beraber çok kısa bir sürede ürüyor; ama, diğerleri yok olduğu için, o tür, o ilaca karşı dirençli hale geliyor.
Birçok nedenle mutasyonun oluşması mümkündür. Mutasyonun oluşumunda radyoaktivitenin, normal kozmik ışınların, molekül hareketlerinin, çevresel diğer faktörlerin etkisi olabiliyor. Mutasyon, aynı zamanda doğal nedenle de mümkündür. Ama bugün dünya, milyonlarca yıllık bir dengenin üzerine oturduğu, yani birbiriyle barışık genlerden oluşan bir denge söz konusu olduğu için, mutasyonla meydana gelen bir değişikliğin, olumlu bir değişiklik olma olasılığı çok düşüktür. Çünkü yeni genin var olan milyarlarca genle uyum halinde olması gerekiyor. Dolayısıyla biz, mutasyonla oluşan genleri genellikle zararlı genler olarak düşünürüz. Milyonlarca yılda birbiriyle barışık halde yaşamış olan genlerin oluşturduğu bir gen havuzu söz konusudur. Bu bağlamda ne kadar zararlı veya ne kadar basit olursa olsun, yeryüzündeki her canlı, birbiri ile barışık gen çeşitliliği anlamında bir kazanımdır. Hiçbir canlı yeryüzünden yok olmamalıdır. Kaybolan, bize şu anda hiçbir yararı olmayan canlılar dahil, yok olan her canlı türü, bu gen havuzunda bizim için, insanlığın geleceği için bir kayıptır. Onunla beraber milyonlarca uyumlu gen de yok olmaktadır.
En mikroskobik olanları dahil, tüm canlılar arasında (bitki ve hayvanlar dahil) bir denge söz konusudur. Bu dengenin, yani mevcut havuzun mutlaka korunması gerekiyor. İşte sürecin bu şekilde işlediği gen dünyasında, mutasyonla gerçekleşen gen değişikliğinin bilimsel yollardan yapıldığını, sentetik olarak bir gen üretildiğini varsayalım. Bir canlıya yeni bir özellik kazandırılıyor. Örneğin koçan boyu uzun, taneleri seyrek mısırın geninin yok edildiğini, hızla üreyen, verimli bir mısır türünün üretildiğini düşünelim. Söz konusu genin, yeryüzünde var olan milyarlarca genle ne denli uyum içinde olduğunu görebilmek veya bunu laboratuar koşullarında deneyerek sonuçlarını izleyebilmek mümkün değildir.
Kişi örneğin gen teknolojisinin ürünü olan bir mısırı yediği zaman vücudunda oluşabilecek değişikliklerden çok az bir kısmı, yakın süreçte; ama, büyük bir kısmı oğul döllerde ortaya çıkar. Yani, insana zararlı olup olmadığı, birkaç yılda değil, birkaç nesilden sonra gözlenebilir. Mesela, kısa süreli bir yaşam süren canlılarda, bu tür olumsuz genler, çok kolay gözlenebilir. Ama insanlar gibi ortalama ömürleri uzun olan canlılarda bu genlerin olumsuz etkilerini yakın vadede görmek mümkün değildir. Ancak çok geniş topluluklarda denenmiş olması gerekiyor. Laboratuar koşullarında birkaç yüz kişide yapılabilecek denemelerle olumsuz etkileri gözlenemez. Onun yerine milyonlarca insanı hedefleyendenemelerden geçmesi gerekiyor. İşte bugün, geri bıraktırılmış ülkeler ve Türkiye; bu tür, gen teknolojisiyle üretilmiş olan canlıların, besinlerin, ürünlerin denendiği alanlardır. Örneğin bundan birkaç ay önce bir gemi, Türkiye’ye 35 bin ton mısır getirmek üzere Amerika’dan ayrıldı. Ama gemide sadece 15 bin ton mısır olmasına rağmen 35 bin ton mısır olduğu deklare edildi. Bu açığı çevreciler yakaladı; geminin önünü kesip protesto ettiler. Fakat gemi yoluna devam etti; önce Brezilya’ya uğrayıp 20 bin ton, gen teknolojisiyle üretilmiş mısır yükledi. Sonra da Amerikan deniz kuvvetlerinin korumasında Türkiye’ye geldi. Büyük bir olasılıkla mısırlar, başbakanın oğlunun da ortak olduğu Cargill’e getirildi. Bu şekilde, yeni sömürge ülkeler, gen teknolojisiyle üretilmiş olan ürünlerin çok geniş kitlelerde denendiğinde olumsuz et–kilerinin gözlenebileceği bir deneme tahtası olarak kullanılıyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tür, gen teknolojisiyle üretilmiş olan ürünlerin, varolan milyarlarca doğal genle uyumlu olabilme olasılığı çok zayıftır. Genellikle bütün mutasyonlar; sonradan oluşan genler ya da sentetik olarak oluşturulan genler, zararlı genler olduğu için, insanlarda çoğunlukla kalıcı zararlara, kalıtsal hastalıklara yol açabilecek genlerdir. İşte bu nedenle, genler üzerindeki her türlü oynama yasaklanmalıdır. Yani, genler üzerinde kesinlikle bir müdahale düşünülmemelidir. Bu çabalar genellikle, bazı hastalıkların tedavisinin mümkün olabileceği gibi insancıl amaçların ardına gizlenerek yürütülüyor. Gerçekten hastalık giderme amaçlı dahi olsa, bir gene müdahale edildikten sonra, oluşacak yeni genin, vücudun diğer taraflarındaki genlerle etkileşiminin ne olacağı bilinmediği için buna izin verilmemelidir. Aynı şekilde, genlerde mutasyona yol açabilecek bütün çevresel faktörler, bir tehdit olarak görülmeli ve ortadan kaldırılmalıdır.
