I-Küresel Ekonomi Politik Işığında Dünya ve Türkiye
Sermaye güçlerinin, dolayısıyla ekonominin bugünkü küresel boyuttaki ihtiyaçlarını anlayabilmek için, ilkin “neyin sona erdiğine” bakmak gerekiyor. Aslında teknolojinin, üretici güçlerin ve üretim araçlarının gelişimi, emek üretkenliğinin hızlı biçimde artışı bizatihi tekellerin kârlarını artırıcı bir faktör olarak işlev görse de egemen sınıflar hiçbir zaman emeği daha ucuza mal etme, emeğin maliyetini asgariye indirme eğiliminden vazgeçmedi. Ve kârı artırmanın en etkili araçlarından biri olan üretim araçlarını geliştirmenin yanında, emeğin daha da ucuzlatılması politikasını temel aldı.
Friedman+Reagan’la ifadesini bulan ve sermaye güçlerinin yüklerinden arınarak kontrolsüz bir saldırganlığa geçmesinin adı olan neoliberalizmin, istihdamın esnekleştirilmesini dolayısıyla da ücretlerin kontrolünü ve sınırlanarak aşağı çekilmesini eksene alması, bugüne dek uzanacak sürecin en temel niteliklerindendir. Bu, süreç içinde neyin sona erdiğinin de ifadesidir. Vaktinde dünya ölçeğinde sosyalizmin varlığının kitlelerin tercihi üzerinde etkili olması ihtimaline karşı, dolayısıyla da sınıflar mücadelesinin gereği olarak gündeme getirilen “sosyal devlet” uygulaması, artık sona ermiştir. Hatta bu alanda bir rövanş alma sürecinden dahi söz edilebilir.
Bugün yaşananlar, 1980’de başlatılan “emeğin istihdamının yeniden düzenlenmesi”nin finalidir. Türkiye açısından ve Özal’ın deyimiyle söylersek, “ücretler üzerinde disiplin kurulmadan 24 Ocak kararlarıyla öngörülen ekonomi politikalar uygulanamazdı.” Bu bağlamda 24 Ocak kararları neoliberalleşmenin ilk adımıdır; politikaları, “devlet çözüm değil sorundur” biçiminde yansır. Gerçekte buradaki devletin “sorun olması” veya küçültülmesi meselesi, devletin halka sosyal soluk aldırma işlevinden vazgeçilmesi, devletin rolünün sermayenin kârının maksimize edilmesi yönünde kullanılmasıdır.
1980’lerden sonra ABD emperyalizmi, neoliberal politikalar eşliğinde ve mevcut ilişkilerle hegemonyasını sürdürürken 90’lı yıllara mükemmel bir olanakla girdi. Çünkü Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte önündeki çeşitli engeller ortadan kalktı. Bunlardan birincisi, sosyalizmin dünya ölçeğinde büyük oranda tasfiyesiyle birlikte güçlü bir rakipten, kapitalizmin alternatifi bir sistemden kurtulmuş olmaktı. Böylece, emek sömürüsünün daha da azgınlaştırılabilmesinin önündeki en büyük engel, devre dışı kalmıştı. İkincisi ve belki daha da önemlisi, uluslararası emperyalist kapitalist sistemin pazar alanının dışına çıkmış olan dünyanın üçte birine yakın bir bölümünün tekrar emperyalist kapitalist pazara açılmasıydı. Kapitalist yağma açısından “bakir” sayılan bu alanlar, muazzam bir sömürü kaynağı oluşturdu. Bu avantajlar eşliğinde ABD’nin o dönemde büyüme hızının yüzde 4’lere-5’lere kadar çıktığını görüyoruz.
2000’lere doğru uzanan ve artık dünya genelinde güçlü bir rakibin olmadığı bu süreçte, ABD emperyalizmi bütün dünyaya kapitalizmi tek bir model, evrensel bir üretim tarzı olarak sunabildi. Diğer taraftan sosyalizm umudunun bile ortadan kalkmasıyla, emekçilerin çok daha geri koşullarda üretim yapmaya zorlandığı, emek kazanımlarının hızla tasfiye edildiği bir sürece girildi.
Güçlü örgütlenmelerin olmadığı ülkelerde bu adımlar çok daha radikal ve hızlı bir şekilde atıldı. Ama emek mücadelesinin geçmişe ilişkin güçlü deneyimlerinin olduğu Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde bu süreç biraz daha yavaş bir seyir izledi. Ancak özellikle geçmişte çok iyi eğitilmiş bir işgücüne, güçlü kadrolara sahip olan, sosyalist deneyimlerin yaşandığı Çin, Rusya gibi ülkelerde önce kısa süreli bir bocalama gözlendi, sonrasında ise emperyalist kapitalist sistemin doğrudan desteği ile bir çeşit yağma eşliğinde özel mülkiyet sistemine geçildi. Özellikle Çin’de ve Rusya’da, düşük ücret ve aşırı tekelleşme eşliğinde hızlı bir gelişme yaşandı.
Reel sosyalist zeminde yaşananlar, başlangıçta emperyalist kapitalist sistem içerisindeki egemenlerin işgücü maliyetini ucuzlatabilmesi için güçlü bir araç olarak görüldü. Çünkü o ülkelerde elde edilen ucuz tüketim maddeleri gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçilere sunularak onların çok daha ucuza ihtiyaçlarını karşılamalarının sağlanması, kendi işgücü maliyetlerinin düşmesini beraberinde getirdi. Bu, her iki tarafın da kazanıyormuş gibi göründüğü bir süreçti. Gelişmekte olan ülkeler diye tanımladığımız ucuz işgücüne dayalı olarak gelişen ve daha sonra BRICS diye tanımlanan ülkeler grubunda üretim hızlı bir şekilde arttı ve artan bu üretim, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işgücünün karşılanmasında kullanıldı.
