12 Eylül öncesinde (1970’li yıllarda) solda sıkça rastlanan; ama, bugün de bütünüyle aşılamayan bir durumdur; bir fikir çürütülecekse önce o fikrin taşıyıcılarına akılsızlık atfedilir; sonra da karşı tarafın akılsızlığı üzerine haklılık bina edilir. Halbuki bir tarafın akılsızlığı tartışmanın diğer tarafını mutlaka akıllı kılmaz. Ve pekala iki akılsız da bir arada bulunabilir.
Emperyalizmin Irak işgali ile beraber, özelde K.Irak’ta genelde hemen tüm bölgede feodal veya tasfiyeci Kürt önderliklerde, emperyalist politikalara yedeklenerek birtakım kazanımlar elde etme eğilimi ağırlıklı biçimde yansıdı. Ve bu durum, doğal olarak, devrimci çevrelerde bir tepkiye/eleştiriye sebep oldu. Bu konuda, 23 Aralık’ta Evrensel’de yazan Çetin Diyar, bu durumu şöyle tanımlıyor:
“Irak gericiliğinin egemenliği altında yıllardır acı çeken Kürtler, ortaya çıkmış olan konjonktürü değerlendirebilmek için çaba sarf ediyorlar. Kimi ‘sol’ çevreler ve elbette bölge gerici devletleri bu durumdan rahatsız olmaktadır. Bölge gerici iktidarlarının, Türkiye, İran, Suriye gibi gerici, emek ve demokrasi düşmanı yönetimlerinin tutumunu anlamak mümkün. Soruna sınırlar meselesi olarak bakan ve egemenliklerini sürdürmede problem yaşayacağını düşünenler bakımından bu anlaşılır bir durum. Ancak ‘sol’ çevrelerin ABD’nin işgali ve KDP ile KYB yönetiminin ABD ile ilişkilerini gerekçe göstererek Kürtlerin bir ulus olarak kendi geleceklerini belirleme çabalarına karşı çıkmaları anlaşılır bir durum değil! ‘ABD devlet kurduruyor’, ‘İşbirlikçi bir Kürdistan kuruluyor’, ‘Bir İsrail gelişiyor’ gibi yaklaşımlar sergilenerek Kürtlerin bir ulus olarak kendi kaderini ellerine alma haklarına en amiyane söylemle saygısızlık ediliyor.”
Hiç “amiyane söylem” deyip zorlanmaya gerek yok. Biz zaten söylüyoruz emperyalizmle kol kola atılan hiçbir adıma saygı duymuyoruz. Ve burada mesele Kürt halkı değil, önderliktir. Emperyalizmin iradesine eklemlenmiş bir önderliğin Kürt halkına kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Ve daha kötüsü, burada meselenin canalıcı noktaları ıskalanmaktadır. Karşı durmak ile benimsememek ve eleştirmek aynı şeyler değildir. Hiç kimse bizden, emperyalist senaryolara destek vermeyi bekleyemez. Dahası, ortada işgal karşıtı direniş hareketini tehlikeli/düşman olarak gören bir zihniyet var. Çetin Diyar neden işin bu boyutuna değinmiyor, bunun yaklaşan seçimde blok bileşeni olmakla bir ilintisi var mı bilemiyoruz. Ama marksizmin, kaderini tayin hakkı adı altında atılan her adım desteklenir/saygı duyulur demediğini çok iyi biliyoruz.
Gerçi aynı Çetin Diyar, 12 Ocak’ta yazdığı yazıda bu kez, Kuzey Irak’taki gelişmeleri kendisi eleştiriyor:
“1975 ve 1991 hala hafızalardadır. ABD’ye ya da başka bir emperyalist güce dayanarak ya da ondan yardım bekleyerek bir yere ulaşmanın, hak ve özgürlük kazanmanın olanaksız olduğu gerçeği Kürtlerin tarihiyle kanıtlanmış bir durumdur. Bu gerçeğin bir kez daha yaşanarak kanıtlanması gerekmiyor. Kürtler ya bağımsız bir halk hareketi olarak yoluna devam edecekler, ya da hata yapmayı sürdürecekler.”
