Bilinir ki çürümekte olanı taklit edenler,
daha kısa ömürlü olurlar.
Bize yakışan ne feodalizmde ısrar,
ne de burjuvaya öykünmedir.
Sosyalizmin koşulu kapitalizmi reddetmektir;
eğip bükmek değildir.
Refahın, kişi başına düşen dolar miktarıyla değil, sevda miktarıyla ölçüldüğü bir toplum biçimidir sosyalizm. Bunun için kapitalizmin şifrelerini çözmek de sınıflı toplum öncesi ilk toplumsal pratikleri günümüze örnek model diye taşımak da yetmez. Kendisi bizzat eken ve bizzat biçendir sosyalist. Üstelik sadece kendi toprağında/bedeninde değil, arada mesafelerin olduğu topraklara da tohumlama yapar. Bazen tohumlar anında karşılık vermez. Ama bilinmek durumundadır ki, doğru yöntem ve araçlarla yapılan hiçbir tohumlama boşa gitmez.
Biz, alternatif bir kültürün taşıyıcısıyız. Bugün, alternatif kavramına ve kültüre dair bulandırılan içerik, daha özenli bir duruşu; beslenirken tekleşmemeyi, ama kaynakları zenginleştirirken ölçeksizleşmemeyi de gerektiriyor. Her kültürün bir iç disiplini vardır. Sahip olunan değerler, ortaklaşmış bir çerçeve, bir bütün oluşturur. Hangi sebeple olursa olsun bir araya gelen topluluklar/bireyler arasında bir kültür geçişi yaşanır. Birinin diğerine akışı ağırlıklı olabilse de bu hareket tek yanlı değildir. Bir kesim (veya kişi) diğer kesimi dönüştürürken dahi belirli oranlarda kendisi de dönüşür. Uzun süreli ilişki, karşılıklı akışı sonlandırmasa da ortak bir kültürün oluşmasını beraberinde getirebilir. Bu bağlamda bizler, 1977 kültüründen Önder’e, Önder’den bugüne uzanan devamlılığı, tohumlama yapılmış her topraktaki izleriyle beraber düşünmeli/önemsemeli, gözümüzün gördükleriyle yetinmemeliyiz.
Bugün belki sorunlar sadece etrafımızda değil, kalbimizde de büyüyor. Ama bu da devrimciliğin bir özelliğidir. Acı ne amaç ne de araçtır, ama bir gerçektir; aşıldığı oranda moral şiirine bir dize olarak yerleşir.
Bugün, belki sol, hiçbir dönemde görülmemiş boyutta bir kişilik parçalanması, bir travma yaşıyor. Bilimle, felsefeyle en yakın olan toplum kesimi iken, sanki fikri dünyasını, öznelleşen duruşuna feda ediyor. Bilimle de felsefeyle de bağını bununla sınırlamış; fille söz arasındaki açıyı, niyetten bağımsız da olsa giderek büyütüyor. Ama bu, bizler için neden ölçü olsun ki? Elbette rakip değiliz. Ve başarımız dostumuzun kaybına endeksli değildir. Ne var ki biz, 1977’de de “Türkiye Marksizm”inden bahseden, Sovyetler’deki gibi de Çin’deki gibi de olmaz diyen bir hareketiz.
Bugün hala sınıfsal tanımlar yerine “karşılıklı fayda” üzerinden mücadele hattı oluşturanlar olabilir. Hala timsahın dişleri arasındaki av eti kalıntılarını temizleyerek beslenen kürdan kuşu ile timsahın ilişkisini anlamlı bulan, dolayısıyla da çıkarın bozulduğu yerde timsahın tavrını hesaba katmayan duruşlar/tercihler olabilir. Ve kimileri, “ortaya çıkan ne varsa hepsi göçüp gitmeye değer, öyleyse hiçbir şey ortaya çıkmasaydı daha iyi olurdu” diyen Nietzche’den öğrenmeye devam edebilir. Biz, sorun saydığımız sistemin algı ve ölçülerinin bütünüyle dışına çıkabilmeliyiz. Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz der Einstein. Yani, sevgili yoldaşlar “kirli ayaklarının üstüne temiz çorap giyerek” kendini ve etrafını kandıranlardan olamayız/olmamalıyız.
Elbette cehennemdir kapitalizmin diğer adı. Bu nedenle, reddetmekle kalmayacak, anı güzelleştirecek anı güzelleştirirken, gözlerimizi uzak menzillere dikeceğiz. Başkası insanlığın geçmişiyle mistik bağlar kurabilir veya modernite diye bir “evrensel günah” üzerinden her şeyi açıklayabilir. Ama biz, insanın binlerce yıllık diyalektiğinden haberliyiz. Dönem dönem ayağımızın takılması, dilimizin alışmadığı tatlar alması bu gerçekliği değiştirmiyor. Biz, insanlık ikliminin güvencesi, neler amaçlandığının somut göstergesi olabilmeliyiz.
Biz, dayanıksız tüketim maddeleri gibi birleşen
mıknatısın aynı uçları gibi iten, ilişkilerden olmadık.
Bu kalite israfını bütünüyle reddeden
bir değerler tanımını seçtik.