2007-2008’li yıllara kadar süreç bu şekilde her iki tarafın da memnun olduğu tarzda gelişti. Ancak 2008’e gelindiğinde artık uluslararası pazarda bu ticaret döngüsü ters (ABD vb. ülkelerin aleyhine) sonuçlar doğurmaya başladı. Gelişmekte olan ülkelerin dünya pazarında ele geçirdikleri konum, sadece ucuz tüketim maddeleri üretimiyle sınırlı kalmadı ve giderek üretim araçlarının üretimini, yeni bir sermaye birikimini ve pazarda daha büyük bir alanın kontrolünü beraberinde getirdi. Bu da söz konusu ülkelerde yeni bir merkezi siyasal otoritenin varlığına ve daha özgün, bağımsız politikalar üretilmesine yol açtı. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan ülkelerde büyüyen burjuvazi, ülkenin yöneticilerini kendi talepleri doğrultusunda politika üretmeye zorladı.
Başlangıçta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki merkez bankaları, sorunların çözümünde bulmuş olduğu temel araçlardan birisi finans kesimlerinin olanaklarını hızla yaygınlaştırmaktı. Çünkü özellikle Rusya ve Çin gibi ülkelerde devlet mülkiyetindeki tesislerin hızlı bir şekilde özelleştirilmesi sürecinde bu ülkelere korkunç bir kaynak aktarılması gerekti. Ve bu aktarılan kaynaklar Avrupa Merkez Bankası’nın, Amerika Merkez Bankası’nın karşılıksız olarak basmış olduğu euro ve dolarlardı. O dönemde dünya neredeyse Amerikan Merkez Bankası Başkanı’nın deyimiyle dolara boğuldu. Ve devamında, 2007’lerin sonunda başlayıp 2008’lere uzanan, oldukça güçlü iflaslara/çöküşe yol açan bir süreç yaşandı. Dolayısıyla da artık bu şekildeki bir politikanın sürdürülemez olduğu ortaya çıktı. Yine de bu krizin çok büyük alt üst oluşlar olmadan atlatılmasında Çin’in dünya ölçeğinde hammadde, ara madde, enerji gibi kaynakları adeta yutan talebinin rol oynadığı söylenebilir. Aynı zamanda euro ve doların dünya ölçeğinde değişim aracı olması da krizli koşullarda bu ülkelere bir avantaj sağladı. Ne var ki bu süreçte içinde Rusya ve Çin’in olduğu BRICS ülkelerinin, adım adım alternatif arayışına girdiği gözlendi. Bu, aynı zamanda 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin tüm kurumları ve işleyişiyle domine ettiği sürecin sorgulanmaya başlandığının hatta sonuna gelindiğinin işaretiydi.
2. Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist kapitalist sistemin hegemonya kurmasında en büyük araçlardan birisi savaş sonrası oluşan dengeler ve onun uluslararası kurumlarıydı. Başlangıçta uluslararası kurumlar BM kontrolünde dünya barışının korunması, böyle bir yıkıcı savaşın tekrarının önlenmesi gibi iddialarla kurulduysa da çok kısa sürede söz konusu kurumlar, emperyalist kapitalist sistemin tahakkümünü kalıcı hale getirmeye yarayan araçlar haline geldi. İşte 2008’lerden sonra özellikle BRICS ülkeleri bir taraftan bu kurumları sorgularken diğer taraftan alternatiflerini de oluşturmaya başladı.
Bugün küresel boyutta yaşanan en büyük sorun, emperyalist kapitalist sistemin başat rol oynayan aktörlerinin bugüne kadar dünyada kurmuş oldukları sistemin sorgulanıyor ve giderek parçalanıyor olmasıdır. Bu aynı zamanda yeni bir paylaşımın, saflaşma ve kutuplaşmanın habercisidir. Örneğin, 2015 Ekim’inde imzalanan Trans Pasifik Sözleşmesi ile hazırlık aşamasında olan Trans Atlantik Sözleşmesi, aslında emperyalist kapitalist sistemin başat aktörlerinin kendi pazarlarını/alanlarını, uluslararası ilişkilerde gelişmekte olan diğer kesimlerin ürünlerine karşı koruma çabasından başka bir şey değildir.
Sermaye-sermaye, emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmekte olduğu bu süreç, Ortadoğu’da olduğu gibi sıcak savaş içeren yanıyla, ticari anlaşmalarla, canlı bomba gibi enstrümanlarla veya emeğin kazanılmış tüm haklarının boy hedefi yapılmasını da içeren çalışma koşullarının yeniden tanımlanması ile bir bütün halinde değerlendirilmelidir. Bu bütün, dünyada ve Ortadoğu’da emperyalizmi, Türkiye’de ve Cizre’de faşizmi birbiri ile ilinti içerisinde değerlendirmeyi, dolayısıyla da yeni düzenin neden kaçınılmaz olduğunu anlamayı da içeriyor.
II-Yeni bir düzen neden kaçınılmaz?
Emperyalizmin başat konumundaki ülkeleri yeni dönemde bir açmazla karşı karşıya kaldı. Bir çeşit paradoks söz konusu; bir taraftan, Trans Pasifik gibi anlaşmalarla pazarlarını ucuz ürünlere karşı kapatıyor, diğer taraftan dünya pazarında rekabet edebilmek için ucuz ürün üretme ihtiyacı devam ediyor. İşte tam da bu noktada yapacakları üretimleri, BRICS vb. ülkelerdeki üretimlerle rekabet edebilir seviyeye getirmek için kendi ülkelerindeki işgücü maliyetlerini aşağı çekmeleri gerekiyor. Tabii bu salt ücret düşürmeyle sınırlı değil, emek mücadelesinin yaklaşık 150 yıllık kazanımlarının boy hedefi yapılması söz konusu. Hatta kimi ülkelerdeki bazı demokratik haklar yaklaşık 200 yıllık bir mücadelesinin ürünüdür. Bu süreçte sendika hakkı, sigorta hakkı, grev, tolu sözleşme hakkı, vb. dahil akla gelebilecek hemen her kazanımın tasfiyesini içeren bir düzen tasarımından söz edebiliriz.
