” Düşman ilerler, biz geri çekiliriz. Düşman kamp kurar, taciz ederiz. Düşman yorulur, saldırırız. Geri çekilir, kovalarız.” (Mao)
Irak’a yönelik emperyalist saldırı öncesinde, Beyaz Saray ve Pentagon güdümlü Amerikan basını hemen her gün krokiler çizmiş, planlar yayınlamış ve Irak’ı kağıt üstünde, mümkün olan tüm biçimlerde teslim almıştı! Bunun için uzman olmaları, askerlik sanatından anlamaları gerekmiyordu. Propaganda merkezlerinin hazırlayıp önlerine koydukları bilgileri, olduğu gibi yayınlamak yeterli oluyordu.
Sınır tanımayan mesleklerden biri de uşaklıktır.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde, özellikle de ülkemizde, emperyalizme dolar yularıyla bağlı veya ruhunu satmış olan kesimler, işbirlikçi Amerikan basınına rahmet okuturcasına rol almış, bir savaş lobisi gibi hareket etmiştir. Bir çeşit savaş tezahüratı yaparcasına başlık atmaktan, Irak halkına yönelik ırkçı yakıştırmalara kadar ortaya konan seviye yoksunu tavırların ortak özelliği, bir araştırmaya veya birikime dayalı olmaması ve psikolojik savaşın bir aparatı gibi işlev yüklenmesidir.
Kuzeyden Türkiye üzerinden 4. Mekanize Tugayı’nın girmesi yönünde çaba harcayan, sonra da güneyden Irak’a saldıran ABD’nin bu tutumu, Irak’ın güçlerini kuzeye göre konumlandırmaya yönelik askeri bir taktik miydi bilemiyoruz; ama, sonuçta gerek teknik gerekse sosyal anlamda en zayıf olarak bilinen güneyde ABD ordusu daha ilk hamlesinde bir halk direnişiyle karşılaşmış ve nereden girdiğinden çok, nasıl karşılandığının önemli olduğunu fiilen öğrenmiştir. Savaşa 3 gün ömür biçenler, Umm el Kasr kasabasındaki direnişi bile bir haftada kıramamış olmayı, “Her şey planlandığı gibi gidiyor” diye karşıladılar. Bu, gerçekle arası iyi olmayan güçlerin bildik manevralarından biridir. Irak’taki direniş, bir halk savaşıdır.
Eğer bir halk, aralarındaki çelişki ve farklılıkları kenara bırakarak, topyekün bir direniş için örgütlenmişse; saldırganın askeri stratejisi, teknolojik farklılık, vb. kayıp grafiğini etkileyebilir; ama, belirleyici olmaz. Halkın, gerilla savaşından da öte bir halk savaşı yürütecek şekilde örgütlenmesi, Baas Partisi’nin önderliğini benimsemesi, işgalci gücün işini güçleştirdi. Böyle bir savaşta temel olan silah gücü değildir. Umm el Kasr’da direnen, 160 kişilik sınır muhafızı, parti örgütlenmeleri ve halk milisleridir.
Çölden ilerlemeyi tercih eden ve ilk etapta yerleşim bölgelerini kuşatmakla veya hava bombardımanıyla yetinen işgalci güçler için en büyük sorun, kasabanın veya şehrin içine girmenin taşıdığı risklerdi. Çünkü girdiği sokakta var olan her ev, karşılaştığı her insan bir saldırı potansiyelidir. Ölümü göze alan insanlar için, saldırı silahı bulmak güç değildir. Nitekim Kuveyt’teki kampta bir kişi, kullandığı kamyonu Amerikan askerlerinin üzerine sürmüştür. Bunu bilen ve bunun korkusunu yaşayan işgalciler için, bütün bir halk tehlikelidir/hedeftir. Bu algılama, vahşet oranını da arttırır.