Demek ki emperyalizmle işbirliği yapan Kürt önderlikleri eleştirmek, onlara destek vermemek mümkün ve doğruymuş. Aslında, Kürt sorunu vesilesiyle, yukarıdakine benzer haksız eleştiriler, sadece Ç.Diyar’dan gelmiyor. Barzani veya Talabani’nin işbirlikçi tutumuna yönelik olsa dahi, en ufak bir eleştiri, “Kürtleri anlamamak”, “onları aşağılamak”, “Kendi kaderlerini tayin hakkına saygı duymamak” biçiminde reflekslerle karşılık bulabiliyor. Gerçekte ise, devrimcilerden Kuzey Irak’taki işbirlikçi atraksiyonlara yönelik olarak geliştirilen eleştirilerin ve hatta tepkilerin Kürtleri aşağılamakla hiçbir ilgisi yok. Antiemperyalizmi, bağımsızlığı, bir halkın özgür iradesini ölçü alan ve işbirlikçi politikalara karşı duran devrimci yapılara öfkelenmek, onları Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesine bile tahammülü olmayan kesimler olarak görmek, kimseye bir yarar sağlamaz; Kürt egemen çevrelerin işbirlikçi politikalarını meşrulaştırmaya da yetmez.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, emperyalizme uşaklığı politika haline getirmiş olanlar, bir ülkenin işgalinden ve bir halkın kıyımından yarar sağlamaya çalışanlar; bu duruşlarına solda destek bulabilmekte ve hatta işgale karşı direnişi, antiemperyalist duruş ve tercihleri aşağılama, onlara karşı sesini yükseltme hakkı bulabilmektedir. Geçmişte, bu türden bir tutum içinde olanlar, kafaları önde dolaşır, halkla yüzleşme cesareti gösteremezdi. Aslında bizi düşündüren, bir avuç egemenin politikası değil, bu politikaya, Ortadoğunun en mazlum halklarından biri olan Kürt halkının alet edilmek istenmesidir. Yani biz, tarihi işbirliği ile malul ve yaşamı boyunca Kürt halkının yararına hiçbir adım atmamış birkaç savaş ağası feodalin, emperyalizmle kolkola çizdiği senaryolara salt “ortaya bir Kürt İsraili çıkar” diye karşı çıkmıyoruz. Bizleri; Ortadoğu’nun en ezilen halkı Kürtlerin kaderi üzerinde oyun oynanıyor ve bu, “Kürtlerin kendi kaderini tayini” olarak yutturulmaya çalışılıyor olması ilgilendiriyor/kaygılandırıyor.
Toprakları 4-5 parçaya bölünmüş olan Kürtler, binlerce yıldır, Ortadoğu’nun en ezilen halkıdır. Geleceğini belirleme, bağımsız bir devlet kurma (federasyondan da öte) hakları vardır ve bu, demokratikliği tartışılmaz bir taleptir. Bunun mücadelesi de doğru ve gereklidir. Hatta Ortadoğu’daki bütün Kürtlerin, tek bir devlet çatısı altında toplanma tercihinde bulunması durumunda; bu da saygıyla karşılanır. İşin bu boyutunda bir sorun yok. Ancak Marksistler her konuda olduğu gibi, ulusal sorunda da ezber davranmaz; zaman ve mekan olgusu dahilinde ilişki ve çelişkilerin aldığı biçimlere göre çözüm önerilerinde bulunur.
Burjuvazinin ulusal hareketlere önderlik ederek başarıya taşıdığı dönemlerde veya emperyalizmin henüz dünyanın dört bir yanına nüfuz etmediği, mevcut tüm egemenlerle
işbirliği ağını geliştirmemiş olduğu, 1900’lü yılların başında yaşanmış kimi örnekleri bugün için ölçü almak, Marksistlik değildir; olsa olsa Marksizme karşı cehalettir.