Bu yeni düzeni, yaklaşık 150 yıldır böyle bir şey görmemiş olan toplumlara anlatmak çok zor. Ancak Fransa’da olduğu gibi emekçiler bizzat kendi deneyimleriyle bunu yavaş yavaş görüyorlar. Satın alma gücü düşüyor, işten çıkarmalar kolaylaştırılırken işe dönüşler (yargı yolu) zorlaştırılıyor, çalışma/mesai saatleri uzatılıyor. Bu, egemen sınıflar tarafından rekabet edebilmenin ve ayakta kalabilmenin zorunlu koşulu olarak görülüyor.
İşte bugün sorun, oldukça ileri teknolojilerle üretim yapabilen, gelişmiş pazar payına, güçlü bir sermaye ve teknolojik birikime, sermaye piyasasına ve bankacılık sistemine sahip ülkelerde bile hızlı bir geriye doğru düşüş yaşanıyor olmasıdır. Bu koşullarda bizimki gibi sermaye birikimi yetersiz, teknolojik birikimi olmayan, ürettiği bütün ürünlerdeki teknolojiyi ithal etmek zorunda kalan, güçlü bir bankacılık sistemi bulunmayan bir ülkenin bırakalım rekabeti, ayakta durma koşulu bile tartışılır hale gelmektedir. Ve tabii ki sermaye güçleri bu gerçekliğin farkındadır.
Bugün Türkiye’nin en büyük ihracat kapısı Avrupa’dır; o da otomotiv sektörüdür. Ve bunu sürdürebilmenin yolu AB’nin ihtiyaç duyduğu tarzda bir sürecin parçası olmaktır. Tam da bu nedenle Türkiye, Trans Atlantik Sözleşmesi’nin bir biçimde bileşeni olmazsa ucuz işgücüne dayalı olarak yapmış olduğu ihracatı AB’yle sürdürme şansı yok. Bu gerçekliğin bilincinde olan egemen sınıflar, Trans Atlantik Sözleşmesi’nin bir bileşeni olabilmek için deyim yerindeyse can atıyor ve Erdoğan’a/AKP’ye bu konuda baskı yapıyor.
Görüldüğü ve kimilerinin sandığı gibi sermaye-devlet-hükümet ilişkisi ters kurulmamış yani dayatıcı konumda olan Tayyip Erdoğan değil tekelci sermayedir. Dolayısıyla da saray rejimi, Erdoğan’ın dar bağlamda kişisel ihtiyacının değil sermayenin beklentilerinin/programının gereği bir düzenlemedir; savaş eşliğinde gerçekleşmekte olan Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye versiyonudur; emperyalizmin yeni sömürge ülkeye izdüşümüdür; faşizmin kalıcı ve açık biçimidir.
Bunlar, soyut/teorik tartışmalar değil, olup bitenin doğru anlaşılması ve doğru yerde, doğru hedeflere karşı saf tutmak için bilinmesi zorunlu gerçeklerdir.
Bilinir ki serbest oya dayalı seçimler varsa daima oy sahiplerinin bir biçimde bazı kurumlar aracılığıyla aşağıdan yukarı talepleri egemen çevreye, onların siyasal örgütlenmelerine ya da parlamentoya bir biçimde yansır. Serbest seçimler ne kadar biçimsel olursa, aşağıdaki oy veren geniş halk kitlelerinin beklenti ve talepleri yukarıya doğru o oranda daha az yansır. Bir seçim sistemi ne kadar biçimsel, tabanı temsil etmekten, oy veren kitlenin taleplerinden ne kadar bağımsız olursa egemen sınıflar bu yapı içerisinde kendi taleplerini o kadar kolay dayatabilirler. Bugün AKP eliyle iradenin tekleştirilmesinin ve dokunulmazlıklar dahil Meclis’in işlevsiz hale getirilmesi adımlarının ardındaki sınıfsal gerçeklik budur.
Haziran Hareketi, eğer yel değirmenlerine veya daraltılıp kişiselleştirilmiş, dolayısıyla da bir benzeriyle ikame edilebilecek geçici hedeflere değil doğrudan sisteme ve sahiplerine saldıracaksa; itirazı da alternatifi de bu sınıfsal gerçekler üzerine bina etmeli, günübirlik aklın, azla yetinmenin ötesine geçmelidir. Unutmamak gerekir ki “Asgari direnç çizgisini izleyen kendi direncini kaybeder.” (Lenin)
III- Üçüncü Yılında Gezi
Gezi’nin dersleri ve sürdürülebilir mirası üzerinden yol alan Haziran Hareketi’nin 2. Türkiye Meclisi toplanırken, aradan geçen sürenin ve tecrübenin eşliğinde Gezi’nin ne olup olmadığını anımsamak, çeşitli bağlamlarda yararlı olacaktır.
Gezi, öncelikle sınıfsal bakış açısıyla bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Sınıfsal bakış açısı, bir yanıyla da arka plan okumaktır. Olgunun özüne inip öz-biçim ilişkisi kurmaktır. Ağaca da ormana da bir arada bakabilmektir. Bunu yapamadığımızda sıkça rastlandığı gibi olgular, kişiler üzerinden anlatılır ve bir çeşit magazine çevrilir. Hatta bunun kimilerince bilinçli olarak yapıldığını söyleyebiliriz. Örneğin Sur’a baktığımızda sadece hendek meselesini, sisteme baktığımızda sadece Tayyip Erdoğan’ı görmemiz için, sürecin tekelci sermayeye dair yanı, yani sınıflar mücadelesiyle ilgili boyutu gizleniyor. Veya Suruç, Ankara gibi saldırılarda, “egemen sınıflar ne yapmak istiyor da bu türden katliamlara başvuruyor?” sorusu yerine, “IŞİD’liler yaptı” deyip geçmemiz isteniyor.
Konuyla ilişkilendirerek söylersek, Koç’a baktığımızda kimilerinin söylediği gibi “Gezicilerin dostu” olarak mı göreceğiz yoksa bu ülkede faşizmin müsebbiplerinden sömürücü bir zorba olarak mı? Bu sorulara doğru yanıt vermeyi olanaksızlaştıracak şekilde aradaki ilişki, aradaki diyalektik koparılıyor. O halde bize öncelikle o diyalektiği sağlamak, parça-bütün, öz-biçim ilişkisi kurmak düşüyor. Bu, aynı zamanda sınıfsal bakış açısıdır.
Sınıfsal bakış açısı yitirildiği/ıskalandığı oranda Gezi, Erdoğan karşıtlığına indirgenir; bugün Sur’da Cizre’de olup bitenler hendekle açıklanır ve Saray rejimi salt Erdoğan’ın ihtiyacı olarak görülür. Suriye’de olup biten ile Sur’da olup biten arasında bağ kurulamaz. Gerçekte ise Sur, bir hendek meselesi değil bir sistem meselesidir. Benzer şekilde Gezi’de ayağa kalkan insanlar yalnızca Erdoğan’a değil sisteme karşıydı; yeni bir dünya istiyordu. İşte Gezi’ye bu bakış açısıyla bakabildiğimizde kişiselleşmiş veya magazinleştirici yanı bir tarafa koyma daha net, daha somut ve anlaşılır şeyler söyleme şansımız olur. Bunun için, öncelikle doğru sorular sormak ve Gezi’yi sınıfsal perspektifin dışına kaymamış başlıklar altında incelemek gerekiyor. Bu türden incelemeler/araştırmalar, gerçekte Haziran Hareketi’nin işlevi/sorumlulukları arasındadır. Bu yazı kapsamında bizlerin öne çıkaracağı tanım ve başlıkların, aynı zamanda kapsamlı bir değerlendirme için de zemin oluşturacağına inanıyoruz.
III-A) Gezi nedir?
1- Gezi, farklı parçaların bir bütün, farklı güçlerin bir bileşke kuvvet oluşturması halidir.
2- Gezi, hem itiraz hem alternatiftir; hem barikat hem komündür; komünün barikatlarla tahkim edilmesidir; dertlerin de ifade edildiği, çözümlerin de arandığı bir zemindir. İtiraz ve barikatta sınıflar mücadelesi vardır; alternatif ve komünde, gelecek arayışı, sosyalizmin bugüne izdüşürülmesi vardır.
3- Gezi, acil-asgari bir demokratik programın bizzat kitleler tarafından anlatılması, çerçevesinin çizilmesidir.
4- Gezi, benden bize geçiştir; parçalayıcı müdahalelere ve yalnızlaştırmaya karşı dirençtir; kardeşlik ve yoldaşlaşma eksenli bir itirazdır.
5- Gezi, bir demokratik devrimin gerektirdiği boyutta ve çeşitlilikte bir ittifakın kapsam ve çeşitliliğinin somutlanmasıdır.
6- Gezi, emekçidir; sınıfsal bir harekettir; ezilenlerin başkaldırısıdır.
7- Gezi, bir devrim değildir ama bir devrimin önsözüdür.
III-B) Gezi’yi hazırlayan koşullar nelerdir?
Gezi gibi toplumsal süreçlerin bir başlangıç noktası, bir tetiklenme anı vardır. Ancak bu, toplumsal olayları, Gezi gibi direnişleri, onları hazırlayan koşullardan kopararak, neden-sonuç ilişkisi kurmadan ele almaya sebep olmamalıdır. Örneğin Tunus’ta Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, seyyar satıcı Muhammet Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamış gibi görünse de gerçekte yaşananların daha kapsamlı ve geçmişten bugüne uzanan, giderek biriken nedenlere dayandığı biliniyor. Bu türden gelişmeleri, ilk tetiklendiği noktadan hareketle, tekleştirip daraltarak değerlendirmeye kalktığımızda, olup biteni anlamakta-açıklamakta güçlük çekeriz. Gerçekte aniden patlak vermiş gibi görünen toplumsal olaylar da onları önceleyen dolaysıyla da hazırlayan bir birikimin üzerine oturur.
Erdoğan’ın giyime, yaşama, inanca, doğuma, kürtaja vb. karışması elbette Gezi’yi hazırlayan nedenler arasında sayılmalıdır. Ancak tüm bunların oturduğu daha büyük bir resim, bir ekonomi politik vardır.
O süreçte en genel anlamıyla hatırlarsak, bir cunta döneminde dahi dokunulmaya cüret edilmemiş haklara saldırıldı, emeğin hakları gasp edilirken, vahşi kapitalizme denk bir kölelik adım adım gerçekleştirilirken, buna demokratik hakların gaspı eşlik etti ve ülkede “sürekli darbe” olarak da adlandırılabilecek şekilde bir açık faşizme geçiş yaşandı.
Sürecin bu boyutu yani Gezi’yi önceleyen koşulların ekonomi politiği atlanarak olup biteni anlayıp açıklamak mümkün değildir. Marks’ın “İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar,” sözünün de doğruladığı bir gerçekliktir bu. Yani Gezi, yalnızca çevre duyarlılığı veya yaşam tarzına müdahalenin sebep olduğu bir tepki değildir. Olayların zirve yaptığı 31 Mayıs bir sonuçtur; o sonuç, daha geriye gitmeden söylersek, AKP ile ifadesini bulan 10 yıllık sürecin halkta biriktirdiği öfkenin ve tepkinin dışa vurumudur. Bu bikrimin elbette Erdoğan’ın şahsıyla veya AKP’nin kimi öznel nitelikleriyle doğrudan ilintisi var. Ancak yine de kapsamlı bir değerlendirme, AKP’nin sınıfsal niteliklerini yani kimlerin yürütme gücü olduğunu ele almayı gerektirir.