Sokak aralarına tankla giren ve atış menziline yaklaşınca bütün evleri yıkarak ilerleyen İsrail’in içinde bulunduğu açmaz; Irak’taki işgalci güçlerin de açmazıdır. Yıkıntılar içindeki bir sokakta dahi, arkadan neyin geleceğini, gelecek olanın kim olduğunu bilmek mümkün değildir. Şehir savaşı bu anlamda düzenli bir ordunun başa çıkamayacağı bir olaydır. İyi eğitilmiş sınırlı sayıdaki gerillanın dahi büyük bir kentte yapabileceği çok şey vardır. Bağdat’ta, Musul ve Kerkük’te yaşananlar, önderliğin zaafları ve birbirini kesen çeşitli dinamiklerin aynı örgütsel potada yoğrulmasının güçlüğü nedeniyle; Irak’a dair bir özgünlük olarak değerlendirilmeli ve ne direnişe ne de çıkarılması gereken sonuçlara gölge düşürecek türden yorumlara gidilmemelidir. Örneğin çöl, savaşmak için avantajlı değilse de inanç ve yaratıcılık bir araya gelince, avantaja dönüştürülebilir.
“Nasıriye’nin doğusundaki ilk köprüde, arkadan saldırıya uğradık. Her nasılsa arkamıza dolanmışlar. Yere kapandık. Ateşin nereden geldiğini anlayamıyorduk .” (Woolhether adlı Amerikan askeri) ” Tankları kuma gömmüşler. Konvoyların geçmesini bekliyorlar. Her yerde kurulu silahlar var. Düzensiz savaşçılar yürüyor, mevzisine gidip silahını alıyor ve ateş ediyor .” (1991 Körfez Savaşı’na katıldığını, ama hayatı boyunca Nasıriye’deki gibi bir direniş görmediğini söyleyen bir başka Amerikan askeri)
Irak toprakları, ABD’nin şaşaalı teknolojisinin de sınandığı bir yer oldu.
Anımsanacak olursa, savaş başlayıp, Pentagon’daki hesap Irak’a uymayınca, ABD Rusya’yı, Irak’a radar vermekle suçlamıştı. Daha sonra, güdümlü füzelerin haberleşmesini bozup, yanlış hedefe düşmesini sağlayan cihazlar vermekle suçlamıştı. ABD, Irak’ın GPRS (Uydu aracılığıyla koordinat belirleme yöntemi) sistemlerini bozan teknolojiye sahip olduğunu ve bunun Rusya’dan sağlanmış olabileceğini söylemişti. Gerçekte bu tepki, uzay güdümlü teknoloji karşısında halkların gücünü yok sayan tarzın aldığı darbe karşısındaki dışavurumudur. Çünkü, Irak’taki hedefler, bilgisayar oyunlarında olduğu gibi tek tek vurulacak ve bir sorun yaşanmayacaktı!…
Silah pazarlama şirketleri, ellerindeki silahların datalarını aktarırken, sabit hedeflere yapılan atışları veri alır. Gerçekte ise en doğru denenme alanı savaştır. Bu bağlamda, Irak’taki savaşın birinci mağlupları silah tekelleridir.
Bu savaş, cruse tipi füzelerin de sonu oldu. Savaşın ilk etabında, Türkiye dahil çeşitli ülke topraklarına füzelerin düşmesi üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Bunun ardında teknik sebeplerin dışında birtakım nedenlerin olma olasılığı çok zayıf görünüyor. Bu silahların son 10 yılda, Körfez Savaşı’ndan sonra popüler hale gelmesi, farklı teknolojiler üreterek bu silahların da etkisinin kırılması yönündeki bir çabayı gündeme getirdi. Dünyada elektronik olarak çalışan hiçbir cihazın alternatifi yok değildir. Füzelerin hedef şaşırmasında teknolojik yetersizlik ve kumanda edenin bizzat hatasının rolü olabileceği gibi bunun yanında, savunma halinde olan gücün saptırma çabaları etkilidir. Aynı frekansta yayın yapıldığı sürece uydu ile sürekli haberleşme halinde olan bu sistemlerin haberleşmesi bozulabilir. Bu çok karmaşık bir olgu değildir. En yüksek uydu vericilerinin gücü birkaç wattır. Ve bunlar 35 bin kilometre uzaklıktan yayın yapar. İşte bunu algılayabilmesi için bir füzenin çok hassas olması gerekiyor. Yerden aynı frekanstan daha güçlü bir yayın yapıldığında bunu bastırmak mümkündür. Füzeler programlanmış halde olduğu için, hedeften şaştığında sistem patlama mekanizmasını itiyor devre dışı bırakıyor; yani intihar ettiriyor. Türkiye’ye düşenlerin patlamamasının sebebi budur.
