Bugün artık hangi konuya değinirsek değinelim küresel boyutta sınıflar mücadelesinden, kapitalizmin geldiği aşamadan, emeğin ve sermayenin durumundan söz etmeden yapamayız. Konu eksik kalır, hatta yanlışa düşülür.
Anımsamaya çalışalım; darbe dönemlerinde tüm muhalif sesler susturulur, tüm itiraz potansiyelleri etkisiz hale getirilir, rant-talan ve yağma grafiği büyür, emek-sermaye çelişmesi sermayenin lehine yeniden düzenlenir, emeğin kazanılmış tüm hakları gasp edilir, var olan örgütlenmeleri de ya dağıtılır ya da işlevsiz hale getirilir.
İşte bugün süreç tam da bu açıdan, böyle bir sınıfsal bağlam içinde okunmalıdır. Aynı zamanda manipülasyon ve algı yönetiminin büyümesi oranında bir karşı duruşa, bir süzgece ihtiyaç vardır. Günlük akıl da görüngüler de yetmez. Bize artık her konuda bir “cambaz” gösteriliyor veya bilgi kirliliği/tuzakları ayağımıza dolanıyor. Bu nedenle Marksist/sınıfsal bakış açısı bağlamında süzgeç, olmazsa olmaz önemdedir.
AKP’nin istismarcı politikaları (Ankara ve Pazarkule örnekleri gibi ucuz emek sömürüsü de istismardır) ile CHP ve İYİ Parti’nin geri gönderme tehdidinden ibaret politikaları arasında sıkışmış göçmen ve sığınmacılar için tutarlı, sınıfsal bir bakış büyük önem taşıyor.
Bu konuya en tutarlı ve gerçekçi çözümü önermesi gereken Türkiye solu, zor bir sınavdan geçiyor. Dünya, sınıflar tablosu değişiyor, öğrendiklerimiz yetersiz kalıyor. Hayatın soruları, çalışılmamış veya eksik kalınmış yerden çıkıyor, ezber ve pratik yetmiyor. Güncel olan o kadar öne çıkmış durumda ki bazen stratejik olanı gölgede bırakıyor, hatta unutturuyor. Kafalar çok karışık, gösterilen cambazla veya görüngülerle gerçek arasında kalınıyor. Bağımsız, sınıfsal düşünce geliştirilemiyor. Bu gerçeklik, sınıfsal bakışı daha da önemli hale getiriyor.
Mülteci, Göçmen, Sığınmacı Nedir?
Mülteci; yaşadığı ülkede ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce, cinsel ya da ulusal kimlik vb. nedenlerle kendisini baskı altında hissederek ülkesini terk edip, başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve bu talebi o ülke tarafından kabul edilen kişidir.
Sığınmacı ise; mülteci tanımında saydığımız nedenlerle ülkesini terk eden ama henüz sığınma talebi, ‘soruşturma’ safhasında olan kişidir.
Göçmen; mülteci tanımında bulunan nedenlerin dışında, çoğu zaman ekonomik gerekçelerle, ülkesini gönüllü olarak terk ederek başka bir ülkeye, o ülke yetkililerinin bilgi ve izni ile yerleşen kişidir.
Hukuksal statü
Türkiye, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden biridir. Ancak sözleşme kapsamında Türkiye’nin koyduğu bir coğrafi sınırlama şerhi mevcut. Bu coğrafi kısıtlamaya göre Türkiye, sadece Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verirken, Avrupa ülkeleri dışından gelen ve sığınma talep eden kişilere “geçici sığınma” imkânı tanıyor.
Suriyeli sığınmacılar konusunda açık kapı politikası izleyen Türkiye, gelenlere “mülteci” statüsü vermemiş, özel bir “misafir” statüsüyle “geçici koruma” altına almıştır. Bu bilinçli/sınıfsal tercihin hangi hesaplara dayandığını, sığınmacıların araçsallaştırılması dahil çeşitli örneklerde gördük.
Tarihçe ve neden
Göçün tarihçesi çok kapsamlı, başlı başına bir konudur. Çalışmamız bağlamında söylersek, göçle başlayan insanlık hikayesi, nedenleri çeşitlenen ve süreklileşen göçle devam ediyor. Emperyalizm başlı başına göç üreten bir sistemdir. Göçe sebep savaşların, açlık ve yoksulluğun, iklim krizi ve benzerinin kaynağında emperyalizm vardır.