O halde önce, “AKP nasıl bir partidir; kimler tarafından hangi ekonomi politikaların uygulanması için göreve getirilmiş bir partidir?” sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Bir başka ifadeyle sorarsak, bugün AKP tarafından uygulanan istihdamın esnekleştirilmesi, geleceksizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması politikaları; kimlerin, hangi sınıfın ihtiyacıdır? Mesela Koç’u, kimilerinin söylediği gibi Divan Otel’den Gezicilere yapılan destekle mi yoksa Erdoğan’a, kendilerine sağladığı avantajlardan dolayı yaptığı teşekkürle mi anmak gerekiyor? Bu sorular bizi, konunun kişiselleştirilmesi, daraltılması, dolayısıyla da magazinleştirilmesi tehlikesinden kurtarır. Onlarca yıl önce Komutan Marcos, neoliberalizm için “yerlilerin ve kadınların alınıp satıldığı bir AVM” demişti. Bugün biz, içine işçileri de emekçileri de katan bu tanıma dayalı olarak “neoliberalizm kimin ihtiyacı” diye sorarsak daha doğru adrese varırız. Böylece de “Gezi, sistem karşıtı değildir yani antikapitalist değildir. Yalnızca düzen karşıtıdır yani AKP karşıtıdır” gibi kendi içinde pek çok yanlış içeren cümleler kurmamış oluruz.
Tam da buna bağlı olarak söylersek, “Gezi küçük burjuvaydı, Gezi orta sınıfların hareketiydi, Gezi apolitikti vb.” biçimindeki tanımların çoğunun kaynağında, sürecin ekonomi politiğinin okunamaması yatıyor.
Bugün ezilenlerin niceliğinin arttığı, çalışan hemen tüm kesimlerin hak gasplarına uğradığı koşullarda, bir harekete veya bir eyleme dair sınıfsallık tanımı yaparken ölçüleri doğru kullanmak gerekiyor. Örneğin bizimki gibi koşulların sertleştiği, sermayenin saldırılarının orta sınıfı da konum ve mülkiyet yitimine uğrattığı ülkelerde küçük burjuvalar, orta sınıflar vb. kesimler ezen-ezilen çelişmesinde ezilenler safında yer alarak sınıfsal içerikli eylemler yapamaz mı? Eylemin içeriği, öne çıkarılan talepler ve itiraz edilen kesimlerin niteliği bu sınıfsallık için yeterli değil mi? Daha da somutlarsak, bu ülkenin işçileri veya işsizleri olmaya aday öğrenci gençlik, sınıfsal nitelikli bir eylem yapamaz mı? Taraftar olarak nitelediğimiz kesimler, sporun dışına çıkan tepkileri ve talepleri ile sınıfsal olamazlar mı; hatta spora sınıfsal açıdan bakamazlar mı?
Eğer “emeğiyle geçinen herkes emekçidir,” tanımını kabul ediyorsak, bu kapsama giren oranın faal nüfus içerisinde yüzde 90’ların üzerinde olduğunu görürüz. Benzer şekilde “işgücünü satarak geçinen herkes işçidir” tanımı bu oranın da sanılandan da yüksek olduğunu gösterir.
O halde biz, eylem alanlarından “toplumsal profil” fotoğrafı çeker veya tanım yaparken, alandakilerin “mavi tulumlu işçiler” olup olmaması ile yetinemeyiz. Hatta şöyle bir soru sormak da yanlış olmaz, aksine yol gösterici olur: “Gezi’de eyleme geçenler içinde üretim araçlarına sahip olup başkalarını sömürerek geçinenler var mıydı?” Bu sorunun yanıtı, Gezi’nin sınıfsallığını anlamada kolaylaştırıcı bir etki yapacaktır.
Özetle söylersek AKP, emperyalizmin özel yetkili partisidir. O parti eliyle, tasarlanmakta olan yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonu gerçekleştirildi. Bunu bugün daha net biçimde Sur’da, Cizre’de, Cerattepe’de, kuzey ormanlarının talanında, kadın ve işçi cinayetlerinde, istihdamın esnekleştirilmesinde görüyoruz.
Gezi’yi hazırlayan koşullar içinde mutlaka solun, sol değerlerin rolüne de değinmek gerekiyor. Eğer 2013 Haziran’ı arifesinde sessiz ve birbirinden habersizmiş gibi görünen kitleler bir anda sokakların en büyük örgütü haline geldiyse, bu geçmişten gelen ve geleceğe uzanan bir ilişki ağının habercisidir. O güne dek halkların özgürlüğü yolunda ödenmiş hiçbir bedelin, üretimlerin ve birikimlerin boşa gitmediğinin göstergesidir.
Kitleler talepte bulunurken de dövüşürken de komün oluştururken de sol değerlerle hareket etmiş, marjinallik yönlendirmelerine aldırmamışsa, bu da süreci önceleyen çalışmalarla beraber düşünülmelidir.
III-C) Gezi’nin dersleri, şifreleri veya sürdürülebilir mirası nedir?
1-Gezi, ezilenlerin aralarındaki tüm farklara rağmen aynı programda ortaklaşabildiğini ve aynı barikatta buluşup dövüşebildiğini, aynı forumda tartışıp aynı mecliste karar alabildiğini gösterdi. Yani birleşik mücadele ihtiyacını soyuttan somuta indirdi. Gezi’nin en önemli dersi, sürdürülebilir en önemli mirası budur. Gezi, bu konuda adeta bir laboratuar işlevi görmüştür. Birleşik mücadelenin neden gerekli olduğunu ve nasıl, hangi kapsamda olacağını deneysel biçimde anlatmış, öğretmiştir.
2- Gezi, kendisinden önceki tüm birlik ve ittifak denemelerinin ötesine geçmiş, daha başarılı olmuştur. Aynı cümle, dünya ölçeğindeki direniş/isyan hareketleri ile Gezi arasındaki kıyaslama için de kurulabilir.
3-Gezi bize, toplumsal muhalefetin parçalı olmasının toplanabilirlik özelliğini yok etmediğini, önemli olanın da farklara rağmen o bütünlüğü sağlamak olduğunu gösterdi.
Mücadelenin bir noktasında Berkin diğer noktasında Medeni vardı. Bir noktasında Taksim diğer noktasında Lice vardı. Hatta bir noktasında Lazkiye diğer noktasında Antakya vardı. O gün belki fiilen tam sağlanamadı ama bu dinamiklerin aynı program etrafında buluşmasının mümkün ve gerekli olduğu görüldü. Bu, bir devrim için olmazsa olmaz koşuldur.