Kimileyin bir karanfile değdi elimiz
kimileyin fesleyeni okşar gibi, birbirimizin avuçlarına
buram buram koktu saç tellerimiz.
Zamanlar üstü tatlar veren şarkılarda birleşti dillerimiz.
Çörekmiş gibi usulca bölünen bir ekmeğin kokusunda
dumanı sevdamızın buğusunu çoğaltan bir çayın
bardak kıyısında
ilk kez bir araya geliyormuş gibi
heyecanla kenetlendi ellerimiz.
Yoldaş ortamlar bize, bir Filistinlinin limon ağaçları arasındaki huzurunu hissettirmeli; yorgun düştüğümüzde zihnimizden Che’nin el arabalı silueti geçmelidir. Birileri görsün, bizi kutlasın/olumlasın diye değil; kendi içsel kimliğimize, üzerimizdeki “Önder” gözlere karşı sorumluluğumuz gereği, yolumuzun açılmasında, tırnağımızı da dişimizi de esirgememeliyiz. Ücret karşılığı yapılan işlerden daha çok emek harcayabilmeli, amatör bir ruhun sıcaklığı ile (ve gerekli diyalektik bağları kurarak) her adımdan tat alabilmeliyiz.
Devrimciler için, enerjinin de katılım kapasitesinin de sınırı yoktur. Onlar, imkansızın çocuklarıdır; yüzlerini geleceğe dönmüş ağırlığının kat be kat fazlasını taşıyabilen “karınca”lardır.
Bizler, Gonçarov’un Oblomov’unu birbirimize yakıştırmak için değil, anti-tezini üretmek için bileceğiz. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar adlı eserinden alıntı yapar veya Bazarov’u yargılarken; ardımızda, verdiğimiz örnekten incinmiş yoldaş yürekler değil, nihilizme dair bir bilinç bırakacağız. Biz, daha büyüğü olmayacak bir sevdayı kuşandık; çoklukta azı, bireyde toplumu sevebilmenin özneleri olduk. Biz, insanlığa aşık olduk yoldaşlar; bu, sosyalizmin kök hücresidir. Yolumuzu zafere taşıyacak adımların başarı koşuludur. Toplumsallaşmış sevda, yolumuzun katalizör-mayasıdır. Che’nin “gülünç görünme riskini sineye çekerek söyleyeyim ki, gerçek devrimciyi yöneten, büyük aşk duygularıdır” ifadesindeki öz de budur.
Mutluluğun koşulu
kişi başına düşen dolar miktarı değil
sevda miktarıdır
Başarının koşulu
cüzdanın değil,
yüreğin büyüklüğüdür.
İnsanlar birbirine maskelerinin altından bakıyorsa, yoldaşlar bile kendine ikinci bir dünya oluşturuyorsa, aynı yatakta uyuyanlar, birbirinden sadece duygu değil madde de gizliyorsa, ortada bir sorun var demektir. Tabii bu, umutsuzluk ve karamsarlığın değil, yeni insan tanımına neleri içermemiz gerektiğinin dersi olmalıdır.
“Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyor Sait Faik. Ve devamında “oysa burada her şey, bir insanı sevmekle bitiyor” diye ekliyor. Aslında bir insanı sevmekle başlayan, bir testtir. İnsanın sevgi yolunda ilerlemek kabiliyetinin sınanmasıdır. Ya, adeta doğanın tüm gizlerini keşfederek, insanlığın tüm değerlerini bir bedende sevme mutluluğuna erişecek, ya da “bir insanı sevmekle” bitecek, sevgi yolunda ilerleme ihtimali.
Goethe, “insanoğlunun içinde yaşayabileceği tek iklim” olarak tanımlar sevgiyi. Ne var ki, bu iklimi bir kişinin tek başına oluşturması zordur. Bir çeşit verme-alma diyalektiğidir söz konusu olan. Karşılıklı beslenmede oluşan ve yaşatıldığı oranda var olan bir üretimdir.
Kapitalizmde sevgi, iklime bir bütün halinde direnmeyi gerektirir. Hemen herkese birer maske dağıtılmıştır. İnsanlar birbirine o maskenin altından bakar. Bu durum, doğrudan temas, samimiyet ve şeffaflık gerektiren sevdanın, sözden fiile geçişini güçleştirir.
Bilinir ki, insanların en gelişkin organları, en çok kullandıklarıdır. Tersine, kullanılmayan organlar, giderek körelir. Kalp de kan pompalama işlevi olmasa bugüne dek küçülerek yok olurdu, kapitalizmin bu insan insana kuraklık ikliminde;
Hareket, yoldaşlaşmış emeğin
nicel ve nitel toplamıdır.
Kapitalizmin yer çekimine de iklimine de
direnebilmenin
sevdaya içerilmiş alanıdır.