KAPİTALİZM KOŞULLARINDA GEN TEKNOLOJİSİ
ANTİ-İNSAN PROJELER ÜRETEN DEĞİRMENLERE SU TAŞIR
Gen üzerinde oynama başladıktan sonra, özellikle son yıllarda tartışılan olaylardan biri de ırka dayalı ilaç üretmek olmuştur. Kastedilen şey, sadece belli ırklar için spesifik genleri bulup, o genlerle ilgili hastalıkları tedavi etmektir. Tabii bunun tersini de düşünmek gerekiyor. Eğer ırklara uygun ilaç varsa, ırka dayalı zehir de var demektir. Nitekim İsrail’in sadece Arap ırkına özgü genleri tespit edip onlara etki edebilen silahlar geliştirmeye, biyolojik silahlar üretmeye çalıştığı bugün artık biliniyor. Dolayısıyla gen teknolojisine, bu teknolojinin özellikle genlerle oynama alanındaki etkinliklerine kuşku ile bakılmalıdır. Bu konuda ve özellikle silahlanma (biyolojik silah, vb.) üzerine çok net sınırların getirilemediği toplumlarda; teknolojiye sahip az sayıda ülkenin kendi başına buyruk olabildiği, hiçbir denetim mekanizmasının olmadığı bu koşullarda; gen teknolojisi, yarardan çok zarar getirir. Biz, bu nedenle “yasaklanmalıdır” diyoruz. Gen teknolojisinin, insanlığın hizmetinde yararlı sonuçlar üretmesi, tabii ki mümkündür. Fakat, emperyalizm koşullarında; karın katmerlenmesi konusunda, kapitalist işleyişe yararlı olabileceği, emperyalizmin saldırganlığında araç olarak kullanılabileceği için, gen teknolojisiyle hiçbir şekilde ilgilenilmemelidir. Kapitalizm bunu mutlaka insanlıkdışı amaçlarla kullanacaktır. Atom bombasından bile daha tehlikeli olabilecek şekilde, bir ırkın lehine, kendi varlığını sürdürebilmek için bir araç olarak kullanılabilen gen teknolojisinin, insanı hiçe sayan güçlerce rahatlıkla kullanılabilmesine izin verilmemelidir.
GEN TEKNOLOJİSİ EMPERYALİZMİN ELİNDE ÇOK AMAÇLI BİR SİLAHTIR
Emperyalizmin bugünkü koşullarda saptanabilmiş faaliyetlerinde bile, gen teknolojisinin bir saldırı aracına dönüştüğü görülüyor.
Birincisi, gen teknolojisinin sunduğu avantajlar, biyolojik silah olarak; İsrail, ABD, vb. tarafından kullanılmaktadır.
İkincisi, araştırmaların derinleştirilmesi anlamında insanlar bir kobay olarak kullanılmaktadır.
Üçüncüsü, gen teknolojisi ürünü tohum ve gıdalar, gen teknolojisine sahip az sayıda tekelin elini güçlendirmekte, bu alanda herkesi kendine bağımlı kılmaktadır. Bu da ticari alanda bir çeşit saldırganlık sayılır.
Gen teknolojisiyle üretilmiş bazı tohumlar, sadece belli gübreler eşliğinde ürün verebiliyor. Ayrıca hibrit tohumların hiçbirisi zaten kendini tekrar etmez. Yani tohum kaynağı anlamında bir bağımlılık yaratıyor. Üstelik o toprakta var olan diğer canlı türlerini yok ettiği için, kendisinden başka hiçbir ürün bir daha o toprakta yetişmiyor. Mutlaka o ürün ekilmek zorunda kalınıyor. Doğada bilinen bir olgudur; bazı bit–kiler, yakın çevresindeki diğer bitkilerin üremesini engelliyor. İşte bu tür bitkilerin genleri alınıp, örneğin buğdaya taşındığında; ortaya, kendisinden başka türün yetişmesine şans vermeyen bir buğday türü ortaya çıkıyor. Bu, emperyalizme, her coğrafyada topraklara ekilecek ürünü dahi belirleme şansı veriyor. Bu teknoloji, diğer teknolojiler gibi kolaylıkla sahip olunan nitelikte olmadığı için; ona sahip olanlara muazzam avantajlar sağlıyor. Örneğin Nestle’nin İsviçre’de ürettiği bir buğday, Türkiye’de kullanıldı ve o toprakta bir daha başka hiçbir şey yetişmedi. Nestle, bugün o tohumu pek çok ülkeye satan ve kendine bağımlı kılan konumdadır.