4-Gezi, ne kadar tecrübeli olursak olalım, kitlelerden öğrenmemiz gerektiğini gösterdi; mevcut sorunlarla sistem arasındaki bağı görünür kılmak gerektiğini ve devrimci mücadelenin günlük dile çevirmesinin zorunlu olduğunu öğretti. Mesela Ensar olayında, Laiklik ve Bilimsel Eğitim boykotunda mevcut sorunla sistem arasındaki bağı görünür kılabildiğimiz oranda nasıl başarılı olduğumuzu gördük. Bunu hemen her konuda yapabilmek gerekiyor.
5- Gezi, sol yapıların bu türden bir halk hareketine önderlik etmek için hazır/yeterli olmadığını gösterdi. Ayrıca ilerleyen süreçte, öz örgütlenmenin yanında cephesel örgütlenmenin geliştirilmesi gerektiği konusunda hâlâ önemli eksik ve yetersizlikler yaşandığı görüldü.
IV-Haziran Nedir?
Haziran, tüm halkların örgütlenmesi ve savaştırılmasıdır
Devrimciler, yaşanmışlıklardan öğrenirler; öğrendiklerini eksiklikleriyle beraber değerlendirir ve güncelleyerek geliştirirler.
Geleceği kazanma ve özgürleşme yolunda, Giap’ın dediği gibi eğer tüm halkı savaştıracaksak, öz örgütlenmenin yanında “halk örgütlülüğü” dediğimiz araçlara/organlara ihtiyaç vardır. Bu örgütlenmelere dair bir şablon yoktur. İhtiyaçtan doğarlar ve ülkeye, zamana, koşullara göre biçimlenip işlev kazanırlar. Örneğin 70’li yılların ikinci yarısında gündeme getirilen Direniş Komiteleri, aynı zamanda reel sosyalist uygulamalara dair bir tartışmaya/arayışa denk geldi. Söz konusu sosyalist uygulamalarda rastlanan bürokratik yapı, hemen her devrimci için bir soru işaretiydi; nedenleri ve nasıl aşılabileceği tartışılıyordu. İşte Direniş Komiteleri o tartışmalar bağlamında geliştirilen, gelecekte halk iktidar organları olmaya aday örgütlenmelerdi; onun ön biçimleri, embriyonlarıydı; hem direniş hem alternatif zeminiydi.
Bu türden örgütlenmeler bugünden geliştirildiği takdirde, devrim sonrasında iktidarın halkların oluşturduğu organlara devri daha kolay olur, bu türden bir geçiş için uygun bir zemin ortaya çıkar.
Alternatif örgütlenmeler, aynı zamanda nasıl bir toplum istendiğinin somutlandığı, halkın söz-yetki-karar sahibi olduğu zeminlerdir. Halkla ilişkilerde hem bağların doğrudan oluşumunu sağlar hem de güveni ve inandırıcılığı artırır.
Haziran, toplumsal antikorların çoğaltılmasıdır
Bugün daha net biçimde toplumun, kapitalizmin devamını sağlayacak şekilde dinsel motiflerle örgütlenip yönlendirildiği, gericiliğin kurumsallaştırılarak yaygınlaştırıldığı zeminlerde, sınırlı sayıdaki dar kadro ile alternatif çalışma yapıp sonuç almak olası değildir. Bu nedenle özellikle bu türden zeminlerde, halkın kılcallarına dek sistem zehriyle etkisizleştirilmek istendiği yerlerde, toplumsal antikorların çoğaltılmasının yolu, bir biçimini Haziran meclislerinin oluşturduğu halk örgütlülüklerini geliştirip yaygınlaştırmaktır.
Meclisler, bir çeşit “faşizme-gericiliğe karşı halk komiteleri” olarak toplumsal zehirlenmeye karşı antikorlar olarak işlev görmeli, söz konusu olumsuzluk ( mevcut tablo) bir olumluluğa yani halkın kaderini eline almaya ve düşlerini gerçek kılmaya sebep olmalıdır.
Üç yıl önce Gezi sürecinde, “tarihlerini kendileri yapan” insanlar, bugün geri çekilmiş de olsa, kazanabilmeye olan inancı “Berkin”leştirmiş (sağlamlaştırmış) ve halkta dönem dönem gözlenen suskunluğun, teslimiyet veya faşizme rıza göstermek anlamına gelmediğini göstermiştir.
Bugün belki sokakta yüz binler yok ama AKP’nin tüm temennilerine ve bunun için iktidar imkânlarını kullanarak her yola başvurmasına rağmen, Gezi parantezi kapanmış değildir. Hatta tersine, Haziran’ın direngen kitlesi, bedellerin de ödendiği o sıcak deneyimle donanarak “itiraz ve alternatif” potansiyelini büyütmüştür.
V- İkinci Türkiye Meclisi Sürecinde Haziran
Haziran Hareketi, ülke gerçekliği ve sınıflar mücadelesinin seyri bağlamında, anlaşılır pek çok nedenle hala bir yapılanma/olgunlaşma aşamasındadır. Bu gerçeklik, yapıcı iç tartışmaları önemli kılarken en az o oranda, arayışların kolektif bir ruhla yapılmasını gerektiriyor. Biz bu bağlamda, Türkiye Meclisi sürecinde öncelikle tartışılması, üzerinde kafa yorulması gereken başlıkları anımsatma ihtiyacı duyuyoruz.
1-Sokaktaki aleyhimize olan sınıflar mücadelesi tablosunu nasıl lehimize çevireceğiz?
Haziran Hareketi, ismini 2013 Haziran’ından, insanların yüz binler halinde sokaklara aktığı, ezilenlerin aynı barikatta yoldaşlaştığı bir tarihsel kesitten aldı. Bunu planlı-programlı kalıcı bir niteliğe kavuşturmayı amaçladı. Bugün ise sokaklarda tersi bir tablo söz konusu; AKP, sokaklarda anti-Gezi’yi sağlama konusunda başarılı olmuş görünüyor. Bunda çeşitli nedenlerin rol aldığı söylenebilir.
Peş peşe patlayan bombalar, çeşitli biçimlerde yaygınlaşan örgütsüzlük övgüsü ve örgüt fobisi akla ilk gelen faktörlerdir. Bunun yanında, bir süredir Kürt hareketi tarafından birleşik mücadele adına birleşik mücadele zeminini daraltıcı etki yapan adımların atılıyor olmasının da rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Yine de sıfır noktasında veya çaresiz değiliz. Yapılacak çok şey var. Örneğin Cerattepe gibi Ensar gibi meseleler söz konusu olduğunda uyanan toplumsal duyarlılıkla ve harekete geçen kitlelerle daha doğrudan bağlar kurulabilir. Unutmamak gerekir ki kitleler en iyi eylemde/yaparak öğrenir.
2-Haziran’ın örgütsel bağlamdaki hacmini nasıl büyüteceğiz?
Haziran’ın örgütsel hacmi denince akla öncelikle meclisler geliyor. Haziran’ın bütünü için geçerli olan bir olgu meclisler için de geçerlidir. Bu türden örgütlenmeler ihtiyaçtan doğar ve o ihtiyaca bağlı olarak şekillenir. İhtiyaçla araç/organ arasındaki ilişki doğru kurulduğunda devamlılık da yaygınlaşma da söz konusu olur. Bu bağlamda öncelikle meclislerin soyut mekânlarda zorlama bir araya gelişler olmaktan çıkarılması, amaçlı/işlevli kılınması gerekiyor. İnsanlar kendilerini/sorunlarını ifade edebildiği alanlarda varlık gösterir, o alanları önemser ve sahiplenir. Bu nitelik, oluşum sürecinde de işleyişte de akıldan çıkarılmamalıdır.
3-Haziran’ın halklar üzerindeki etkisini nasıl artıracağız?
Bunu, “Haziran’ın halkla bağlarını nasıl güçlendirecek, halk nezdinde sözü dinlenir hale nasıl getireceğiz” biçiminde de sorabiliriz. Bu, aynı zamanda bir güven ve işlev meselesidir. Halk, bir çeşit çözümsüzlük içinde, pek çok sorunu var. Politik yaşama bu sorunları üzerinden katılımı sağlanabildiğinde hem bağlar daha samimi/inandırıcı bir hal alır hem de atılan adımlarda daha başarılı sonuçlar elde edilir.
4-Bir özgüven ve inanç yitimi söz konusu, insanlar içe kapanmış durumda; bunu nasıl kıracağız?
Madem onlar korkuyu büyütüyor o halde biz cesareti büyüteceğiz. Onlar edilgenliği, teslimiyeti koşulluyor, biz iradeyi-özgüveni ve başkaldırıyı tetikleyeceğiz. Onlar sokakları insansızlaştırıyor, biz insanları sokakla buluşturacağız. İnsanları sokakla buluşturmanın çarelerini arayacağız. Onlar toplumsal dinamikleri parçalayıp insanları en dar bağlamdaki sorunlarına hapsediyor. Biz kapsayıcı ve bütünleştirici olacağız. Bu nedenle, sorun ile sistem arasındaki bağı görünür kılan çabaları önemsemeli bu alana yoğunlaşmalıyız. Ancak o zaman farklı kesimleri aynı hedefe karşı bir araya getirebiliriz. Meselenin özü budur, buna kafa yoracağız. Örneğin Ensar meselesinde sıradan tepkinin veya sadece tecavüze kadar daralmış tepkinin daha da ilerisine geçebilmeli, bunun buz dağının görünen yüzü olduğu anlatılabilmeli ve bu amaçla Haziran Hareketi, basın açıklamalarını aşan bir işlev yüklenmelidir.
Konu, istihdamın esnekleştirilmesi de Ensar da Cerattepe veya Sur da olabilir. Türkiye Kürdistanı’ndaki saldırıların örneğin hendek meselesinden ibaret olmadığı, bir sistem meselesi olduğu dolayısıyla da bir başka bölgede olup bitenden koparılmadan ele alınması gerektiği anlatılabilmelidir.
5-Haziran’ın meclisleri var ama işlemiyor; nasıl işler hale getireceğiz?
Bu konuda belki yeniden büyük keşifler yapacak değiliz. Her mecliste sekretarya gibi çalışan dinamik insanlara ihtiyaç var. Gerektiğinde “hamallık” yapacak gerektiğinde “çağrıcı” ve “tetikleyici” olacak. Bu bağlamda örgütlü yapılara çok iş düşüyor. Uygun gündemler eşliğinde yaratıcı yöntemlerle halkın tekrar sokakla buluşması sağlanabilir. Bu süreçte, gösterilerle yetinmeyip toplumun kılcallarına dek uzanıp halka doğrudan dokunabilmek ve sistemin manipülasyonlarını boşa çıkarmak açısından meclisler “olmazsa olmaz” önemdedir.
VI-Nasıl yapmalı?
Yaratıcı saldırganlığa karşı yaratıcı direniş
Bir süredir iktidar tarafından, kendini sürekli güncelleyen, kapsamlı ve yaratıcı bir saldırganlığa tanık oluyoruz. AKP eliyle ülke, sermaye için dikensiz bir gül bahçesine, halk içinse bir cehenneme çevriliyor; dayatılan deli gömleğini giymek istemeyenler, “örgütlü kötülük” demek olan devletin etkisizleştirici-sindirici baskısına maruz kalıyor veya kriminalize edilerek tasfiye ediliyor.