21. Yüzyılda bugün artık salt ulusal temelde şekillenen hareketleri desteklemek gibi bir zorunluluk yoktur. Çünkü artık hiçbir ulusun burjuvazisinin emperyalizmden bağımsız, ondan kopuk, onun çıkarları ile özdeşleşmeyen bir ilişki içerisinde olma şansı kalmamıştır. Aynı şey Kürt burjuvazisi ve şu an Kuzey Irak’taki gelişmelere önderlik eden feodal yapılar için de geçerlidir. Bu tür adımlar, egemen kesimlerin emperyalizmle çıkar birliği yapmalarından öte bir anlam taşımamakta ve gerçekte halka hiçbir yararı olmamaktadır. Kürt egemenleri, emperyalizmden daha önce yenen bunca darbeye rağmen bugün yine iradelerini emperyalizme teslim etmekte ve büyük olasılıkla tarihin tekerrürüne tanık olunacak bir sürece imza atmaktadır.
Bu, sınıfsal karakterle doğrudan ilintili bir durumdur. Her halükarda, kendi çıkarlarını, emperyalizmin bölgesel çıkarları ile bütünleştirmekte ısrar edecektir. Ve gerçekte Kürt halkının iradesini ve hatta kaderini bir avuç egemene teslim etmeyi savunanlar, Kürt halkını aşağılamaktadır. İşte bizim karşı çıktığımız nokta, Kürt halkının çıkarları değil, bu çıkarlar ile emperyalizm ve onun işbirlikçilerinin çıkarları arasında kurulmak istenen denkleştirmedir.
Biz, Kürt halkının ulusal taleplerinin gerçekten savunulmasına hiçbir zaman karşı çıkmadık. Hangi Kürt coğrafyasında olursa olsun, bugüne kadar, gerçekten kendi halkına demokratik açılım vaadeden bir programla hareket eden her türlü Kürt hareketinin, siyasal programının ve eylem tercihinin doğruluğuna bakmaksızın, en zor anlarında destekçisi olduk. Eğer biz birdenbire bu noktadan farklı bir tavır içine giriyorsak, Kürt hareketi öncelikle kendini sorgulamalıdır. Birincisi, Kuzey Irak’taki Kürt hareketi kendini sorgulamalıdır. Kaldı ki biz, bu hareketin hiçbir zaman demokrat olduğuna inanmadık, inanmıyoruz. İkincisi, Türkiye’deki Kürt hareketi, Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin arkasında durup yoğun destek vermekle, kendisinin demokratik bir yapı olduğuna dair geçmiş dönemdeki savlarını da terketmiş olmakta ve Türkiye solu karşısında hızla yalnızlaşmaktadır.
KÜRT HALKI BUNCA SIKINTIYA EMPERYALİZME YEDEKLENMEK İÇİN GİRMEDİ
Bugün eğer, Kürt halkının demokratik taleplerinin kazanılması yolunda yapılan hatalarla ilgili
bir kabahatli aranacaksa; akla ilk olarak, 15 yıl boyunca verilen mücadelenin ve ödenen bedellerin sağladığı kazanımları, bir süredir tüketmekte olanlar gelmelidir. Hiç kimse günah keçisi aramaya kalkmasın. Kürt demokratik hareketi, bu son sürece kadar, dünyada eşi-benzeri görülmemiş biçimde desteklendi. Hatta “günah”ları görmezden gelinip genellikle “sevap”ları öne çıkarıldı. Örneğin hapishanelerde yıllarca, Zindan Konferansı çerçevesinde savunulan çizgi, katliamlar dahil devletin her türlü saldırısına gözyummak, 19 Aralık’ta bile devrimcileri yalnız bırakmaktı. Ama devrimciler onları o geri duruş halinde bile yalnız bırakmadı. Ardına dağları, hedefine Avrupa’yı koymak gibi yanlış bir yönelimin sonucu gündeme gelen, A.Öcalan’ın tutsaklığı sürecinde verilen desteğin dünyada başka hiçbir öndere verildiğini sanmıyoruz. Türkiye solundan herhangi bir önderin tutsak düşmesi veya katledilmesi sırasında PKK’de en ufak bir hareket gözlenmezken; A. Öcalan’ın tutsaklığı karşısında, dost örgütlerden, süresiz açlık grevi, kendini yakarak feda eylemi gerçekleştirmek, vb. çok özel destekler gelmiştir. Amacımız bir sicil dosyası oluşturmak değildir. Aksine, olur olmaz yakıştırmalarla Türkiye solunun muhatap edilmesinden rahatsızız.
