“Dehşet, karanlığın içinden çıkar, yapacağını yapar ve karanlığa geri döner.
Bir kadının suratındaki morarmış gözler, boş bir iskemle, paramparça bir kapı, geri dönmeyecek birisi…”
(Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri)
Bu satırlar gibi yazılan veya yalnızca iç geçirir gibi yürek diliyle söylenen acıların yanında, kayda geçmeyen kim bilir ne çok şey yaşandı kayıplar mücadelesinde. İmkânsızla güreşir gibi; hiçlikle, karanlık ve boşlukla boğuşur gibi başladı, anaların kayıpları arayışı. Tecrübe tecrübeyi besledi, umut parçaları bir araya getirildi ve sınırları aşan acılar, gönülleri yoldaşlaştırdı; analar, özgürlük mücadelesinin en etkili bileşenlerinden biri haline geldi.
Bu süreçten, kaybeden ve katleden kesimler gibi kaybedilenlerin safında da deneyim birikimi yaşandı; cellât, kimileyin saldırısını artırdı, kimileyin de araçlarını güncelledi; ana eksenli başlayan kayıplar mücadelesi ise, giderek bir vicdan hareketine, bir onur odağına dönüştü. Sahiplenme ve katılım yelpazesi giderek büyüdü. Bugün kayıpların sayısındaki azalmada veya egemenin şiddet araçlarını inceltme ihtiyacı duymasında bu mücadelenin rolü yadsınamaz.
Ancak yine de tekeller, kâr ve talan hırsından, bunun için başvurdukları doğa ve insan tahribatından öz itibariyle vazgeçmiş değiller; ölüm cezasını “ağırlaştırılmış ölüm”le, sorgu süreçlerindeki fiziki işkenceyi yargılamanın bizzat kendisinin işkenceye döndüğü, komplo/kumpas üzerine oturtulmuş süreçlerle ikame ederek düzenlerini sürdürmektedirler.
Egemenler neden kaybeder?
Egemen sınıflar; adaletsizlik, sömürü ve baskı üzerine kurulu sistemlerinin devamını sekteye uğratacak hiçbir gerçekliğin açığa çıkmasını istemez. Bu nedenle sınıflı toplum tarihinin tüm evrelerinde, doğruları söyleyenleri, değişim isteyenleri, halka öncülük edenleri boy hedefi yapmış; çarmıha germiş, yakmış, işkenceden geçirmiş veya mezarlarının dahi olmasına tahammül etmeyerek kaybetmiştir.
Kaybetmek, sadece fiziki değil, ideolojik ve psikolojik bir saldırıdır; kişinin anılmasına sebep izlerin dahi silinmek istenmesidir; bilinçlerden, gönüllerden ve gözlerden uzak tutmanın amaçlanmasıdır. Bunun bir biçimi Auschwitz’se, diğer biçimi “tedip, tenkil ve tehcirdir,” ihtiyaca bağlı olarak araçların güncellenmesi ama saldırının özünün korunmasıdır.
İşkence yapmak, çarmıha germek, başkalarına ders olacak şekilde cezalandırmak veya kaybetmek; ezenin ezilene karşı sınıfsal duruşunun özetidir. Örneğin Rosa Luksemburg, yargısız infaz edilip bedeni nehre atıldı; Veysel Güney, resmi olarak idam edilip bedeni kaybedildi; ikisinin de mezarının olmaması istendi. Sonradan tesadüfen bulunan Rosa’nın bedeni rahat bırakılmadı, Naziler tarafından mezarı yerle bir edildi. Onun kemiklerine bile tahammül etmeyenler, yıllar sonra onun ve tüm devrimcilerin evrensel yoldaşı Che’nin kemiklerine tahammül etmedi. Mezarına veya ona ait herhangi bedensel bir bulguya ulaşılması önlenmeye çalışıldı.
Başvurulan yöntemlerde de görüldüğü gibi cuntacılar ve genel anlamda diktatörler, sanıldığından da öte birbirine benzerdir. Onlar, toplumu “kurtarma” adına sahneye çıkmıştır; tanımladığı “kötülüklerle” mücadele etmektedir. Bu yolda her şey mubahtır. Sorgu adına bir mevsim işkence yapmak da, Arjantin, Şili vb. ülkelerde olduğu gibi hedef olarak seçilenleri canlı veya ölü halde uçaktan okyanusa atmak da “meşru” yöntemleri arasındadır.
İşte kayıplar mücadelesi, bu gerçekliğin ayırdında olanlarca; kaybedilenleri, hafızalardan silinmek istenenleri yaşatmak üzere gündeme getirilmiştir; yeni kayıpların oluşmasını önlemeyi de kaybedileni çeşitli biçimlerde var etmeyi de içerir. Gerçekte bu, cellâdın oyununu bozmak, yok etmek istediklerini ölümsüzleştirmektir. Bu nedenle mücadele, dar anlamda o kişinin mezarını bulmaktan veya akıbetini öğrenmekten ibaret değildir.