Bitkilerde olduğu gibi ilaçlarda da bağımlılık geliştirilebiliyor. Genlerle oynandığı için, sürekli olarak aynı (yönlendirilen) ilaçların kullanılması bir zorunluluk haline geliyor. Bizim gibi, ilaçlar ve gıdalar üzerinde çok köklü denetimlerin olmadığı ülkelerde insanlar, açıktan bir deneme tahtası olarak kullanılıyor. Bir dönem, bir vakfın Bayrampaşa, vb. hapishanelerde tutsaklar üzerinde kimi ilaçları denediği basına yansımış ve kamuoyunda tartışılmıştı. Bunun dışında, bilinmeyen veya bir dönem kullanılıp sonra da yasaklanan pek çok deneme olduğunu tahmin etmek, mevcut veriler ışığında hiç de zor değildir. Amerika’dan getirilen süt tozunu 1960’lı, ’70’li yıllarda ilkokul çocuklarına zorla içiren daha sonra da yasaklayan anlayıştan, bunun o kuşaklar üzerinde ne tür bir etkiye sebep olduğunu açıklaması beklenmemelidir.
BİLİM VE TEKNOLOJİNİN BÜTÜNÜYLE İNSANLIĞIN HİZMETİNDE OLACAĞI SOSYALİZM KOŞULLARINDA GEN TEKNOLOJİSİ BUGÜN ÖNGÜRÜLENDEN DE ÖTE YARARLI SONUÇLAR VERİR
Sosyalizm koşullarında, insanlığın geleceği için, letal genlerin yani zararlı genlerin, hastalık yapıcı genlerin ayıklanması; bunların, gerçek anlamda insan sağlığı için ortadan kaldırılması tarzındaki çabalar, ancak bireyin ve toplumun bir arada düşünüldüğü, kar hesaplarının yapılmadığı koşullarda mümkün olabilecek çalışma türüdür. Bu çalışma, gerçek amaçlarına, yani bugün telaffuz edilen hedeflerine ancak o koşullarda ulaşır. Yoksa bunun dışında, bugünkü koşullarda, sömürüyü ve emperyalist saldırıları arttırmaktan başka bir işlevi olmayacaktır.
ÇERNOBİL, DÜNYADA YAŞANMIŞ EN BÜYÜK ÇEVRE FELAKETİ DEĞİLDİR
Çernobil olayı ile beraber yaklaşık 1 milyon insan bölgeyi terketmiş ve onbinlerce kişi de Çernobil ve ona bağlı hastalıklar sebebiyle yaşamını yitirmiştir. Bunlar elbette ki küçümsenecek veya yok sayılacak veriler değildir. Ne var ki, kapitalizm koşullarında, ülkemiz dahil hemen her coğrafyada adı konmamış pek çok “Çernobil” var. Üstelik bunlar “kaza” değil ve genellikle sonuçları bilinerek atılan adımlardır.
Çernobil’in öne çıkarılmasının nedenlerinden biri de, bu “kaza”nın Sovyetler’in çöküşünde bir kaldıraç olarak kullanılmış olması, sonrasında da sosyalizme dair kanaatlere negatif bir nitelik kazandırmada etkili ve kestirme bir yol olarak seçilmesidir. Gerçekte ise Çernobil, sadece “dünyaya yayılan radyoaktivite” değildir. Devrimciler açısından Çernobil; oraya yangını söndürmek üzere, tonlarca kumu atmak için gönüllü olarak giden ve yaşamını yitiren, sosyalist değerlerle donanmış binlerce pilotun fedakarlığı demektir. Reaktör yanarken yangını söndürmek için oraya kum atmak gerekiyordu. Kum atan uçağın orada 1 dakikadan fazla durmaması gerektiği halde, oradaki radyasyona rağmen pilotlar 10-15 dakika, bilerek ve isteyerek kalmış ve sonuçta pek çoğu yaşamını yitirmiştir. Gerçekte bu bir çeşit feda eylemidir. Ve bunu sosyalist olmayan bir ülkenin gerçekleştirebilme şansı yoktur. Bu yönüyle Çernobil’de, Sovyetler açsından önemli değerler/kareler de mevcuttur. Yürütülen kara propagandanın örtmek istediği olgulardan biri de budur.