Iraklıların, bir direnme yöntemi olarak, yerde açtıkları çukurlara petrol doldurup yaktıkları görüldü. Petrolün yanmasıyla havada oluşan yoğun duman (karbon), lazer güdümlü füzeleri etkiliyor. Böyle bir etkiyle, lazer güdümlü füzelerin de hedef şaşırması mümkündür. Uçaktan veya helikopterden lazer ışığı hedefe kilitlendiğinde, füzenin ucundaki optik okuyucu bu ışığı görür ve güdümlü füze gidip o ışığı vurur. Ama eğer havada kum tozları, karbon tozları varsa, bunlar ışığı dağıttıkları için net bir görüntü olmaz ve füze hedefi şaşırır. Mesela B-52’lerin attığı bombaların -ki 10 tonluk bombalardan söz ediliyor- hepsi lazer güdümlüdür. Bunların görüşü engellendiği/ bulanıklaştırıldığı zaman, ya hedefe yaklaşacak, ki o zaman tehlikeye girmiş oluyor; ya da hedefi vuramama olasılığı doğacak. Mesela, “tank katili” olarak bilinen ve havada 30-40metre yükseklikte durup, lazer güdümlü nokta atışı yapan helikopterlerin; gece infrared, gündüz normal ışıkta hedefini çok iyi görmesi gerekiyor. Bu nedenle, petrol yakarak havada yoğun duman oluşturmak, basit ama etkili bir yöntemdir. Tabii bunun yanında, uzun dönemde, çevre felaketine ve insanları kanser etmeye aday bir yöntemdir. Gerçi savaşta kullanılan (özellikle işgalci güçlerin kullandığı) pek çok silah, doğal dengeleri, çevreyi, tarihsel dokuyu ve insan sağlığını tehdit eden niteliklere sahiptir.
IRAK EMPERYALİST İŞGALE KARŞI UZUN VE ÖRGÜTLÜ BİR HAZIRLIK SÜRECİNDEN GEÇTİ
8 yıllık İran-Irak Savaşı’ndan, Körfez Savaşı’ndan geçmiş; uzun süreli bir ambargoya ve silah denetimine uğramış bir Irak’ın, tüm bu negatif faktörlere rağmen, askeri anlamda yapılabilecek en iyi hazırlığı yapmış olduğu görülüyor. Irak, asıl şoku ’91’de yaşadı. Birkaç günde haberleşme sistemi çöktü. Radyolink sistemine bağlı haberleşme ağı, telekomünikasyon sistemi, radar sistemi bütünüyle etkisiz kılındı. Ama Irak bu gelişmelerden ders çıkararak hazırlık yapmış. Bugünün savaşlarının nasıl olacağını, ABD’nin nasıl bir savaş yöntemi uygulayabileceğini iyi okumuş. Yoğun bir istihbarat ağı ve bilgisiyle kendinden emin olarak Irak’a giren ABD’nin karşılaştığı “terslik”ler, bunun ifadesidir.
Amerikan silah tekellerinin ürün reklamına dönüşen, saldırı öncesi yayınların aksine; Irak, laboratuar ve tatbikat verilerine göre değil, savaş gerçekliğine göre hazırlık yapmış ve egemen beklentiyi tersyüz etmiştir.
ABD’nin, savaş öncesinde tanıttığı elektromanyetik bombayı veya benzer araçları yaygın biçimde kullanmadığı görülüyor. Bunun nedenlerinden biri de aynı araçlardan, kendisine yarar sağlayan unsurların etkilenme olasılığıdır. ABD’nin basına çok fazla yansımamış da olsa Irak’ta özel birlikleri var. Uydularla haberleşerek ABD’ye istihbarat sağlayan bir örgütlenmenin olduğu hatta bunlardan bir kısmının yakalandığı bilinmektedir. Bunlar, özel hedeflere dair verdikleri bilgilerle operasyonu yönlendiriyor. ABD’nin yaptığı kimi nokta atışlarında onların da payı söz konusu. En azından aşağıdan bilgi aldığını söylemek mümkün. Ellerindeki uydu telefonlarıyla sürekli olarak aşağıdan bilgi verme imkanları var. Atılacak bir manyetik bomba bu tür bir haberleşmeyi de keser.