Arjantin, kaybetmede ve direnişte özel bir halkadır
Onları Arjantin’de, 1976-83 yılları arasında hüküm süren askeri cunta döneminde kaybolan çocuklarının peşine düşen Mayıs Meydanı -Plaza de Mayo- Anneleri olarak tanıdık. “Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir,” sözünü de onlardan öğrendik. Solmuş bir resmi karanfillerle çoğaltan, zaman aşımına uğramayan duygu ve arayışlarla güncelleyen annelerdir onlar.
Tutsakların uyuşturulup canlı olarak uçaktan denize atıldığı Arjantin’de anne hareketi, kayıpların başladığı askeri cunta döneminde ortaya çıktı. Mücadeledeki ısrar ve devamlılığı, deneyimlerini sınırlar ötesine taşıdı, benzer acılar yaşayanlara moral kaynağı oldu.
Cumartesi Anneleri, uluslararasılaşan bir mücadelenin Türkiye halkasıdır
Kayıplar olgusu, sanıldığından da eskidir. Egemen sınıflar tarihi, bireysel olanı dahil sisteme her türlü itirazın, alternatif arayışının şiddetle bastırılması tarihidir. Ancak bu şekilde kavramsallaşması, mücadelenin programlı-örgütlü bir biçim alması ile gündeme geldi. Özellikle Latin Amerika’nın adeta bir laboratuara çevrilmesi, kontrgerilla dahil çeşitli deneyler için bir uygulama alanı olarak seçilmesi, kayıplara karşı mücadeleyi de ilkin o coğrafyada gündeme getirdi. Deneyimler birikti ve uluslararasılaştı. İşte Cumartesi Anneleri bu deneyimin, Türkiye halkasıdır; Auschwitz’den Pankrats’a, Poulo Condor’dan Metris ve Diyarbakır’a uzanan “tutsaklık, işkence ve kaybetme” pratiğine “dur” demek üzere örgütlenen tarihsel önemde bir dinamiktir; fikri ve vicdani bir harekettir. Deyim yerindeyse, ananın kaybettiği oğluna/kızına kavuşması, Berfo ana gibi, giderken gözünün arkada kalmamasıdır.
Sahiplenmek yaşatmaktır
Olayın veya kişinin geçmişte kalması, bugün anılmasının, sahiplenmenin önünde bir engel değildir. Birincisi, sahiplenmenin moral/onursal bir boyutu vardır; değerlerin devamlılığı, toplanabilirliği ve geleceğe taşınması anlamında özel bir yeri vardır. İkincisi, bugünün faşizmi dünün faşizminin çocuğu, devamı, güncellenmiş biçimidir; dünü anlamak, bugünü anlamayı kolaylaştırır ve doğru hedef seçiminde yardımcı olur.
Kayıplar mücadelesi, öldürüleni yaşatır, kaybedileni buldurur, mücadeleciyi çoğaltır. Bunun pratikteki ifadesi, Berfo ananın 100’ünden sonra dik, dinamik ve kararlı durması, mücadelenin ve yaşamı anlamlı kılmanın yaşının olmadığını göstermesidir.
O, belki Cemil’ini bir daha görmedi ama binlerce Cemil’i oldu; “Cemil’siz” kalmışlarla tanıştı, empati kurdu; Cemil’in uğrunda bedel ödediği değerlerin insanlarıyla yoldaşlaştı.
Toplumsal bir hafızadır Cumartesi Anneleri
Devrimcilik, kaybedilme riskini göze almayı da, kaybedilenle empati kurup mücadelesini sahiplenmeyi de gerektirir; bu bağlamda Cumartesi Anneleri, genelde tüm devrimcilerin, özelde ve özellikle tüm tutsakların yoldaşıdır; F tipi hücreden dışarıya doğru kurulan empatide, en doğrudan ulaşılabilen yüreklerdir.
Onları gördüğünüzde kelepçe izleriniz tazelenir, burnunuza kesif bir hücre veya alkol yoğunluklu bir işkenceci kokusu gelir. Bu bağlamda bir çeşit hafızadır Cumartesi Anneleri; Gayrettepe’de, DAL’da veya bir başka işkence merkezinde yaşananların anımsatıcısı, unutmamanın güvencesi, hesap sormaya gidecek yolun yapıcılarıdır. İşkencehanelerden uzanan yoldaş elin tutulması, kısılmak istenen seslere ses olunması, Julius Fuçik gibi giderken kalıcı mesajlar bırakanlardan bayrağın devralınmasıdır.
İyi ki varsınız, acılarımızın ve umudumuzun yoldaş anneleri.