Savaşı sınıflar mücadelesi bağlamında okuduğumuzda, kimi istatistiklerin aksine tek bir saniyenin dahi savaşsız geçmediğini söyleyebiliriz. Kaldi ki işgaller, açık-gizli saldırılar, doğa talanı vb. kapsam büyüterek hızlanmış durumda. Kentsel dönüşümden tarımın tasfiyesine kadar çeşitli nedenlerle gündeme gelen iç göçler de konu dahilindedir.
Bugünün tablosu
BM’nin son verilerine göre mülteci sayısı 82 milyonu aşmış durumda. Üstelik kayıtsızlar, tüm zamanların rekoru niteliğindeki bu rakamı çokça aşan boyuttadır. Sayıları gösteren grafikte yıllara göre sürekli bir yükselme vardır. Dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesi, kapışma, yarışma ve paylaşım, daha yaygın bölgesel ve iç savaşların habercisidir. NATO, döneme uygun işlevlerle silahlanmayı büyütürken, bugün de savaş örgütü olarak öne çıkarılıyor. Taşeronları daha aktif biçimde kullanıyor ki bunun başında Türkiye geliyor. Buna, neoliberalizmin sebep olduğu işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik ve güvencesizlik yani ekonomik nedenler eklendiğinde tablo daha da vahim hale geliyor. Bu durum yersizlerin-yurtsuzların sayısını daha da artıracaktır. Yine kapitalizmin yıkımı, tahribatı sonucu doğa felaketleri artmakta, iklim krizi vb. derinleşmekte ve bu da göç potansiyelini artırmaktadır. Kısacası, göç ve mültecilik üreten mekanizma yani emperyalizmin sınıfsal nitelikleri işlemeye devam ediyor.
Her gelişmeyi fırsata çeviren niteliği ile sermaye, bu kez de pandeminin faturasını emekçilerin sırtına yıkıyor. İş gücünün maliyetini daha da düşürmeyi amaçlıyor. Bu süreçte tercih edilen göçmen/sığınmacı emeği azami boyutta istismar ediliyor. Bu bağlamda kapitalist ülkeler artık, mülteci değil ucuza ve güvencesiz çalışacak göçmen istiyor. Bu, bir yanıyla da 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin fiilen işlevsiz hale getirilmesidir. AB Göç ve İltica Paktı, göçmen emeğini sınır dışında eğitmek, depolamak istiyor. Buna en uygun ve hazır ülke ise Türkiye’dir. Bu kapsamda ona verilen tampon görevini üstlenmiş durumda.
Bir süredir asgari ücreti adım adım düşüren ve sığınmacıların araçsallaştırılması üzerinden Türkiye’yi ucuz emek cenneti haline getiren AKP, uygulanabilirliği tartışmalı da olsa, Avrupa Birliği’nin Çin’i, Bangladeş’i yani üretim üssü olma hesaplarında ısrarcı görünüyor. Ekonomik kriz ve pandemi bu süreci hızlandırma fırsatı verdi.
Anımsanacak olursa Türkiye Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği, “Hükümete 500 bin Bangladeşli işçi siparişi verdik ama Suriye göçü başlayınca bundan vazgeçtik. Marmara Bölgesi’ni krizden Suriyeli işçiler kurtardı…” demişti. Bu, Suriyelilerin nasıl kullanıldığının somut göstergesi, itirafıdır. Bir diğer örnek de Türkiye Damızlık Keçi ve Koyun Yetiştiricileri Birliği’dir. Birlik, hükümete 100 bin Afgan çoban sipariş etti.
Tahmin edileceği gibi gelenler ucuz ve güvencesiz işçiler olacaktı. Tekstilcilerin “Bangladeşli” tercihi dikkat çekici. Bilindiği gibi bir süre önce ucuz iş gücü denilince akla Çin geliyordu. Ve “Çinlileştirmeden” söz ediliyordu. Giderek bunun yerini “Bangladeşleştirme” ve hatta “Etiyopyalaştırma” aldı. Özetle sermaye, yeni kölelik alanları, kölelik biçimleri geliştiriyor ve maliyet düşürmeye doymuyor. Bunun yanında sermaye güçleri, göçmen, sığınmacı vb. kesimlerin emeğini sömürmekle kalmıyor aynı zamanda bunları yerli işçilerle rekabete zorlayarak işçi sınıfının kazanımlarını daha da zayıflatıyor.
Dikkat çeken bir diğer istatistik de “İş cinayetleri” içinde mülteci/göçmen işçi ölümleri sayısının yükselmekte olduğudur. Bu da söz konusu emeği kullanan sermayenin avantajlarından biridir. Çünkü bu işçilerin kaydının olmaması iş cinayetinin kolayca örtbas edilmesine ve tazminat ödememeye imkan tanıyor.