Çernobil’i “Çevresel Felaketler” üst başlığı altında incelediğimizde ve kansere sebep olan olguları sıraladığımızda görülecektir ki radyoaktivite dışında, pek çok kanser yapıcı madde bulunmakta ve bunları çoğaltarak yaymak bir suç ise; bu suç taammüden işlenmektedir. Spreylerden böcek ilacına ve kapitalizmin pazar için kullanmış olduğu kimi maddelere kadar; kanser yapıcı pek çok öğeden söz edebiliriz. Bunlar, tek bir noktada patlamadığı; evimizde, banyomuzda, işyerimizde “patladığı” için; insan yaşamını bir–den bire değil de yavaş yavaş yok ettiği için, bu kadar sansasyon etki yapmıyor.
Ama toplam kayıpta, sadece DDT’nin etki ettiği ölümlerin sayısına bakılırsa; 20. Yüzyılda öldürdüğü insan sayısının Çernobil’dekinin birkaç katı olduğu görülür. Böcek öldürücü ilaç olarak kullanılan bu zehrin sebep olduğu kirlenme ve bu kirlenmeye dayalı insan ölümü, canlı ölümü düşünülürse; bu, Çernobil’den çok daha büyük bir çevre felaketidir.
DDT, 15-20 yıl önce yasaklandı; ama, onun çok yakın versiyonları hala Afrika vb. coğrafyalarda kullanılıyor. Yıllar önce, anlatılan bir olaydır: Antartika’ya bir Güney Kutbu keşif gemisi ulaştığında sahilde binlerce penguen ölüsüyle karşılaşır. Sahile en yakın yerleşim bölgesi 3 bin km. olduğu halde, orada penguenler ölmüştür. Penguenler incelendiğinde, ölüm nedenlerinin DDT zehirlenmesi olduğu görülür. Yani dünya, denizler öylesine hızlı kirleniyor ki, kullanılan bir zehir, 3 bin km. uzaklıktaki yaşamı yok ediyor. Bu, çevre felaketlerinin boyutları konusunda sadece bir örnektir.
Çernobil’le yarışabilecek bir diğer kanserojen madde kaynağı da, gıdalar üzerindeki katkı maddeleridir. Bunların etkisi, rakamsal istatistiklerle ölçülemeyecek denli çoktur. Aynı şekilde baca gazları, akla gelebilecek en büyük kanser yapıcı kaynaklardan biridir. Bacalardan çıkan çok küçük katı partiküllerin yol açmış olduğu kanserojen etki de Çernobil’le kıyaslanmayacak denli yüksek boyutlardadır.
Günlük yaşantımızdaki radyasyon oranına bakılırsa; giderek artan bir grafik çizdiği görülür. Mesela cep telefonları, hala tartışılıyor. Yüksek frekanslı manyetik alanların doğrudan doğruya hücreler üzerinde zararları inceleniyor. Laboratuarlarda bunun kanıtlandığına dair bilgiler var. Ama insanlar gibi oldukça uzun ömürlü varlıklarda bunu gözlemlemek kolay değil. Fakat mikroskobik canlılar üzerinde bunun zararlı etkileri artık biliniyor; bu, ispatlanmış durumda, aynı şekilde hemen herkesin yaşamına giren TV, bilgisayar gibi çok güçlü radyasyon yayan kaynakların varlığı, radyoaktif maddelerin birçok amaçla (tıbbi tedavi, kalite kontrolü, endüstriyel üretim, vb.) kullanımının yoğunlaşması hem tehlikeyi çeşitlendiriyor, hem de büyütüyor.
“İHRACATA DAYALI BÜYÜME” KİMİ BÜYÜTÜYOR?
Gün geçmiyor ki yazılı ya da görsel basında ihracatla ilgili bir haber çıkmasın. Kimi gün ihracat hacminde lokomotif olan şehirler, kimi gün ihracat rakamları vs. Sektör büyüdükçe tüm toplumsal kesimlerin ekonomik refahının artacağına dair varsayım tartışma götürmez bir gerçeklik ve bu hedefe varma mücadelesi de milli bir dava olarak benimsetilmeye çalışılıyor. Bu noktadan hareketle ekonomik düzenlemelerin belirlenen ihracat hedefine yönelik olarak yapılması gerektiğinin altı sürekli olarak çiziliyor. Çalışanların ekonomik çıkarları için mücadelesinin önü bu milli davanın selameti açısından kesiliyor. Israrcı olanlar; bencil, kendi çıkarlarını milletin ali menfaatlerinin önünde tutan bozguncu takımı olarak teşhir ediliyor.
Makro düzeyde sürdürülen bu propaganda sektörel birimlerde daha fazla kar etme çabası için pervasızca kullanılan bir örtü olarak iş görmekte. Örneğin ücretlerinin arttırılmasını ya da sigortalarının yapılmasını isteyen işçilerin karşısına, üretilen ürünün uluslar arası pazarlarda rekabet edebilmesinin ancak söz konusu istemlerin yaratacağı maliyet artışının önüne geçilerek mümkün olabileceği savunusu çıkartılmakta. Rekabet gücünün işçinin ekonomik güçsüzlüğüne bağlanması demek bu. (Yabancı tekellere Türkiye’de yatırım yapın çok kar edeceksiniz diyen yönetici zevat işçilik maliyetinin düşüklüğüne (ucuz işgücü) gönderme yapıyor temelde.)
Dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı her fırsatta döviz kurunun düşük olduğunu yani Türk lirasının yabancı paralar karşısındaki değerinin yüksek olduğunu bunun ise ihracat hedefine zarar verdiğini söylüyor. Dolar değer kazandığında önce benzine ardından iğneden ipliğe tüm mallara zam geldiğini görerek ömür tüketmiş emekçi halkın, çıkarlarının bu politikayla uyum içinde olduğuna inanması isteniyor. 1980’li yıllarda bir yıl boyunca yapılan ihracattan elde edilen gelirin şimdi bir ayda elde edilmesi gerçeği karşısında böbürlenilirken, aynı yıllar arasında çalışanların reel gelirinin yükselme değil düşmeye işaret ettiği gerçeğinden hiç bahsedilmiyor.
İHRACATA DAYALI SANAYİLEŞME MODELİ
HANGİ İHTİYACIN ÜRÜNÜ OLARAK GÜNDEME GELDİ VE KİMİN ÇIKARLARINA HİZMET EDİYOR?
Türkiye’de 1980 öncesi hakim ekonomik politika ithal ikameci sanayileşme modeli olarak ifade edilir. Bu model temel olarak önceden ithal edilen malların yabancı tekellerin yerli sermaye sahipleri ile birlikte kurduğu işletmeler aracılığıyla yurt içinde üretilmesi ve o üretim alanının değişik politikalarla birlikte temel olarak gümrük duvarlarının yüksek tutulması yoluyla dış rekabete karşı korunması esasına dayanır. Bu model emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri için yüksek kar oranları sağladı yıllarca. Ancak 1980’lere varıldığında emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı bunalım yeni bir modelin bağımlı ülkelere dayatılmasını gündeme getirdi. Bu yeni dönemde emperyalizm yeni bir uluslar arası işbölümüyle düzenledi sistemi. Sistemin işleyişinde temel bir yere sahip olan devlet müdahalesi anlayışı terk edildi. Neoliberal politikalar merkeze kondu. Bu yeni dönem serbest piyasacılık olarak ifade edildi. Tekellerin varlığı koşullarında serbestlik taşların bağlı köpeklerin serbest olmasına benzer bir serbestlik olabilirdi elbette. Bütün dünya tekeller için sınırsız bir egemenlik, dizginsiz bir kar etme alanı haline getirildi.
İthal ikameci sanayileşme modelinin hakim olduğu dönemde tarım, hayvancılık, gıda sanayi, hafif sanayi gibi emek yoğun sektörler ucuz işgücü cenneti sayılabilecek bağımlı ülkelere kaydırılmıştı. Böylece bu sektörlerdeki karlılık azalmasının önüne geçildi. Ancak zamanla emperyalist ülkelerde kalan demir-çelik, kimya, tekstil vb. sektörlerde de kar oranları düşmeye başladı. Ortaya çıkan durumu atlatmanın yolu işbölümünü yeniden düzenlemekten geçiyordu. Daha önce yapıldığı gibi kar oranlarının düştüğü sektörler üretim maliyetlerinin çok düşük olduğu yeni sömürge ülkelere kaydırıldı.
1980’li yıllarda ihracata dayalı sanayileşme modeline geçen Türkiye gibi ülkelere örnek olarak gösterilen Asya Kaplanları adıyla anılan ülkeler bu süreçte ortaya çıktı. Emperyalist ülkeler kar oranları düşmüş emek yoğun sektörleri bu ülkelere kaydırdı. Tabii yüksek kar oranlarına sahip emek yoğun olmayan sektörleri(bilgisayar vb. sektörler) kendi ülkelerinde tuttular. Asya Kaplanları denilen ülkelerin hemen hepsi diktatörlüklerle yönetiliyordu. Sefalet ücretleri ile çalıştırılan işçiler, vergi kolaylıkları vb. her türlü devlet desteği ile maliyetlerin düşürüldüğü bu ülkelerde kar oranları düşen sektörler yeniden karlılığın arttığı sektörler haline geldi. Kendi ülkelerinde yüksek fiyatlarla üretebilecekleri malları böylece ucuza alabiliyorlar, aynı zamanda o ülkelerde yerli işbirlikçilerle ortak üretim yapan tekeller karlarına kar katıyordu. Böylece, o ülke emekçilerinin ürettiği zenginlik yerli işbirlikçiler ve emperyalist tekellerin kasasına aktarılıyordu.
Görünürde bu ülkeler yoksulluk çemberini kırmış, çoğu marka olmuş ürünleri üreten zengin ülkelere dönüşmüştü. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi oluşan zenginlik bu ülkelerin kendi birikimleri ile yaratılmamıştı. Hepsi yerli sermaye ile ortak oluşturulmuş yabancı sermaye yatırımıydı. Ve yüksek kar oranlarına ulaşabilmeleri için her türlü koşulun sunulduğu bu üretim alanlarında elde edilen zenginlikten aslan payı elbette yabancı sermayeye düşüyordu.
Türkiye’de 2003 yılında en büyük 500 sanayi firması sıralamasında 2. Olan Ford Otomotiv buna çok iyi bir örnek. SEKA’nın Gölcük’teki arazisini dönemin hükümeti ve onun başbakanı Mesut Yılmaz’ın özel gayretleri ile bedavaya alan (göz boyama amacıyla, fabrika için tahsis edilen yerin Ford’a, çevresinde okul ve hastane yapması karşılığında verildiği söylenerek oluşan tepkiler azaltılmaya çalışılmıştı.) Ford Otomotiv ucuz işgücü ve sağlanan diğer kolaylıklarla kısa sürede özel sektörde Türkiye’nin en büyük şirketi oldu. Ford’un Koç Holdingle ortak kurduğu bu şirketin karının büyük kısmı ABD tekeline gidiyor tabii ki. Çalışanların payına ise her an kapı dışı edilebilirim korkusuyla boğaz tokluğuna yaşamak düşüyor.
Sonuç olarak bu ülkelerde yapılan yatırımlarla büyüyen karlar emperyalist tekellere ya da bankalara gidiyordu. Aşırı üretim (eksik talep) krizi ile tıkanan dış pazarlar, üretiminin büyük bölümünü buralarda piyasaya süren firmaları önce durgunluğa itti. Yabancı bankalar ya da finans kuruluşlarından aldıkları sıcak para ile üretimlerini sürdüren bu firmalar, krizi gören finans sermayesinin ülkeden çekilmesiyle çökerken ülke ekonomileri de büyük bir krize girdi. Ellerindeki değerli kağıtları satan yabancı finans sermaye, bu ülkelerden büyük kaynakları çekip aldı kısa sürede.
İhracata dayalı sanayileşme modeli yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi emperyalist-kapitalist sistemin dönemsel ihtiyaçlarınca şekillendirilen ve bağımlı ülkelere dayatılan bir model. Modelin bugün yaşadığı tıkanma, bu yüzden ekonomilerini ihracata yönelik olarak yapılandıran ülkelerin yanında bu politikayı yeni–sömürge ülkelere dayatan ve ondan birinci derecede yarar sağlayan kapitalist merkez ekonomilerinin de tıkanıklığı anlamına gelmekte.
Emperyalist tekellerin yerli işbirlikçileri ile birlikte emekçi sınıfların kanını son damlasına kadar emdiği bu modelin çalışanlar yararına sonuçlar vermesi eşyanın tabiatına aykırı. Kendi çıkarını, ulusal çıkar kisvesi altında ambalajlayıp satmak, burjuvazinin en başarılı halkla ilişkiler örneği olmuştur yüzyıllar boyunca. İhracata dayalı sanayileşmenin tüm toplumsal katmanlara yarar sağlayacak bir model olduğu belirlemesi de, son dönem halkla ilişkiler faaliyetinin önde gelen yalanlarından biri. Bu karartma faaliyetinin öznesi olan yazarlar, çizerler ağababaları gibi Marks’ın ifadesiyle “… tuzukuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları edebi gerçeklermiş gibi ilan etme…” çabasını sürdürüyorlar yüzyıllardır bir makine intizamında. Söz konusu makineyi paramparça etmek fiili müdahalelerin yanında materyalist tahlilin aydınlatıcı fenerinin kapsayıcılık alanını büyütmekle mümkün olacak ancak. Lenin’e bırakalım son sözü: “Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini, entelektüel, moral ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz.” (Ne Yapmalı?)
HIZLANDIRILMIŞ TREN VEYA
KAZA SÜSÜ VERİLMİŞ KATLİAM
Türkiye’de bildik bir görüntüdür; televizyonlar, gazeteler sık sık toplu ölüm haberleri verir; maden ocaklarından, çeşitli nedenle çöken bina ve deprem enkazlarından; otobüs, tren veya uçak enkazlarından parçalanmış bedenler, fiziki varlığı sakatlanmış insanlar çıkarılır; sonra da timsah gözyaşları ve yerine getirilmeyeceği bilinen vaatler eşliğinde konu geçiştirilir.
Bu kez yer Sakarya; tren vagonları tabutluğa dönüştü. Bilim ve teknoloji düşmanlığının, gericiliğin, popülizm ve arabeskleşmenin son örneği; Amerika ve Türk ortak yapımı AKP hükümeti; kendi deyimiyle bir “ilk”e daha imza atıyordu. 1890’larda yapılan platformların üzerinde, sadece boyanıp makyajlanan trenlerin hızı 50–60 km.’den 150 km.’ye çıkarıldı. Ve sonuçta 38 insanımız yaşamını yitirirken 70’i aşkı insanımız da yaralanmıştır.
Dün, işçileri tehdit eden, kamu emekçisini “yan gelip yatmak”la suçlayan T.Erdoğan’ın; bugün, kazayı soran muhabiri tehdit etmesi bir rastlantı değildir. Ve sanıldığı gibi bunun kaynağı “Kasımpaşalılık” da değildir. Sırtını emperyalist tekellere ve işbirlikçi sermayeye dayanan Erdoğan, gücünü oradan almaktadır. Demiryoluna karşı; özellikle petrol, lastik ve otomotiv sektöründen gelecek desteği bilmektedir.
AKP, bu ülkede insan yaşamını yok saymayı alışkanlık haline getiren hükümetler dizisinin son halkasıdır; katliamın güncel nedenidir. Bu, yıllar önce halkın karşısına geçirilip radyasyonlu çay yudumlatılan ve Karadenizlinin yaşamında kanser oranını arttıran bakanın durumundan farklı değildir.
Bu, bilimi salt kendine/tercihlerine hizmet ettiği oranda tanıyan, gerekmesi halinde ise, bütünüyle sırt çeviren, kar için kan ve can isteyen bir duruşun sonucudur. Bu, kapitalizmdir. Bu, rekabetin öneminden, özelleştirmelerden, kapitalizmin kerametinden söz eden; bunun için tüm şarlatanlık yollarını deneyen ve çoğu kez göz boyamayı da beceren duruşun suçüstü yakalandığı andır.
Bilim adamlarından, teknik elemanlardan, sendikalardan gelen uyarıları kulak arkası eden Tayyip Erdoğan;kapitalizmin insandışılaştırıcı etkinliğinin, 2000’li yıllardaki ürünüdür.
Kaza gününden itibaren yapılan açıklamalar; dolaylı tehditler, efelenmeler; iktidarın sınıfsal karakterini yansıtıyor ise de bir yanıyla da halkın ellerini yakasında hissetmiyor olmanın rahatlığı sözkonusudur. Bunda; bananeciliğin, edilgenliğin, kendi gücüne inançsızlığın rolü büyüktür.
Sömürücü egemenliğin hiçbir biçimi halkın örgütlü gücünden üstün değildir. İktidarın tasarlayacağı bir sonraki katliamın kurbanı olmadan harekete geçmeli ve ellerimizi, hesap sormak için birleştirmeliyiz. Ölümün veya yaralanmanın sebep olduğu acılarla yüreği yanan halkımızın acısı acımız; öfkesi öfkemizdir. Hesap soracağız.
“Doğa ve insan haklarını en fazla ihlal edenler asla hapse girmez. Onlarda cezaevlerinin anahtarları var.”(Eduardo Galeano)
“KAPATILAN KAPILAR” NEYİ KORUYOR?
Paraguay’ın başkenti Asuncion’da bir süpermarkette çıkan yangında 400’ün üzerinde insanın öldüğü açıklandı. Bu kadar çok sayıda insanın ölmesine güvenlik görevlilerin yağma olur düşüncesiyle kapıları kapatmasının yol açtığı belirtiliyor. Ölenlerin sayısının yüksekliği ve yangından sağ kurtulanların anlatımları bu iddianın gerçeklere dayandığını gösteriyor. “Yangından sağ kurtulan Rosa Resquin adlı bir kadın, birilerinin ‘Kapatın’ ve ‘Kimse para ödemeden çıkamaz’ diye bağırdığını duyduğunu söyledi.” (Milliyet)
Güvenlik görevlilerine kapıları kapatın emri muhtemelen mağaza sahipleri ya da onları temsil eden yöneticiler tarafından verilmiş olmalı. Mağaza sahibi ve onun temsilcileri açısından çalınabilecek mal insan hayatından daha değerli, güvenlik görevlileri açısından –en azından giydikleri üniformanın etkisiyle dünyaya mağaza sahibi gibi bakmaya başlayanlar dışında– ise öyle olmasa da malların çalınmasına engel olamama, işini yitirmesine yol açabilecek bir neden olarak görülmekte. Sonuç olarak olaya sebebiyet veren kişilerin basiretsizliği olarak açıklanacak ve onlardan en garibanlarının ve bazen çok açığa çıktığı için işletme sahibinin cezalandırılmasıyla kapatılacak benzeri çokça olan bir dosya olacak bu da. İnsan hayatının kar ile tartıldığı terazide hep yukarıdaki kefede olmasının nedenleri tartışılmayacak. İnsan emeğinin ürünü olan malların onu üreten insandan daha değerli hale gelmesinin “sırrı” incelenmeyecek.
“İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar” (Marx)
İnsanların değersizleşmesi, insani niteliklerinden giderek soyundurulması olduğu kadar bir bütün olarak insanın değersizleşmesidir de. Özel mülkiyete dayanan üretim süreci insanı tarihsel süreç içinde önce emek aracından, sonra emeğinin ürününden koparmış ve sonra üretim araçlarının sahipliğini elde eden mülk sahibinin çıkarları doğrultusunda üretim aracının bir uzantısı durumuna getirmiştir. Sistem kar etme amacının penceresinden bakar her şeye. O pencereden bakıldığında bir insanın değeri, bu amaca katkısı oranında belirlenir. Katkı yoksa değer de yoktur. Değersiz bir şey için de uğraşmaya değmez.
Bu sistemde yangında ilk kurtarılacak olanlar insanlar değil, tezgahtaki mallar olacaktır elbette. Ve ancak kapitalizme kapılarını kapattığı zaman tezgahtaki maldan daha değerli hale gelebilecek insan hayatı!..
ÇAĞIN VEBASI: AIDS, ÇAĞLARIN VEBASI: KAPİTALİZM
AIDS ‘Çağın Vebası’ olarak adlandırılan bir hastalık. Veba tıbbi bilgi ve tedavi yöntemlerinin çok geri olduğu Ortaçağ’da kitlesel ölümlere yol açan salgın bir hastalıktı. Ortaçağ insanı onu çaresiz bırakan bu salgın hastalığın yıkıcı etkisi karşısında korku içinde bir köşeye siner ve bu salgının sona ermesini beklerdi.
Henüz tam ve kesin sonuç alınamasa da AIDS’e karşı üretilmiş tedavi yöntemleri, ilaçlar mevcut. Ancak söz konusu ilaçlara ulaşamamak AIDS’i yoksul insanlar nezdinde veba niteliğinde bir felaket haline getiriyor. Çağın Vebası yakıştırmasını bulanların yol açtığı bir sonuç bu, üretimin her türlüsünü daha fazla kar etme hırsının başat alanları haline getiren kapitalist sistemin.
İnsanın en çaresiz halini bile paraya tahvil etme gayreti içinde olan tekeller, yoksul ülkelerin; ilaç fiyatlarını ucuzlatmazsanız söz konusu ilaçların aynısını biz üreteceğiz tehdidi karşısında geri adım atmışlardı. Bu çerçevede Dünya Ticaret Örgütü’nün aldığı karara göre; gelişmekte olan ülkeler ilaç tekellerine ait patentli ilaçlar yerine ucuz ilaçları kullanabiliyorlardı. Hindistan, Brezilya ve Tayland’da üretilen ucuz ilaçlar yoksul ülkeler tarafından satın alınabiliyordu bu kararla. Ancak şimdi zararın neresinden dönersek kardır anlayışıyla hareket eden tekeller hamileri olan ABD eliyle, kendilerine ait patentli ilaçların eşdeğerini üreten ülkeleri bundan vazgeçirmeye çalışıyor. Bu yılın Haziran ayı sonunda Tayland’la ikili ticaret görüşmelerine başlayan ABD anlaşmaya “sıkı tedarik kısıtlamaları” maddesi koydurarak hükümete ait ilaç kurumlarına lisans verilmemesini sağlamaya çalışıyor.
Diğer yandan ilaç tekelleri patenti kendilerine ait ilaçların eşdeğerinin üretilmesinin yasal hale gelmesiyle oluşan tehlikeli durumu bertaraf etmek için adımlar atmakta. Bu adımlardan birini atan ABD ilaç tekeli Abbott Laboratuarları’nın İcra Kurulu Başkanı Miles White’nin açıklamaları kapitalizmin insanlığın başında ne büyük bir bela olduğunu açıkça ortaya koyuyor. White hiç kar etmeseler de Afrika’da AIDS ilaçlarını kendilerinin üreteceklerini ifade ediyor:
“Eğer AIDS’in en yaygın olduğu yoksul Afrika’ya göz yumarsak, bu gelişme Çin, Hindistan ve Latin Amerika için de örnek oluşturabilir ve onlar da ‘Afrika’da üretiliyorsa neden biz üretmeyelim?’ diyebilirler. AIDS ilacının çok değişik ucuz jenerik versiyonları ile dolu bir dünya, ilaç sanayii ve iş dünyası için çok kötü olur.” (Financial Times’tan aktaran Meral Tamer, Milliyet 17 Temmuz 04)
İnsan yaşamını daha fazla kar etme amacı içinde hesaba katılacak bir veri olarak bile kabul etmeyen bu yaklaşım ne söz konusu yönetici, ne de onun yöneticiliğini yaptığı tekelin öznel değerlendirmesi olarak nitelenebilecek, burjuva kalemşörlerin sevdiği deyimle, “münferit bir hadise” değil elbette. Bu yaklaşım, temelini dünyayı doymak bilmez kar ihtirasıyla talan eden kapitalizmden alıyor, önüne geçilemediği takdirde insanlığı yok edecek bu çağların vebasından…
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)