Giderek çeşitlenip kapsam büyüten topyekûn saldırıya karşı, genel geçer programlar, önceden belirlenmiş mücadele hedefleri yeterli olmuyor. Haziran Hareketi’nin bir süre önce 4 başlık altında mücadele önceliklerini tanımlamış olması, bir isabet içerse de günün/mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Örneğin doğru tespit edilmiş mücadele başlıklarına rağmen, “Kölelik Yasası”nın Meclis’ten sabah erken saatlerde çıktığı gün biz (genelde sol, devrimci-demokrat çevreler) Davutoğlu’nun başbakanlıktan çekilmesinin bir çeşit “siyasal dedikodu” diyebileceğimiz yansımalarını konuşuyorduk. Onlar ise, sınıflar mücadelesi satrancında feda ettikleri piyonu konuşmak yerine daha etkili hamlelerin hazırlanmasıyla meşguldü. Ve bugün bir başka saldırı hamlesi olan; askeri arazilerin, sahillerin ve zeytinliklerin gasp edilmesine, istenilen yere enerji santrali kurulabilmesine yasal zemin oluşturan Elektrik Piyasası Kanunu da Meclis’ten geçmiş durumda. Biz bunları bırakalım önlemeyi, gündeme alamıyor veya Meclis’e hangi yasanın geldiğinin takibini dahi yapamıyorsak; ortada bir sorun, bir eksiklik var; bir şeyler gerektiği gibi planlanamıyor demektir.
“Asgari direnç çizgisini izleyen kendi direncini kaybeder” (Lenin)
Mevcut süreci, tempoyu düşürüp günü kurtararak veya CHP’nin yaptığı gibi saldırgana göz kırpan ortalamacı bir siyasetle karşılamak/göğüslemek mümkün değildir. Gezi, yaratıcı bir direnişti; bugün de Gezi’nin o yaratıcılığı ve yaşayan mirası gibi (o da ölçü alınarak) yaşayan bir program, anında refleks verebilen bir mekanizma ve buna uygun bir işleyiş gerekiyor.
Tüm bu nedenlerle, Haziran Türkiye Meclisi’nin 2. kez toplanıyor olması önemlidir; tüm devrimci-demokrat kesimler için bir fırsattır. Gezi’nin soyuttan somuta indirgediği, ete-kemiğe büründürdüğü; nasıl, hangi kapsam ve çeşitlilikte olacağını gösterdiği birleşik mücadele, artık muhalif tüm toplum kesimlerinin gündemine girmelidir. Sisteme karşı olan ve harekete geçme potansiyeli taşıyan rezerv güçler doğru tespit edilmeli, aynı programda ortaklaşabilmenin aynı barikatta yoldaşlaşabilmenin gerekleri yerine getirilmelidir. Süreç, mücadele ivmesini düşürmeyi değil yükseltmeyi, araç çeşitliliğini ve bileşen çokluğunu gerektiriyor. Tüm zamanların devrimcisi Che Guevara’nın, gerçekçi olurken imkânsızı istemeyi öğütleyen mirası da Gezi’de Berkinlerin, Ethemlerin uğruna yaşamlarını ortaya koydukları değerler de bize bunu işaret ediyor.
Haziran, yeniden doğuma ebelik etmelidir
İktidarın, muhalif kesimleri parçalama ve parçalananı yalnızlaştırıp çaresiz kılma siyaseti, birleşik mücadele ihtiyacını daha yakıcı hale getiriyor. Mevcut toplu durumda çare/çözüm üretmesi gereken devrimciler, eğer kendi zeminlerinde o parçalanmışlığı, yalnızlık ve hiçlik duygusunu yeniden üretir duruma gelirse veya sorunu doğru teşhis edip köklü çözüm üretmek yerine palyatif çözüm kolaycılığına yönelirse, umudu büyütme ve geleceği kazanma iddiası baştan kaybedilmiş olur.
Madem yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor, o halde insanların sisteme değdiği her noktada, günlük yaşamın en sıradan kesitinde dahi sorunlarını ifade edebileceği ve alternatif geliştirebileceği araç ve zeminlere ihtiyacı vardır. Bu, salt öz örgütlenmeyle sağlanamaz. Sorunları da alternatifi de görünür kılmanın yolu, söylem ve dokunma zenginliği oluşturmaktır. Haziran, insanların sorunları üzerinden politik yaşama katılımında bir zemin, bir basamak; biriken öfke ve enerjiyi açığa çıkaran ve yeniden doğumlara ebelik eden bir alternatif yapılanma olabilmelidir.
2013 Haziran’ı arifesinde sessiz ve birbirinden habersizmiş gibi görünen kitleler bir anda sokakların en büyük örgütü haline geldiyse, oradan edinilen derslerle bugün bunun daha iradi ve programlı biçimde gerçekleştirilmesi mümkündür. Bugün, emeğe yönelik kapsamlı saldırılar da Sur’un-Cizre’nin yıkım ve katliam eşliğinde özelleştirilmesi de insanların inancına, nasıl yaşayacağına, doğum yapıp yapmayacağına karışılması da birleşik mücadelenin gerekliliğine dair güncel nedendir; program ve mücadele konusudur.
Haziran Hareketi, yeniden organize olur, organlarını ve işleyişini güncellerken, araç-amaç ilişkisini gözetmeli, programın da örgütlenmenin de yaratıcı bir esnekliğe sahip olduğu bir sürece, yeni bir güne doğru adım atmalıdır.
Gezi’nin en önemli niteliklerinden biri, “ben”den “biz”e geçiştir. Türkiye Meclisi’nde de sonraki süreçte de bu gerçeklik unutulmamalı; “biz”de ısrarın rekabetten, yarıştan ve domine edici, tekleştirici dayatmalardan uzak durmayı gerektirdiği, bir an olsu göz ardı edilmemelidir.
Tüm çeşitliliğiyle toplumsal mücadele Haziran’ın konusu olmalı; Hareket, toplumsal reflekslerin/kalkışmaların en önünde yer almalı, mayalayıcı olmalıdır. Emperyalizmin elini Ortadoğu’dan, faşizmin elini Türkiye Kürdistanı’ndan çekmesi gibi talepler öne çıkarılırken, doğa ve insan mücadelesinden emek mücadelesine kadar tüm alanlarda mücadelenin birleşikliği sağlanabilmelidir.
25 Haziran 2016
DEVRİMCİ HAREKET