Bilinmelidir ki hiçbir yapı; değerler, gelenekler üstü değildir. Ezilen bir ulusun öncülüğüne soyunulmuş olması, hoşgörü çıtasını ve toleransı yüksek tutmamıza zaten sebep oluyor. Kimse kusura bakmasın, sınıflar mücadelesi bir hatır işi değildir. Ve kimsenin bizi,
Barzani-Talabani gibi savaş ağalarına, tasfiyeci tercihlere, işbirlikçi tutumlara destek vermedik diye suçlamaya hakkı yoktur. Hatta bu konuda “yavuz hırsız” misali elçabukluğu yapıldığını ve cesaretin, ölçeksiz davranarak kayıtsız-şartsız destek veren kesimlerden alındığını düşünüyoruz.
PKK ve ardılı yapılar, bugüne dek, Kürt halkının demokratik talepleri üzerinde yükseldiler. Kendini ekonomik ve siyasi anlamda ifade edebilmek, dilini kullanmak, kültürünü yaşatıp geliştirmek gibi demokratik talepler; bu harekete, Kürt halkının desteğini sağladı. Yani o mücadele, gün gelip emperyalizme yedeklenmek için verilmedi; Kürt halkı da o mücadelede bunca sıkıntıya bunun için katlanmadı; romanlara konu olacak düzeydeki bedeller, Kuzey Irak’ta, ABD’nin güdümündeki bir harekete destek verilsin diye ödenmedi.
Türkiye’deki Kürt hareketi, 15 yıl boyunca kendisine sağlanan desteği bugün hızla yitiriyor. Görünen o ki, çok kısa bir süre içerisinde toplumun en gerici güçleri dışında, arkalarında hiçbir kesimin desteği kalmayacak. Ve bunun sorumlusu kendileri olacaktır. Bunun arkasında ezen ulus şovenizmi aramak, hiç kimseyi ikna etmeyecek bir çabadır. Biz, hiçbir zaman Türk burjuvazisinin yanında olmadık. Ama, Kürt burjuvazisinin emperyalizmle bütünleşmiş kesimlerinin taleplerinin arkasında da değiliz.
Bir süredir Kuzey Irak’ta gözlenen bütünleşme, Kürt egemenlerinin kendi çıkarlarını emperyalizmin Ortadoğu’daki bölgesel çıkarları ile örtüştürmesidir; KDP de KYB de budur; bunlar, Kürt halkının taleplerini temsil eden yapılar değildir. Bu nedenle, onlara karşı çıkmak, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmak değildir.
Emperyalizmin bir Kürt İsraili yaratma amacı da, devrimcilerin ortaya attığı hayali bir olgu değildir. Emperyalizm bugün Kuzey Irak’taki oluşumlara destek veriyorsa; bu, Kürt egemenlerin kara kaşı, karagözü için değil, tüm Ortadoğu halklarına saldırıyı içeren Makro düzeydeki projelerine kaldıraç olmaya rıza gösterdikleri içindir. Bu bağlamda biz, Ortadoğu halklarının başına her türlü belayı getirme potansiyeli taşıyan emperyalist güce çanak tutulmasından rahatsızız. Asıl bunu yapanların Kürt halkını aşağıladığını düşünüyoruz ve onları ne olumlamak ne de desteklemek zorundayız. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi genel kabul gören bir teorinin arkasına saklanmak belki bir süre kamuflaj etkisi yapabilir; ama bu, Marksizmi kavramış hiçbir kişi veya yapı için bir anlam ifade etmiyor. Emperyalizmin bu boyutta içsel bir olgu olmadığı 1900’lü yılların başlarında çok genel çerçevede yapılmış olan bir tanımlamayı; 100 yıl sonrasının emperyalizm koşullarında, hem de emperyalizmle daha başlangıçta açık ve net bir bütünleşmeyle kurulmuş olan bir siyasal yapıyı olumlamak için dayanak yapmak; Lenin’i ve onun Marksizme kazandırdığı en önemli tez olan emperyalizmi anlamamaktır.
Bugün emperyalizmin Irak’ta halkları birbirine kırdırma anlamında kullanabileceği tek güç peşmergelerdir. Bu çevreler tarafından Irak’taki direnişin direniş olarak bile görülmediği ve hatta tehlikeli, zararlı addedildiği bilinmektedir. Bu bile başlı başına bir İsrailleşme eğiliminin göstergesidir. Ama görünen o ki çok kısa bir süre sonra Irak halkının bizzat kendisi İsrailleşmeye karşı savaşacaktır. Bugün Kuzey Irak’tan yansıyan fotoğraf konjonktüreldir/geçicidir. Ve kısa bir süre sonra mevcut dengeleri alt-üst eden gelişmeler yaşanacaktır.
Geçtiğimiz günlerde Beşar Esat Türkiye’de, Abdullah Gül de İran’da krallar gibi karşılandı. Bu gelişme, emperyalizmin bölgeye dair senaryoları ile doğrudan ilintilidir. Ortadoğu’daki çıkarlarını garantiye almak isteyen ABD’nin beklentisi maksimum sömürü ve bölge üzerinde sınırsız egemenliktir.
Birdenbire ilişki trafiğini yoğunlaştıran ülkelerden Suriye ve İran, bugüne kadar ABD’ye mesafeli duran ülkelerdi. Görünen o ki bu ilişkide Türkiye, ABD’den aldığı insiyatifle, Suriye ve İran’ı sürece belirli oranla da olsa dahil etme rolünü üstlenmiştir. AB’ye doğru aldığı yolda, sınırlarını açma ve Suriye’yi bir partneri olarak AB’ye taşıma önerisi, çeşitli açılardan cazip geldiği için; Esad, ABD’ye karşı tutumunu yumuşatma ve Sünni bölgedeki direnişi en azından
Hamas vb. örgütlerin Suriye’deki kampları üzerinden beslemeyi kesme önerisine sıcak bakmış görünüyor. İran’a da ABD’nin özellikle Irak’taki petrol alanları üzerindeki tahakkümüne karşı çıkmama ve Şii direnişini insiyitifi oranında kısıtlama çerçevesinde bir öneri getirildiğini zannediyoruz. Bu çerçevede Güney’deki Şii direnişinin ve Kuzey’deki özellikle Sünni bölgedeki direnişin belirli oranlarda hafifleme olasılığı vardır. Tabii sürece yönveren birden çok dinamiğin olması sebebiyle, Ankara’daki hesap Bağdat’a uymayabilir. Irak, çıkarlarının örtüşmesi güç olan pek çok kesimi birarada barındıran bir coğrafya olduğu için bu tür hesaplar her zaman istenen sonucu vermeyebilir. Ama en azından Türkiye’nin attığı adımın böyle bir içerik taşıdığını söyleyebiliriz. Böyle bir gelişme sonrasında, gerçekten Irak’ın kurtuluşu için savaşan güçlerin mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğini bugünden kestirmek zor. Ancak, farklı olasılıkları bağrında taşıyarak gelişen sürecin belki de en net görünen boyutu, Kürtlerin başına bir kez daha “emperyalist bir çorabın” örülmekte olduğudur.