Irak’ın aldığı önlemlerden biri de haberleşmesini Arap uydu kanallarına kaydırmak biçiminden oldu. Arapların Fransa’dan, Rusya’dan alınmış, haberleşmeyi / telekomünikasyonu sağlayan uyduları var. Dikkat edilirse, Irak’ın televizyon yayını uzun süre engellenemedi. Irak, daha önceleri, bütün telekomünikasyon sistemini, askeri haberleşmesini, radarların komuta merkeziyle bağlantısını elektromanyetik dalga üzerinden yapıyordu. Bu yöntem, elektromanyetik dalganın algılanabilmesi ve yok edilebilmesi sebebiyle verimli olmuyordu. Artık bunu tamamen fiberoptik kablolarla yapıyor. Gerçi ABD, bütün fiberoptik kabloların haberleşmesini anında kesebildiğini söylemişti; ama, bu iddia pek gerçekçi görünmüyor.
Irak, teknolojik anlamda küçümsenmeyecek bir hazırlık yapmış. Örneğin, çok büyük bir olasılıkla, kendi radarını kendisi üretmiş. Mobil radar denilen, arazide kullanılan, 15-20 km uzaklıktaki bir helikopterin yerini belirleyebilecek ve bir arabanın üzerinde taşınabilen basit, küçük, hareketli radarlar; bunlar, bir direnme savaşının ihtiyacına denk düşmektedir. Çok yaygın bir mobil radar ağının olduğunu, Amerikalılar da söyledi. Irak, teknik bilgi, teknik eleman gibi sorunları, çeşitli biçimlerde çözmüş olabilir. ABD, Irak’ta 11 bin bilim adamının görev aldığını iddia etmişti. Bunun yanında, Sovyetler’in çözülmesi sonrasında eski misyonunu yitiren bilim adamlarının uygun bir ücret karşılığında Irak’ta görev almış olma ihtimalleri zayıf değildir. Teknolojinin fonksiyonel olarak kullanılmasına ihtiyacı olan Irak, böyle bir imkandan yararlanmış olabilir.
IRAK’TAKİ DİRENİŞİN VİETNAM’LA DA STALİNGRAD’LA DA ÖRTÜŞEN YANLARI VARDIR
Vietnam’da Irak’tan farklı olarak, toplumu örgütleyen, Komünist Partisi’ydi. Ne var ki, o günden bu güne yaşanan gelişmeler gösterdi ki; eğer kapitalizm, güçlü bir işçi sınıfını ortaya çıkarmamışsa; sosyalist düşünce, güçlü bir işçi sınıfına dayanmıyorsa; nitelikli, güçlü, oturmuş, bir yapı ortaya çıkarmak güç oluyor. Ve ortaya çıkan motiflerde, sol söylemli de olsa milliyetçilik ağırlık kazanabiliyor.
Irak’taki direnişin özünü nasıl ki Baas Partisi ve Saddam faktörlerinden çok Arap milliyetçiliği ve vatan savunması düşüncesi oluşturduysa, Vietnam’daki direnişin özünü de Komünist Partisi’nin onca söylemine rağmen gerçekte Vietman halkının vatan savunması düşüncesi oluşturuyordu. Savaş bittikten sonra Vietnam’da Komünist Partisi’nin geldiği nokta bu savı doğrular niteliktedir. Bu yönüyle Irak’taki direnişle bir paralellik vardır. Vietnam’da Komünist Partisi’nin ve Ho Chi Minh’in önderliğinin, Giap’ın askeri dehasının rolü yadsınamaz. Bir başka biçimde Irak’ta Baas örgütlenmesinin rolü vardır. Ne var ki insanları motive eden büyük oranda vatan savunmasıdır.
Hatırlanacak olursa, Sovyetler’e yönelik olarak yaptığımız eleştirilerde, demokratik halk devriminden sosyalist devrime geçişin, Sovyetler’de olduğu gibi 6 ay değil, çok uzun bir süre alacağını söylemiştik. Çünkü, sosyalizmin maddi temeli işçi sınıfıdır. Güçlü bir işçi sınıfına dayanmayan bir toplumda, demokratik halk devrimi başarılabilir; ama bu, sosyalizm için yeterli bir maddi zemin değildir. Dünya bunu, var olan sosyalizmin çözülmesiyle somut biçimde gördü. Sosyalizmin maddi altyapısı olan işçi sınıfı ve emekçilerin yeterli bir oluşum süreci geçirmediği toplumlarda, doğrudan sosyalizm için insanların hareket etmesi, sosyalizm motifinin egemen hale gelmesi beklenmemelidir. Ülkemizde ve dünyada sol hareket, dönem dönem bu hatayı yaptı.
Stalingrad da bir vatan savunmasıdır. Ancak burada, vatanı savunmak kadar sosyalist düşünceyi, sosyalizmin kazanımlarını savunmak da söz konusu. Sovyet’lerde 1917’den ’40’lara kadar sosyalizmin neler getirdiğine bakmak gerekiyor. Bu süreç içinde ABD ekonomisi yüzde 70 küçülürken, Sovyetler’deki kalkınma yıllık yüzde 20’lere ulaştı. Dünya ekonomisi çökerken, Sovyetler hızlı bir gelişim içine girmiş ve halk, sosyalizmin maddi yaşamına etkisini somut olarak görmüştür. Örneğin 1936 anayasası, hem oluşum sürecinde halkla kurulan diyalog sebebiyle, hem de niteliği açısından dünyanın en demokratik anayasası olarak tarihe geçmiştir. Bu bağlamda Stalingrad ile Irak arasında bir farklılık söz konusu.
Gerçekte sol düşünce vatan savunmasıyla çelişen bir olgu değildir; ama, milliyetçilikle çelişir . Sovyetler’de sol düşünceyle vatan savunması iç içe geçmiş durumda. Hatta savaşın kazanılmasını sağlayan ağırlıkla sosyalist kazanımlar olmuştur. Orada işçiler kuşatma halindeyken kendi fabrikalarında, atölyelerde silah üretmiştir; kalaşnikof o dönemde yapılan bir silahtır. Yani oradaki kazanımlar, vatan savunması duygusunu destekleyen, güçlendiren tarzda gelişmiş. Önemli olan, komünist partisinin bunu doğru yönde yönlendirmiş olmasıdır.
Bir halkın işgale karşı direnişi kırılabilir, ancak yok edilemez. Irak’taki önderliğin niteliği veya kullanılan dini motifler, direnişin yumuşak karnını oluşturuyor. Ancak bu, Vietnam’la veya Stalingrad’la benzerlik kurmaya engel değil. Irak halkının direnişinde ana tema küçümsenmemelidir. Örneğin Nasıriye’de uzun süre susuz kalan halka işgal kuvvetleri su vermeye kalkınca, halktan “suyunuzu veya yemeğinizi istemiyoruz; onurumuzu istiyoruz” yanıtını aldılar. Bu tepki, silah zoruyla bir süre için sindirilse dahi bütünüyle yok edilemez.
Ayrıca, direnişteki her zaafı da Irak’ın özgünlüğüne bağlamak doğru değildir. Çok daha ileri ideolojik motiflerle donanmış direnişlerde bile pek çok zaafla karşılaşmak mümkündür.
ABD’nin karşılaştığı direniş, savaş sonrası hesaplarını da bozdu. O kadar çok kan döktü, o kadar çok acı ve gözyaşı sebepleri oluşturdu ki, ekilen öfke tohumlarının boy vermesini önlemesi artık olası değildir. Bu yaşananlardan sonra, ABD ile işbirliği yapan herhangi bir kesimin halkın gönlünü kazanma şansı yok. ABD’nin hesabı, direniş dışında kalan kesimlerle işbirliği yaparak bir siyasal yapı oluşturmaktı. Bu fikrin temelini Saddam’ın askerlerinden Şiilere kadar çeşitli kesimlerin ABD yanlısı tutum takınmaları oluşturuyordu. Teori bunun üzerine kuruluydu. Bu durumda, ABD birebir kendisi yönetmek durumunda kalacak. Halk savaşı yürütmekte olan Irak nüfusunun oluşturduğu kombinasyon savaş sonrasında farklı etnik ve dini yapılardan kesimlerin aynı siyasal oluşum içerisinde bir arada bulunma olasılığını büyük oranda olanaksız kılmıştır. Askeri olarak yenilmiş bir Irak’ta sınırlı sayıdaki işbirlikçinin oluşturduğu yönetim ile bu sorunu aşmak mümkün değil. Üstelik askeri yenilgi savaşın bitmesi anlamına gelmeyecektir. