GERÇEK GÜNDEM OLGULARIN RÖNTGENİNDE GİZLİDİR
Bilindiği gibi emperyalizmin dünya ölçeğindeki varlığıyla beraber bir “dünya sistemi”nden söz edilir oldu. Ne var ki, ’90 sonrasında saldırı ve çıkarların küresel boyut aldığına dair daha somut veriler dışa vurmaya başladı. Bugün geldiğimiz noktada en mikro sorunun en makro olgularla ilintisini kurmayı gerektirecek denli bir iç içelik, bir emperyalist müdahale söz konusu. Bu müdahale oranının son krizle beraber arttığını, hemen her gelişmede emperyalist aktörlerin izine rastlandığını söyleyebiliriz.
Bölgede Türkiye’nin yaşadığı yoğun trafiğin ve A.Davutoğlu faktörünün arka planına daha önce değinmiştik. Ne var ki Türkiye’de AKP’nin bölgede Türkiye’nin rolünün nerede başlayıp nerede bittiği, büyük resim içinde net olarak ortaya konamadığında, sapla samanın karıştığını, “cambaza bak cambaza” dercesine aklı ve gözleri oyalayıp asıl amacına ulaşan güçlerin işinin kolaylaştığını, hatta bu algı tuzağına devrimci/sol çevrelerin de büyük oranda düştüğünü gördük.
Bugün artık sistemin küresel boyuttaki krizini ve ABD’nin rolünü kapsamayan bir resimde Türkiye’deki veya Ortadoğu’daki gelişmeleri doğru okumak olası değildir. Ayrıca, olguların fotoğrafını değil, röntgenini çekmek gerekiyor. Böyle bir röntgende, sistemin kendi ihtiyacı bağlamında attığı adımlardaki “değişim”in niteliğini, hangi ihtiyaca bağlı olarak atıldığını ve neden “ona ilişerek” halk kesimlerinin yıllarca uğruna bedel ödenen beklentilerinin karşılanamayacağını görmek mümkün olacaktır. Yoksa sürekli olarak, ormanı değil, önümüze çıkarılan ağaçları tartışır durumda olacağız.
SORU: Bu bağlamda, gündemin röntgenini çekmek üzere, sırasıyla sormak gerekirse; Türkiye’yi bölgede ABD için daha aktif bir taşeron, bir kâhya durumuna getiren ihtiyaçlar nelerdir? Bu rol Türkiye’yi, birilerinin iddia ettiği gibi küresel aktör yapar mı?
CEVAP: T.Erdoğan, Fransa ziyareti öncesinde Le Figaro Gazetesi’ne verdiği demeçte “Bence Taliban ile bir masa etrafında oturmak lazım.” dedi. Örneğin böyle bir uzlaşı masasına Türkiye’nin karar veremeyeceğini bilmek için, bırakalım emperyalist sistemin gereklerini ve Afganistan savaşını hazırlayan nedenleri, uluslar arası siyasetin ABC’sine vakıf olmak yeterlidir. Kaldı ki bu tür arabulucu hamlelerin nedenine Gates, “Türkiye önemli, çünkü İran’la konuşabiliyor.” diyerek işaret etmişti.
Aynı zamanda, Suriye, Irak, İran, vb. ülkelerin yeni dönem gereği sisteme entegrasyonu Türkiye üzerinden düşünülüyor. Sürecin doğru kavranması, öncelikle bu adımların kimin ihtiyacı olduğu sorusunun yanıtlanmasından geçiyor.
Mesele tek başına enerji veya doğal kaynaklar da değildir. Amerikan emperyalizminin sacayaklarından biri ekonomik güçse, diğeri jeopolitik hegemonyadır. Bu bağlamda Afganistan’daki varlığı, sadece bölgenin doğalgaz zengini olması ile açıklamamak, jeopolitik boyutu da dikkate almak gerekiyor.
Bu olgulara, ekonomisi bağımsız olmayan bir Türkiye’nin bölgesel güç olamayacağı gerçekliği de eklendiğinde, kimin kimlere hizmet ettiğini görebilmek daha kolay olur.
Süreci yürüten AKP, yine işlevi gereği yer yer tribünlere oynuyor. Örneğin İsrail’le atışarak, hem Müslüman ülkelerle diyalogda elini güçlendirmiş hem de tabanına tutkal taşımış oluyor. Tabii ajandasındaki emperyalist mürekkepli notların uygulanışını da mekanik bir kurguya indirgememek gerekiyor. Ordu gibi kurumların veya milliyetçilik gibi olguların geriletilerek istenen rotaya sokulması, inişli/çıkışlı bir süreçtir. Bu süreçte yer yer AKP’nin, kendi siyasal hesaplarını da sürece içerdiği, bir taşla iki kuş vurduğu veya bal tutan parmağını yaladığı oluyor.
Seksen yıllık bir paradigmanın değişimi söz konusu. Bunun neden ve nereye kadar değiştiğini/değişebileceğini okumanın yanında, yerine ikame edilenin, alternatif değil muadil olduğu, hatta faşist kurumlaşmanın işlevselleştirildiği görülmediği sürece, olguları doğru takip edip, doğru tavır geliştirmek adeta olanaksızdır.
SORU: Türkiye’de tesis edilmekte olan yeni sistem, yeni kurumlaşma, bugün hangi aşamada?
CEVAP: Bunu bir inşaat olarak düşünürsek, kaba inşaatın tamamlandığını söyleyebiliriz. Tabii bu inşaat olgusunun niteliğine/kapsamına açıklık getirmek gerekiyor. Bunun için yanıtı, yaşanan gelişmeler eşliğinde vermekte yarar var. EMASYA Protokol’ü, MGSB, vb. üzerinden kopartılan fırtınalar; ıslak imza, balyoz darbesi, kozmik oda, vb. tartışmalar hep bu kapsamda gelişmelerdir.