ABD için önemli olan, Ortadoğu’daki petrol dahil, doğal kaynaklar üzerinde tam ve sınırsız egemenliktir. Bu egemenliğe Türkiye’nin hiçbir itirazı yok. Benzer bir güvenceyi Suriye ve İran’dan aldıktan sonra ABD’nin Kürtleri destekleyerek bölge ülkeleri ile ilişkilerini bozacağını düşünmek, ABD’yi tanımamaktır. Ve sonuçta bundan en büyük zararı gören yine Kürtler olacaktır.
Önümüzdeki 5-6 aylık süre, direniş için de büyük önem taşımaktadır. Son günlerde direniş; Kuzey’de Kürt bölgesine, Güney’de Şii bölgelere yayılma eğilimi gösteriyor. Sağlıklı bir gelişim; Saddam sonrası bir bütünleşmeyi de beraberinde getirebilir. Bu konuda hala bazı belirsizlikler var ise de, Irak’taki emperyalist tercihleri etkileyecek en önemli faktörlerden biri olmayı sürdürüyor. İşte böyle haklı bir direnişin içinde yer almak yerine, direnişi yok sayarak hatta engel görerek ve ona karşı emperyalist denklemleri tercih ederek oluşturulan duruş; Molla Mustafa Barzani döneminden beri bilinen ve değişmeyen bir duruştur. Antiemperyalist temelde bütün halkların desteğini almadan, sadece basit dengeler üzerinde yükselen bir Kürt hareketi, yine büyük olasılıkla, hayal kırıklıkları, katliam, vb. ile sonuçlanacaktır. Ve sonuçta bunun sorumlusu, Kürt önderleri kadar, onlara kayıtsız şartsız destek sunanlar olacaktır.
Diğer başka konularda olduğu gibi Kürt sorunu konusunda da Türkiye’deki siyasal yapıların, genellikle, yarını görmek, ona göre politika üretmek, yarına ilişkin belirlemelerde bulunmak yerine, günü kurtaran kısa erimli duruşları tercih ettiği görülüyor. İşte K.Irak’taki gelişmelerle ilgili yaşanan fikri bulanıklığın sebebi budur. Gerçekte bilinir ki, Ortadoğu’daki dengeler basit şekilde değişmeyecek kadar köklüdür. Dünya’da 400 yıldır değişmeyen az sayıdaki sınırlardan biri de İran sınırıdır. Üzerine oturduğu dengeleri bozmak, ancak çok köklü ve güçlü halk hareketiyle mümkündür. Yoksa, emperyalizmin dönemsel çıkarlarıyla bütünleşmiş olan çok dar bir egemen gücün basit politikalarıyla aşılabilecek bir sorun değildir.
Halbuki Kürt önderliği, devrimci bir düşünce çerçevesinde hareket ettiği zamanlarda, Kürdistan devriminin Ortadoğu devrimini ateşleyebilecek nitelikte olduğunu söylüyordu. Bu bir anlamda doğrudur. Çünkü her parçadaki devrim, o ülkenin devrimcileriyle bir bütünlük içerisinde gelişecek ve bir bölgedeki mücadelenin diğer bölgeleri tetikleyerek yaygınlaşması mümkün olacaktır. İşte böyle bir duruşa sahip olduklarında, onlara en büyük desteği biz veriyorduk. Biz, düşüncemizi/duruşumuzu koruyoruz. Ama onlar, antiemperyalistlikten emperyalizmle işbirliğine döndüler. Şimdi eğer karşılarında bizi buluyorlarsa; bu, bizdeki değişimden değil, kendilerindeki değişimden kaynaklanıyor. Emperyalizm için bir halkın topyekün katledilmesi an meselesidir. Saddam, Halepçe’den iki ay sonra ABD ile işbirliği anlaşması imzaladığını, ABD’nin Halepçe’ye karşı olmadığını, hatta ödüllendirdiğini söylemişti. Kürt halkının özellikle bunu unutmaması gerekiyor.
Sayı 12 (Şubat – Nisan 2004)