Yoldaşça bir araya gelişin, kapitalizme içerilmiş toplumsallıktan farkı, toplamın bireyi yutmaması, bireyin de kendini toplamın üzerinde görmemesidir. Kapitalizm, yetenekleri açığa çıkarıp geliştirmek yerine, var olan yetenekleri yarıştırır; istismar ve sömürü aracı yapar. Birey övülüyor gibi görünse de gerçekte övülen bireyciliktir. Toplum, onu oluşturan bireyler için bir güvence değil, büyüğün küçüğü yuttuğu bir rekabet alanıdır. Halbuki, geliştirici olan ve insanlığa yakışan ilişki biçimi bireyin topluma katılması gibi toplumun da bireye katılmasıdır. Bunun sağlanamadığı her ortamda, yabancılaşmanın ve dolayısıyla yalnızlaşmanın zemini oluşur.
Solda bugün, moral değerlerde bir zayıflama yaşandığı, duygu dünyasındaki soğumanın örgütsel bağları da soğuttuğu ve Che’de sembolleşen romantizmin (ölmese de) canlılığını yitirdiği görülüyor. Ne var ki, bunun çözümünü, insanların moral grafiğini geçici olarak yükselten; feodal değerlerin okşanması, kökene dair abartılı tanımlar, komplo teorileri, vb. olgularda aramak, sanıldığının aksine çözüm olmamakta, uzun vadede daha büyük problemlerin tohumunu atmaktadır.
Devrimci mücadele uzun ve zorlu olduğu kadar, istikrar gerektiren bir süreçtir. Bu tür süreçlerin, dışsal (taşıma) morallerle, tek yanlı bilgi ve geçici başarılarla yürütülmesi olanaklı değildir. Kişi, salt kendi duruşu ile değil, sürecin bütünü ile de barışık olmalı; ruhsal gıda, parçadan bütüne, bütünden parçaya akan bir karşılıklılık halinde olmalıdır. Ancak böyle bir durumda kişi, “ben” vurgusunu öne çıkarmaz ve devrimci yaşamın moral grafiğini yükseltmek için dışsal ögelere ihtiyaç duymaz.
Hint Mitolojisinde bir ayna öyküsü vardır. Bu öyküye göre, Hindistan’da çok eskilerden kalma ve birçok sorunun açıklamasının içeren bir kitap vardır. Bunu duyan bir kitap ve bilgi tutkunu, kitabı bulmak için yollara düşer; bu uğurda yıllarını harcar. Bir gün bu kitabın, ıssız dağların doruğundaki Hindu tapınağında olduğunu öğrenir. Türlü zorluklarla oraya varır. Kitabı görmek ve incelemek için yetkililerden izin alır. Hazine dairesinde, bir sandığın içinde olan büyük bir kitap nefis bir cilt kapağına sahiptir. Kitabın sayfasını çevirmeye çalıştığında şaşırır. Çünkü kitabın tüm sayfaları aynadır.
İnsanın, kendindeki aynaya bakması, sadece yüzleşmek için değil, kendinde toplumu ve toplumda kendini tanıyıp, doğru soru ve yanıtlarla özgüven oluşturmak için de gereklidir. Çünkü, insanın moral kaynakları içerisinde oto moral, önceliklidir. Dışsal olan hiçbir kaynak, ruhu kesintisiz biçimde doyurmaz. Bu nedenle insanın kendi iç barışı günlük eyleminin doyuruculuğu çok önemlidir. Elbette kişiye göre değişir; ama, kendine güven, kendinden memnuniyet, başarılı olma gibi hallerin diri tutulması, insanın kendini iyi hissetmesi ve hatta ruh sağlığı açısından bir sigortadır.
İnsan, sosyal bir varlıktır. Kendi kendine yetmek, elbette önemlidir. Ne var ki bunun anlamı inzivaya çekilmek olmamalıdır. Her insanın birtakım etkinlikler içinde olmaya ve bunun sonuçlarını (gidişatını da) paylaşmaya ihtiyacı vardır. Uzun süreli rutinlik, heyecansızlık insanın ruhsal tellerini giderek işlevsizleştirir. Bu, eski bir müzisyenin, duvara asılı olan varlığını unutacak denli o alana (ve heyecanlarına) yabancılaşmasına benzer. Bugün pek çok insanın yapay heyecanlara yönelmesinin, zorlama değişim denemelerinde küçültücü sonuçlara düşmesinin sebebi, yaygın kanaatin aksine, “kötü niyetli, ucuz insan vb.” olması değildir.
Stanley Kubrick’in Spartaküs filminde geçen bir sahnedir: Bir gün, isyancılar bir yerde mola verdiklerine, Roma sarayında köle olarak çalışan Antoninus kaçıp, onlara katılır. Spartaküs’e savaşmak istediğini söyler. Spartaküs ona ne iş yaptığını sorar. “Ozanım” der köle. Spartaküs önce bir süre uzaklara dalar, sonra da köleye dönerek, “Herkes savaşçı olabilir, ama herkes ozan olamaz, sen bize şiir oku” der.
Biz de bu yolda, terini birbirinden ayıramadığımız avuçlarla emeğimizi ortaklaştıracak, ağız ağıza okuduğumuz şiirler eşliğinde yürüyeceğiz. Bu, aynı zamanda, alternatif zemindeki daralmanın da nitelik düşmesinin de panzehiridir.
Devrimci Hareket
17 Aralık 2023