Polisiye ayrıntılar eşliğinde her olguyu bütünden kopararak, medyada yapıldığı gibi tartışmak yerine, o adımdan neyin amaçlandığına, büyük resim içindeki yerine bakmak doğru sonuçlara varmayı sağlar.
Devletin iç örgütlenmesi, ekonomik çerçeve, siyasal model tamamlanmak üzeredir. Devleti oluşturan mekanizma ve kurumlarda “istenilen model” şekillenmiş görünüyor. Ordu, Emniyet, Yargı gibi çevrelerden hala belirli oranlarda direnç gelse de, Türkiye’nin emperyalist/kapitalist sistem içindeki yerinin belirlendiğini ve “mayınsız topraklar” haline getirildiğini, bu bağlamda geri dönüşü olmayan bir noktaya varıldığını söylemek mümkün.
Türkiye, bir taraftan “üretim üssü” olarak düşünülürken, bir taraftan da Ortadoğu denkleminde diğer ülkelerin Türkiye üzerinden entegrasyonu hedefleniyor. Yapılan tüm atraksiyonlar, Türkiye’deki değişim, çatışmalara ve kimi kurumların çatışıyormuş gibi gösterilmesi, yeni inşaatın alt yapısının tamamlanması içindir. Görev bu olunca, Türkiye’de iş yaşamı, ekonomik alanlar, enerji alanları, vb. buna uygun şekillendiriliyor. Tabii bunların içinde belki de en önemlisi, Türkiye’nin bir üretim üssü haline getirilecek olmasıdır.
SORU: Krizle doğrudan ilintisi olduğu görülen bu “üretim üssü” meselesine sonradan dönmek üzere sormak gerekirse, krize dair son gelişmeler ve dünya ölçeğindeki etkileri açısından neler söylenebilir?
CEVAP: Öncelikle bu krizin, bölgesel değil küresel olduğu ve sistemin yapısal nitelikleriyle doğrudan ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda dönem dönem borsadan veya kimi ülkelerden gelen “iyimser” rakamlar yanıltmamalıdır. “Yunanistan’ın sorunları aslında Almanya’nın sorunlarıdır. Almanya’nın sorunları aslında ABD’nin sorunlarıdır. ABD’nin sorunları ise aslında dünyanın sorunlarıdır.” diyen Waller Stein’in dikkat çektiği gibi gerçekte, nedenler bağlamında biri diğerini suçlasa da kriz, bir bütün halinde sistemin krizidir. Ve oranı farklı olsa da Çin dahil hiçbir ülke bu krizin sonuçlarına karşı aşılı değildir.
Krizle beraber dünyanın ekonomik göstergeleri büyük oranda doğuya kaydı. Rusya, Çin, Hindistan, ekonomik canlılık sebebiyle önce çıktı. Hatta o bölgeden gelen olumlu haberler, krizin atlatılabileceğine dair iyimser bir havanın oluşmasına neden oldu. Ne var ki bu yanılsama, uzun sürmedi. ABD ve Avrupa’dan gelen olumsuz haberler, krizin devam ettiğinin ve karamsar tablonun süreceğinin göstergesi oldu.
ABD Merkez Bankası, faiz oranlarında 0,5 puanlık bir artışa gitti. Peşinden Çin de faizleri arttırdı. Bunun nedeni, ekonomideki canlanmanın kontrol edilmesiydi. Krizin bu aşamasında artık, özellikle egemen ülkeler, belirli bir perspektif oluşturmuş durumda. Bunun odağında korumacı önlemler olacaktır. Örneğin Fransa, Peugeot’un Türkiye’de yatırım yapmasını engelledi. Bunun için ülkesinde yapacağı yatırımlar karşılığında çeşitli kolaylıklar sağlandı. Benzer korumacı önlemler, farklı ülkelerde de uygulanıyor. ABD’nin sosyal güvenlik ve sağlık alanındaki iç hamlesi de bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Diğer taraftan, emperyalizm açısından kriz demek, radikal önlemler demektir. Radikal önlemler denince de akla doğal kaynaklar ve petrol üzerinde tam denetim geliyor. Bu da Ortadoğu ve İran’ın yine emperyalist hesapların odağında olacağının gösteriyor.
AB içerisinde özellikle merkez ülkelerde nispi bir rahatlama gözlense de, önlem ve arayışlar devam ediyor. Birliğe sonradan katılan ve krizden daha fazla etkilenen ülkelerin sıkıntılarını sırtlanma konusunda bir çekimserlik gözleniyor. Bunun yerine örneğin Rusya ile bir blok oluşturma eğilimi daha ağır basıyor. Böyle bir blok, Çin’le rekabet edebilmek açısından Rusya’nın da Avrupa ülkelerinin de çıkarına görünüyor. Bu yakınlaşma/uzlaşma eğiliminin devamı olarak şimdilik; Almanya, Fransa gibi ülkelerin destek vermemesi sebebiyle NATO’nun genişlemesinin Karadeniz’le sınırlı kalması beklenmelidir.
SORU: ABD’nin son dönem Çin ve hatta İran’la dahi dengeye oynaması, “yumuşak geçiş”i tercih etmesi, bu gelişmelerle ilişkilendirilebilir mi?
CEVAP: Daha önce Irak bağlamlı değerlendirmede de söylediğimiz gibi içerde yaşadığı sorunlar ABD’yi bir süre için dışarıda “yumuşak geçiş”lerle zaman kazanmaya zorluyor. Dış ticaret açığı her yıl artarak büyüyen ABD; sağlık sistemini, askeri yapısını ve sanayi sistemini yeniden yapılandırmakla karşı karşıya. Bu nedenle, yakın vadedeki politikasını, “olası rakipleri bir yandan sıkıştırıp büyümelerini engellemek, diğer taraftan kendi sorunlarına çözüm üretmek” olarak özetleyebiliriz.
ABD ile Çin uzun süreli bir balayı dönemini geride bıraktı. 1980-2000 yılları arasında hedef, iş gücü maliyetlerin aşağıya çekilmesiydi. Bu süreçte Çin, bunu başarıyla uygulayan ülkelerden biri oldu. ABD bu durumdan memnundu. O dönemde Çin ile ABD arasındaki ilişki kazan-kazan boyutundaydı. Ne var ki batıdaki istikrarsızlığa rağmen, Çin’in her yıl artarak devam eden büyümesi, ihracatını arttırması, birikimlerini hızla yatırıma dönüştürmesi, kendi dışındaki emperyalist odakları rahatsız etmeye başladı. Zaten krizin ortaya çıkışında etkili olan politikalardan biri de –Çin gibi- ucuz iş gücünün olduğu bölgelere üretimin kaydırılmasıydı.
Kriz sürecinde doların, düşük faiz nedeniyle değerinin düşmesi, elinde büyük miktarda tahvil bulunduran Çin’in ve Rusya’nın zararına oldu. Yüz milyar dolarlık kayba uğradığını söyleyen Çin, bir karşı hamle olarak, yüz milyar dolarlık ABD’ye ait tahvilini piyasaya sürdü ve borsada yaşattığı %10’luk keskin düşüşle ABD’ye tahvilleri elinden çıkardığında ne olacağını gösterdi. ABD ise Çin’den Yuan’ın değerini yükseltmesini istiyor. Böyle bir artış, maliyetlere yansıyacak ve dolayısıyla Çin mallarının fiyatlarının artmasına sebep olacak, rekabet şansını azaltacaktır. Bu çerçevede Çin’e doğrudan veya dolaylı çeşitli baskılar uyguluyor. ABD Savunma Bakanı’nın Tayvan Silahlı Kuvvetleri’ne ait eskimiş uçakları yenileyebileceğini ve 400 yeni uçak vereceğini açıklaması da bu kapsamdadır. Son dönemlerde Hint Okyanusu’nda yaşanan korsanlık faaliyetlerinin arkasında (en azından göz yumma bağlamında) ABD’nin olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunu, Doğu Asya’da gemi yoluyla yapılan ticareti engellemek, bir çok noktada Çin’i sıkıştırmak olarak okuyabiliriz. Böylece o bölgede deniz yolu ihracatını güvensiz ve sorunlu olduğu imajı yaratılıyor. Çin-Hindistan ekonomik deniz yolu olan bu güzergahın üzerinde ABD’nin bölgeye bütünüyle hakim Dio Garcia üssü var. Buna rağmen korsanlığın bu boyutta olması düşündürücü. ABD, gerek bu güzergahta gerekse genel boyutta, Çin’in enerji kaynaklarına ulaşımını engelleyerek de baskı kurmaya çalışıyor.
Tüm bu adımlar, baskı ve dayatmalar karşısında Çin’in geri adım attığı, sindiği söylenemez. Aksine bir çok ülkeyle girdiği ilişkileri geliştiriyor. En son Japonya ziyaretinde başbakanın birkaç saat içinde İmparator’dan randevu alarak görüşmesi dikkat çekiciydi. Geleneklere göre aylar önce alınması gereken randevu Japonya’dayken, birkaç saat içinde alınmıştır. Japonya, teknoloji üretimi açısından ABD ile boy ölçüşecek boyutlardadır. Çin de bu konuda, ABD tehdidine karşı, Japonya ile ilişki geliştiriyor.
ABD ile Çin arasındaki gerilim, İran’la ilişkilere de yansıyor. Çin’in en büyük sorunlarından biri enerjidir. Son yıllarda, enerji açığını nükleer enerjiyle giderme eğilimi arttı. Nükleer enerjinin karbon salınımı da yok. Çin, petrole bağımlılığı azaltacak olan bu alana da yatırım yapıyor. Gerek bu konuda gerekse petrol ve doğalgaz konusunda İran’la girdiği ilişkiler ABD’yi rahatsız ediyor. BM aracılığıyla, İran’ın işlenmiş petrolünü dahi pazarlamasını yasaklamaya çalışıyor. Çin ise, enerji sorunu için en uygun kaynak olarak Basra Körfezi ve İran’ı görüyor. Ambargoya aldırmadan son dönemde İran’la 25 Milyar dolarlık yatırım anlaşması yaptı. ABD, Türkiye’nin bu konuda yapmış olduğu anlaşmayı engellemişti. Ancak blöfleri Çin’i durdurmaya yetmiyor.
SORU: ABD’nin İran’a dönük yaptırımlarının Çin’le kurulan ilişki dışında nedenleri yok mu?
CEVAP: Aslında İran sorunun birden çok neden eşliğinde tartışmak gerekiyor. Birincisi, emperyalist kapitalist sistemle bütünleşmemiş ülke kalmadığı söylense de hala Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde kapalı ekonomiler var. Türkiye’nin 1950’lerdeki durumuna benzer, kapitalizmin gelişkin olmadığı ülkeler söz konusu. Kriz koşullarında daha önem kazanan, yeni pazar alanları içinde çözüm olacak biçimde bu ekonomilerin sisteme entegrasyonu büyük önem taşıyor. İşte bu ülkelerden biri de İran’dır. Belki bugünden yarına olmaz. Ama, bir taraftan –özellikle Türkiye üzerinden- entegrasyon ön görülürken, diğer taraftan ambargo uygulaması ve nükleer tehdit uyarısı canlı tutuluyor.
Hatırlanacak olursa, bir dönem İran ile ABD için “çatışıyor gibi görünmek iki taraf için de artılar sağlıyor.” demiştik. Aslında bugün de farklı bağlamlarda da olsa “savaşacakmış gibi görünmek” iki tarafı da kazançlı kılıyor. Böyle yaparak çevre ülkelere silah teknolojisi satan ABD; AB dahil çeşitli ülkeleri İran tehdidine karşı ortak tutum bağlamında kendi etrafında tutuyor. İran da ise radikal İslam’ın gücü egemen sınıfların işine geliyor. Bu gücün motivasyon kaynağında ve egemen güçlerin ayakta durma gerekçelerinde “ABD karşıtlığı” büyük rol oynuyor. Bu bağlamda İran ile ABD arasındaki sürtüşmenin devam edeceğini, ama sıcak çatışmaya dönmeyeceğini söylemek mümkün.
SORU: Peki, İran’daki nükleer sorun da bir abartı mı?
CEVAP Bütünüyle abartı olduğu söylenemez. İran, uranyumu zenginleştirebileceğini gösterdi. Bunu ürettikten sonra silaha çevirmek tali bir sorundur. Ne var ki atom bombası üretse dahi, bunu yükleyebileceği ne yeterli uçak teknolojisi ne de füze sistemi var. Uzun süreli ambargo, teknolojisini bir bütün halinde vurmuş/eskitmiş durumda. Örneğin dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olmasına rağmen İran bugün, rafinerilerin kötü durumda olması ve sübvanse edilen benzine aşırı talep nedeniyle dışarıdan günde 130 bin varil yakıt alıyor.
SORU: Türkiye’nin de İsrail’le çatışıyor veya ABD’ye rağmen bölgede iş yapıyor gibi görünmesi, iddia edildiği gibi Yeni Osmanlıcılık veya eksen kayması olarak görülebilir mi?
CEVAP: Türkiye’nin gerek İsrail’e dönük çıkışlarına, gerekse bölgede “etkili aktör”müş gibi görünmesine bugüne dek farklı konu bağlamlarında değindik. Yine de özetlemek gerekirse; Türkiye’nin küresel aktörlere rağmen irade kullandığı, kendi yol haritasını çizdiği intibaı yaratılıyor. Türkiye’nin örneğin İran, Filistin, Rusya vb. konularda ABD ile aynı dalga boyunda hareket etmediği, kendi ulusal çıkarlarını ABD beklentilerini üzerine çıkardığı iddia ediliyor. Buna örnek olarak Türkiye’nin Nabucco ile tam Washington’u memnun etmişken, Rusya çıkışlı Güney Akım Projesi’ne destek vermesi gösteriliyor. Gerçekte ise, sıkça belirttiğimiz gibi bağımlılığı kökleşmiş ve giderek derinleşen Türkiye’nin, bırakalım bağımsız politika üretmesini, tersine “elde avuçta olanı” da yitireceği bir sürece girdiğini söyleyebiliriz. Ve gerçekte, bu “merkez ülke”, “küresel aktör” afra-tafrasının ardında birazda bu gerçekliği gizleme çabası var. Sanıldığının aksine, Türkiye gerek dışarıda gerekse içeride bağımlılığını arttıran bir sürecin içine girmiş durumda. Bölgede verilen taşeronluk görevinden başlarsak; Türkiye’nin bu alanda etkili rol oynayabilmesi için, İsrail ile sürtüşmesi de ABD ile anlaşamıyor görünmesi de bir ihtiyaçtır. Aynı şey, ABD’nin bir an önce çekilmesini isteyen Irak için de geçerlidir. Irak’ta ekonominin yukarıdan aşağıya yapılandırılması söz konusu. Baas döneminden kalma ekonomik ilişkiler parçalandı, ama diğer yandan aşiretler güçlendi. Aşiret ilişkisinde yukarıdan aşağıya şekillenen bir ekonomik sistem var. Bu ilişkinin parçalanması için aşiretin etkisi altında bulunan tabanda, emeğini satarak geçinme, işçileşme yönünde bir evrilme gerekiyor. Bunun iktisadi anlamı/karşılığı, yaygın kapitalist ilişkilerdir. İşte tam da bu nedenle yaygın üretim tarzındaki kapitalist üretim ilişkilerinin oluşması için Türkiye’deki burjuvazinin tesis kurması, iş yeri açması teşvik ediliyor. Bu, sağlanabildiği oranda, emperyalist tekeller için rant kapısı oluşacaktır. Türkiye’nin Irak’ta iş yapan ufak ölçekli pek çok firmasının olduğu biliniyor. Ve bugün artık, ortak kabine, üçlü mekanizma gibi görünür veya görünmez pek çok araç üzerinden Türkiye, Irak’ın sistemle entegrasyonu için yıllarca sürecek bir denklemin içine sokulmuş durumda.
İşte Irak’taki bu rol nasıl ABD’ye rağmen olmuyorsa/olamazsa, Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarına doğru yayılıp burada siyasal, ekonomik otorite kurduğu görüntüsü ve kendi yolunu çizdiği intibaı da ABD’ye rağmen oluşmuyor. Aksine süreç, ABD’nin çıkarlarıyla tam da örtüşen bir şekilde ilerliyor. Türkiye’nin Irak’ta feodaliteden ve aşiret ilişkilerinden oluşmuş ekonomiyi kırması ve yatay üretim ilişkileri oluşturması; Irak’ı kapitalist sisteme entegre etme çabaları, ABD’nin ve tekellerin çıkarınadır, onların planlamasıdır. ABD’li tekellerin girmek istemediği ufak/orta ölçekli işletmeler kurmak, aşiret ilişkilerinden gelen ekonomik sistemi kırmak, Türkiye burjuvazisine düşüyor. Ekonomik alt yapının örülmesi, işsizlik sorunun ve aşiret ilişkilerinin çözümlenmesi ABD’nin çıkarına, hesap ve beklentilerine uygun bir durumdur. Yeniden yapılanmanın bu hamallık kısmı Türkiye’ye yaptırılırken pastanın büyük diliminin sömürüsü emperyalist tekellere kalacaktır.
Bu süreç bugün uzak gibi görünse de, Türkiye’nin önüne askeri anlamda da görevler yıkıyor. Burjuvazinin Irak’a girişi ve oluşturulacak ticari ilişkilerin ardından, bunların güvenliği Türkiye’nin Irak’ta askeri varlığını da gerekli hale getirebilecektir. Çok güçlü, kökleşmiş aşiret ilişkileri sebebiyle bu, zayıf bir olasılık değildir. Ve ABD’nin temenni ettiği, memnun olacağı bir tasarımdır.
Türkiye’nin Afganistan veya Nabucco dahil hemen hiçbir konuda ABD ile önemli bir çelişme halinde olduğu söylenemez. ABD’nin Afganistan’a muharip asker gönderilmesi konusunda ısrarcı olmaması, Türkiye’nin zaten önemli roller üstlenmiş olması sebebiyledir. Taliban’la diyalogdan, kimi birliklerin eğitim ve denetimine kadar Türkiye çeşitli açılardan Afganistan’da sorumluluk üstlenmiş durumdadır.
Güney Akım Projesi’ne gelince; bu konu yanlış tartışılıyor. Türkiye, Rusya’ya bu proje kapsamında Türk karasuları içine 3-4 mil girme izni vermiştir. Gerçekte ise bunun alternatifi vardı. Rusya hattı birkaç kilometre daha uzatarak gerçekleştirebilirdi. Türkiye, sınır komşularıyla “sıfır sorun” bağlamında bu teklifi reddetmedi ama bu büyük bir işmiş gibi gösterildi. Rusya bu hatla, Romanya, Polonya, Ukrayna gibi ülkeleri bay pas etmeyi, ayrıca batıya düzenli yakıt aktarmayı ve batı teknolojisini kendi doğal kaynaklarıyla birleştirmeyi amaçlıyor.
Kısacası Türkiye bu konuda da ABD ile önemli bir tavır farklılığı içinde olmamıştır. Örneğin İran’la Türkiye arasında petrol bölgesi için yapılan yatırım anlaşmaları, şaşalı bir biçimde basına yansıdı. Ama ambargo nedeniyle tek bir çivi dahi çakılmadı. Sadece doğalgaz alımı konusunda 4-5 milyar dolar civarında bir ticaret söz konusu. Yapıldığı söylenen anlaşmalar, abartıldığının aksine son derece küçük. İran sanayi, ambargonun da etkisiyle gelişmemiş, her şeye aç durumdadır. Örneğin son olarak hurda sayılabilecek cep telefonları ihraç edilmiştir. Bu tür sınırlı ilişkiler dışında, Türkiye’nin bağımsız ilişki geliştirme gücü/koşulu yoktur. İran’a yönelik yaptırımlara karşı çıkmış olması da iç siyaset (referandum, seçim vb.) bağlamlı düşünülmelidir.
SORU: Türkiye’nin üretim üssü olması meselesine dönersek; bu, hangi ihtiyaçlar bağlamında gündeme gelmiştir?
CEVAP: Merkez Avrupa ülkeleri ve ABD açısından yukarıda da belirttiğimiz gibi ekonomide çeşitli açmazlar var. Çin’in düşük ücretleri ve yatırım konusunda sıçraması karşısında farklı bir açılım peşindeler. Kriz sonrasında Türkiye’de %60 gerileyen ücretleri biraz daha gerileterek, Türkiye ile bir blok oluşturup, Çin’le rekabet edebilmeyi öngörüyorlar. Olası böyle bir blok, Türkiye ile girilecek ekonomik ilişkileri işaret ediyor.
Avrupa, 10 yıl içerisinde yaşlanan nüfus ve artan işçi ücretleri sorununu/açmazını Türkiye üzerinden, yatırım yaparak gidermeyi hedefliyor. Gümrük Vergisi ödemeden Türkiye’de yatırım yapması ve malını ihraç edebilmesi Çin’le rekabet edebilme koşulu olarak görülüyor. Türkiye’de işçi ücretlerinin yaklaşık olarak 200 dolara düşmesi ve sendikal mücadelenin aşağı çekilmesinin yanında, işsizlikle mücadelenin MGSB’ye iç tehdit olarak geçirilmesi Türkiye’nin uzun vadeli (kalıcı) olarak garanti verdiğinin göstergesidir. Dünya tarihinde ilk kez işsizlik tehdit olarak algılanıp, böyle bir güvenlik belgesine geçirildi.
İşsizlik, dönem dönem yükselen ve çeşitli iktisadi tedbirlerle aşılmaya çalışılan bir sorundur. Ne var ki bu kez “tedbir”, aşma yönünde değil sebep olabileceği sosyal sorunlara, tepki ve mücadelelere karşı alındı. Bu, aynı zamanda, faşist kurumlaşmada bir çeşit “vida yenileme”/ güçlendirme hamlesidir. “Ben işsizliği tehdit olarak görüyorum. Bundan sonra işsizlikle mücadele bir devlet politikası olacaktır.”, mesajı verilmiş oluyor.
SORU: Anımsanacak olursa, krizin nedenini, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının olduğu yerde üretim yapıp kendi ülkesinde pazarlamak olarak değerlendirmiştik. Bugün Türkiye’nin üretim üssü olarak tercih edilmesi, krize sebep uygulamanın sürdürülmesinin bir başka biçimi değil midir?
CEVAP: Evet, krizin nedenlerinden biri de üretimin başka ülkelerde yapılması ve ülke içinde tüketilmesiydi. Bundan en çok zarar görenler AB ülkeleri ve ABD oldu. Bu politikanın devamında Çin, devasa bir ekonomik güç olarak ortaya çıktı. AB ülkelerinin elinde ne enerji ne de bakir pazarlar var. Çin, pazarların önemli bir kısmını ellerinden aldı.
İlkin Doğu Avrupa ülkeleri, AB’nin bu ihtiyacı bağlamında nitelikli ucuz iş gücü kaynağı ve pazar olarak görüldü. Ne var ki, Doğu Avrupa ülkelerinde nüfusun artmamasına bağlı olarak yaşlı ve sosyalist dönemden kalma sosyal güvenlik bilincine sahip bir toplumsal dokunun olması, AB ülkelerinin üretimi arttırma bağlamındaki beklentilerine denk düşmedi. İşte tam da bu nedenle, ara eleman problemi olmayan, genç işçi nüfusa sahip Çin, Hindistan gibi ülkelerle rekabet edebilmesi için ucuza işçi çalıştırabilecek ve her türlü politikaya “evet” diyen bir ülke olarak Türkiye, tercihen öne çıkmıştır.
Eskiden Türkiye’deki işsiz yığınlar için “niteliksiz” tanımlaması yapılırdı. Bugün ise, tam tersi, nitelikli ve düşük ücretle de çalışabilecek bir nüfus var. Bu bağlamda Türkiye’nin geldiği/getirildiği son toplu durum, AB ülkelerinin krizi aşmak için girdiği arayışlara uygun nitelikler taşıyor.
AB ülkeleri, enerji konusunda yaşadığı sıkıntıyı da Türkiye aracılığıyla aşmayı öngörüyor. Bu konuda bütünüyle Rusya’ya bağımlı konumda olan AB ülkelerinin aksine Türkiye, Rusya’dan, İran’dan, Azerbaycan ve Kazakistan’dan enerji ihtiyacını rahatlıkla karşılayabiliyor. Enerjinin Türkiye’ye taşınması da güvenli yollardan oluyor. Türkiye’den geçen enerji hatları düşünülürse, ne kadar avantajlı olduğu görülür. Bu bağlamda üretim üssü, kaynak avantajıyla beraber düşünülmelidir. Ayrıca Gümrük Birliği anlaşması da AB için bir ayrıcalık olarak sayılmalıdır.
Emperyalist tekeller için önemli olan krizi bir şekilde atlatmaktır. Bu bağlamda üretimin başka ülkede yapılmasının olası yan etkileri ikincil önemde görülüyor. Üretim üssü ve entegrasyon hesapları; Suriye, Irak, İran gibi bakir pazarlara ulaşmayı da kapsıyor. Bu bütünleşmeyle söz konusu kapalı ekonomilerin Türkiye üzerinden AB’ye açılması, AB ürünlerinin gümrüksüz bir şekilde girişi sağlanmış olacaktır.
SORU: Türkiye’de ekonomiyi de kapsayan yeniden yapılanma sürecinin giderek bir sermaye uzlaşmasını da beraberinde getirdiğini söyleyebilir miyiz?
CEVAP: Evet son dönemlerde bunun ipuçlarına dair izlenimler oluşmaya başladı. TÜSİAD’ı memnun edecek gelişmeler yaşanıyor. MGSB’de işsizliğin bir tehdit olarak geçmesi, devlet ihalelerinde istenen şeffaflığın uygulamaya başlaması, sermaye kesimleri arasında uyumlu gidileceğinin işaretidir. Artık ihaleler kapalı kapılar ardında yapılmayacak gibi görünüyor. Örneğin Bursa’da yapılan elektrik dağıtım ihalesinde Çalık ile Nurol kıran kırana çekişti. İhaleyi Nurol’un alması ve bunun TV’de canlı olarak verilmesi, şeffaflık ve “uyumlu gitme” konusunda bir mesajdı.
Türkiye aynı zamanda halen yağmalanması tamamlanmamış bir ülkedir. 600-700 milyar dolarlık bir kaynak söz konusu. Yağmalama karşılığında Türkiyeli sermaye gruplarına da önemli kaynaklar aktarılacaktır. Tek başına Haydarpaşa Projesi için çok büyük meblağlardan söz ediliyor. Bu kaynaklardan da TÜSİAD, MÜSİAD, Yerli ve Yabancı Tekeller nasiplenecektir.
Bugüne dek AKP tarafından AB ve ABD’ye verilen ödünlerin kalıcı hale getirilmesi için hızlandırılmış bir çaba söz konusu. Bu bağlamda Türkiye’de çok hızlı gelişmeler yaşanıyor. AKP’den hızlı ve radikal adımlar atması bekleniyor. AKP de bu radikal dönüşümleri yapabileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Devlette değişen paradigmanın, kalıcı hale getirilmesi amaçlanıyor. Anayasa değişikliği ve kimi reformlar bu çerçevede düşünülmelidir. Bu konuda TÜSİAD’la bir anlaşma ve işbirliği sağlanmış görünüyor. Bir anlamda, pastadan nasiplenme karşılığında yağmaya ikna edilmiş durumda.
SORU: 2010 Kültür Başkenti İstanbul, adı altında yani kültür kılıfı giydirilerek; bir taraftan sanayi, küçük esnaf, semt pazarları ve yoksul halk kesimlerinin yerleşim yerleri şehir dışına itilmekte, diğer yandan Galata, Haydarpaşa gibi projeler/özelleştirmeler hayata geçirilmektedir. Bu da ülkenin yeni inşaatının içinde değerlendirilmesi gereken bir olgu değil midir?
CEVAP: Evet, gerçekte hiç de masum olmayan bir adıma, kültürel bir kılıf uydurulması projesiyle karşı karşıyayız. Bunun yanında “Avrupai”liğin kimilerinde yapabileceği olumlu çağrışımı da arkalarına alarak, bir süredir “Kentsel Dönüşüm” adıyla sürdürülen mülklerde el değiştirme, saldırı ve tasfiyelere meşruiyet kazandırma çabası söz konusu. Bu kapsamda Haydarpaşa, Galata gibi kentsel kamusal alanların özelleştirilmesi de, sanayinin ve küçük esnafın (Karaköy, İMÇ, Üsküdar, Kent merkezlerindeki semt pazarları, vb) kent merkezlerinden uzaklaştırılması da, yine kent merkezi ve çevresindeki yoksul, emekçi halkın şehir dışına itilmesi ve bu alanların sermayeye peşkeş çekilmesi de yer almaktadır.
Bir fırsat olarak yansıtılan, yağma ve peşkeş çekme ağırlıklı proje, içine halkın da çekildiği kültürel etkinlik ve şenliklerle renklendirildi. Gerçekte ise bu, ancak söz konusu yağmadan pay alacaklar için bir fırsattı. Bu bağlamda da elbette, asıl hedefin; kaba inşaatı biten Türkiye’nin yeni talan ve kapsamlı yağması için büyük şehirlerinin, finans şehirleri haline getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
SORU: “Doğu Karadeniz Küçük Hidroelektrik Santralleri Kalkınma Projesi” kapsamında 2000 adet mikro Hidroelektrik santralinin yapımından söz ediliyor. Bunun gerçekleşmesi halinde işletmelerin enerji ihtiyaçlarını kendi öz kaynaklarıyla sağlayacağı iddia ediliyor. Gerçekten bu proje, enerji ihtiyacı ile ilintili midir; yoksa yine bir yanıltma hamlesiyle mi karşı karşıyayız?
CEVAP: Söz konusu projenin, ekolojik korumada öncelikli ilan edilmiş bir bölgenin talanı anlamına geleceğini bir tarafa bıraksak dahi; sözü edilen bölgede o santralleri kullanabilecek ne sanayi ne de yatırım var. Elde edilen enerjinin o bölgede tüketilmesi olanaksız. Bu bağlamda HES Projesi’nden de amaç, bölgenin talana açılması ve tatlı su kaynaklarının birilerinin elinde toplanmasıdır. Ayrıca, yapım sırasında küçük sermaye gruplarına, belirli oranlarda kaynak aktarımı da sağlanmış olacaktır.
SORU: Peki tüm bu “Teğet geçme” iddialarına rağmen, Türkiye’de ekonominin gidişatını ve muhtemel sonu nasıl tanımlayabiliriz?
CEVAP: Türkiye’de krizi güçlü bir mali yapıyla karşılayan bankalarda bile son dönem bir daralma gözleniyor. Devlet tahvillerinin faizlerindeki düşüş, bankaların karlarını düşmesini beraberinde getirdi. Bankacılık sistemi, yeni riskler alınarak (Konut Kredileri, Kredi Kartları, Bireysel Krediler, vb.) açılmıştı. Ama bu alanda bir zorlanma göze çarpıyor. Bugün 6 bankanın sendikasyon kredisi için hızlı bir şekilde kredi aramalarından, bankacılık sistemini büyük bir krizin beklediği anlaşılıyor. Türkiye dahil, dünyadaki hemen her ülkenin 2010-2011’de finans problemleri yaşayacağına kesin gözüyle bakılıyor. ABD, krizle beraber dışa vuran “karşılıksız kağıtlar”ın bedelini kendi ülkesinde ödeyerek finans sistemini rahatlatmıştı. Şimdi ödeme sırası bu kağıtları ellerinde bulunduran ülkelere gelmiş durumda. ABD’ye dönecek bu karşılıklar için tüm dünya ülkeleri adeta topun ağzında. TÜSİAD’ın İMF ile anlaşma yapılmasını isteme nedenlerinden biri de buydu. Ne var ki AKP, İMF yerine süreci farklı önlemlerle (yağma, talan vb.) ile karşılama eğiliminde. Yapılması amaçlanan anayasal değişikliklerle, daha önce Danıştay’dan dönen Galataport ve Haydarpaşa ihaleleri yine gündeme gelecek. Ayrıca birer banka kasasına dönüşmüş ve yeniliklerle cazip hale getirilmiş İDO, İGDAŞ gibi kurumların satışına veya teminat gösterilmesiyle kredi bulma yoluna gidilecektir. Enerji Santralleri de dahil, Galataport ve Haydarpaşa Projeleri’nden büyük bir kaynak bekleniyor. Böylece İMF’ye gitmeden piyasalarda kısmi bir rahatlama öngörülüyor. HSYK ve Danıştay için düşünülen düzenleme büyük oranda bu nedenle aceleye getiriliyor. Ne var ki hesaplar tutsa dahi, krizin mülklerde erimeye sebep olması ve özellikle konut kredilerinin ödenememesine bağlı iflas ve el değiştirmeler beklenmelidir. Daha bugünden örneğin tarım alanlarında, kredilerin geri ödenememesine bağlı açılan davalar, hacizler, el koymalar patlama yapmış durumda.
Gerçekte ne AKP’nin yağmaya güvenerek krizi ötelemesi ne de emperyalizmin üretim üssü, entegrasyon biçimindeki projeleri Türkiye’yi düze çıkarma amaçlı değildir. Ve sonuçta Türkiye, insanlarının işinin olduğu ama alım gücünün çok sınırlı hale geldiği; bir lokma ekmeğe, bir şişe süte ulaşma güçlüğünün çekildiği bir ülke haline gelecektir.
SORU: Bugün solda bile hemen her gelişme AKP ile açıklanır duruma geldi. Türkiye’nin kaba inşaatından tutalım da, en son CHP’ye yapılan müdahaleye kadar tüm bu gelişmeleri AKP ile açıklamak mümkün mü? Ya da bu değişim kimin ihtiyacı?
CEVAP: AKP’nin kadro gücü ve sermaye bağları itibarıyla belirli bir özgünlüğü olsa da, olguların doğrudan AKP ile (AKP’nin niyet ve imkanları ile) açıklanması, bakış açısını, dolayısıyla da görebilme kabiliyetini sınırlar. AKP, yürütme gücüdür; hükümettir. Bugün Türkiye’de yapılan değişimi de değişimin önündeki engelleri de AKP ile açıklamak; hem AKP’yi abartmak, hem de sistemi/devleti AKP’den ibaretmiş gibi göstermek anlamına gelir ki bu, gelişmeleri kavramayı güçleştirir.
Bunu daha önce de Cumhuriyet Mitingleri, 28 Şubat, vb. gelişmelerde gördük. Olguları, algıyı yönlendirenin gözlere/kulaklara servis ettiği mesajlar üzerinden değerlendirmek, sorunun kaynağına inilmemesine neden oluyor. Örneğin Başbuğ, Gül ve Erdoğan’ın köşkte yaptığı “Balyoz” bağlamlı zirve, bir “uzlaşma” olarak değerlendirildi. Doğrudan bir uzlaşma vardı. Ne var ki uzlaşma, 3 generalin tutuksuz yargılanmasına indirgenirse, boyutu da niteliği de ıskalanmış olur. Birincisi, mesele, onu önceleyen takvim eşliğinde (Saldıray Berk olayı, vb) irdelenmesi; ikincisi, “uzlaşma”nın bir sermaye boyutunun olduğu da dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda öncelikle, Türkiye’de ne oluyor, bu kadar müdahale niye; emperyalizm, Türkiye’de ne yapmaya çalışıyor? “Kaba inşaat”ın bittiğinden söz ediliyor; nedir bu kaba inşaat, mevcut gelişmelerle nasıl bir bağı vardır? Bunlar cevaplanmadan yapılan tartışmalar, kısır bir çerçevede kalır.
“Devlet, AKP’ye göre çözüme daha yakındır.” veya “AKP Kürt sorununun demokratik çözümü önünde en büyük engeldir.” dediğimizde, sanki emperyalizm eksenli düşünülen bir demokratik çözüm var da bunu AKP engelliyor gibi bir sonuç çıkar. Gerçekte ise, büyük resimde sadece Kürt sorunu yok, sadece Türkiye de yok. Ve yapılmak istenenin çözüm değil tasfiye olduğu açıkça ifade ediliyor. Buna rağmen, Türkiye’deki “yürütme” olarak AKP’nin, genel plan içindeki tercihlerini aleyhte kullandığından söz edilebilse de bu, toplam içinde tayin edici boyutta/rolde değildir.
Bush döneminde 5 Kasım 2007’de Oval Ofis’te kararlaştırılan tasfiye planı, Obama ile güncellenerek devam ediyor. Yani plan nasıl ABD’li Cumhuriyetçilere ait değilse, AKP’ye de ait değildir. Bu türden planların, hükümetlerle/partilerle açıklanamayacağı, siyaset biliminin, devlet-toplum, devlet-devlet ilişkisinin en bildik gereklerindendir.
Tam da bu bağlamda, son olarak “Baykal’lı kaset” ile yapılan operasyonun doğru okunması büyük önem taşıyor ve öncelikle, magazinle malul olmayan bir yöntemi gerektiriyor. Benzer gelişmelerde söylediğimiz gibi, polisiye bir filme öykünürcesine, hafiyece meraklar eşliğinde yapılan tartışmalar yerine, söz konusu müdahale; kimlerin yararına olduğu noktasından hareketle, amaçlanan siyasal sonuçlar bağlamında değerlendirilmelidir.
ABD, geçmişte beklentilerinin karşılanmasında tıkanan veya yeterli/gerekli sonuçlar üretmeyen rejimlere karşı darbe düzenlerdi. Bugün artık siyasal düzeneğin bütününe değil, istenmeyen noktasına “fiske” vuruyor. Baykal’lı kaset ile yapılan müdahale de bu kapsamdadır. Bunun için kullanılan aracın “Fadime Şahin-Müslüm Gündüz ilişkisi” olması ile “ıslak imza, suikast girişimi veya kaset” olması arasında öz itibarıyla bir fark yoktur. Fiili kimin gerçekleştirdiğinden çok, kimlerin bunun siyasal sonuçlarından yararlanacak olmasıdır önemli olan.
Bir süredir Türkiye’nin “yeni inşaatı” karşısında direnç gösteren CHP’nin, küresel sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden biçimlendirilmesi amaçlanmaktadır. Ehlileşmiş bir ana muhalefet de diyebiliriz. Elbette bu, “ha” deyince olmaz; ama, etkili hamlelerden biri gerçekleşmiş görünüyor.
Yapılan müdahalenin, AKP’ye (geciktirdiği, ipe un serdiği kimi konularda) aba altından sopa gösteren bir yanı olduğunu da söyleyebiliriz. ABD’nin gecikmeye de, işlerin istediği gibi gitmediği kimi noktalardaki dirence de tahammülü yok. “Kaba inşaat” büyük oranda tamamlanmıştır. Küresel sermayenin (emperyalizmin) her talebine “evet” diyen bir sistemin oturtulması ve kazanımların kalıcılaştırılması için, gerektikçe bu tür müdahaleler yapması/yaptırması beklenmelidir.
24 MAYIS 2010
DEVRİMCİ HAREKET