Ağırlaşan/artan bedeller ve çözüm perspektifi
Ödenen bedellerin bir yanını “Aylan Kurdi” adlı bebeğin ölümünde simgeleşen göç yolunda can vermek vb. oluşturuyorsa diğer yanını canlı kalınsa da insanca yaşam koşullarından mahrumiyet oluşturuyor.
Türkiye’de her gün 500’den fazla bebek “mülteci” olarak dünyaya geliyor ve son rakamlara göre Türkiye’de doğan mültecilerin sayısı yarım milyonu aşmış durumda. Bu da Türkiye’de statü sorunu da yaşayan sığınmacıların önemli bir kısmının kalıcı olacağını gösteriyor. Kaldı ki geri dönüş, keyfi veya günlük akılla geliştirilen tepki yoğunluklu duruşlarla tasarlanacak bir olgu değildir. Elbette dönmek isteyenler için güvenli geri dönüş koşulları sağlanmalıdır. Böyle bir ortam/zemin oluşturulmadan sığınmacıları geri göndermeye zorlamak kabul edilemez. Bu bağlamda, geri gönderme merkezli değil, hak ve iltica eksenli bir göç politikası geliştirilmelidir. Gerçekte düşmanlaştırıcı yapay kutuplaşmaları da nefret ve hatta şiddet eğilimlerini de durduracak olan bu politikadır.
Gelinen aşamada, olgunun özünden koparılarak cımbızlanmış pratik örnekler üzerinden serzenişte bulunmanın bir anlamı da yararı da yoktur. Aksine, bir arada yaşamın inşa edilmesi ertelenemez bir görev haline gelmiştir. Bu, muhatap tarafların haklarının karşılıklı olarak gözetilmesini gerektiren iki boyutlu bir çözümdür. Bunun için hem mülteci hem de yerleşik toplulukların karşılıklı olarak hazırlanması gerekiyor. Çarpık (istismara ve araçsallaştırmaya dayalı) sığınmacı politikaları nedeniyle aslında hem yerli hem de “yabancı” topluluklar mağdur olmaktadır. Dolayısıyla çözüm konusunda ne yerli halk ne de sığınmacılar dışlanmalıdır.
Göçmen ve mülteci emekçilerin “acınacak etkisiz nesneler” olarak görülmesi, onların lehine bir durum değildir; aksine onlar, uluslararası mücadelenin bir parçası, dolayısıyla da dünyayı değiştirecek üretici özneler olarak görülmelidir; çözüm ufku bu bakışı gerektirmektedir.
Bugün artık mülteciler Türkiye emekçi halklarının bir parçası olarak görülmelidir. 2017 ve 2019 Saya işçilerinin direnişi bunun en tipik örneğidir. Anımsanacak olursa 2017 yılında Adana’da bini aşkın Saya işçisi ‘ücretlerin yükseltilmesi’ talebiyle greve çıkmıştı. Özellikle Suriyeli mültecilerin katılımıyla büyüyen grev kazanımla sonuçlanmıştı. Bu, fabrikalarda sınıf kardeşliğinin nüvelerinin doğmakta olduğunu ve pekala yaşam alanlarında da benzer pratiklerin geliştirilebileceğini gösteriyor. Bu nedenle Türkiye’yi 90 milyon insanın yaşadığı bir ülke olarak görmek ve buna göre emek politikaları geliştirmek hiç de abartılı bir yaklaşım olmaz. Çünkü işçi sınıfı ve halkımızın kurtuluşu ile mültecilerin kurtuluşu ortak bir davadır.
Bugün şayet kayıtdışı şartlarda özellikle tekstil alanında yüz binler çalışıyorsa; Çukurova’da pamukta, Karadeniz’de fındıkta Suriyeli tarım işçileri emek veriyorsa; inşaatlarda, hizmet sektöründe Suriyeli işçilere rastlanıyorsa; diğer bir ifadeyle üretimde de kazada da eylemde de onlara daha sık rastlanıyorsa; ülkemizde emeğe dönük analizler, mülteciler hesaba katılmadan yapılamaz. Tam da bu bağlam içinde “Dünyanın Bütün İşçileri, Ezilen Halklar ve Mülteciler Birleşin!” demek, bugünün sınıfsal gerçekliğini yansıtan çözüm odaklı bir tanımlamadır.
Bu yazı ilk olarak Devrimci Hareket Dergisi’nin 57. sayısı (Bahar 2022) yayımlanmıştır.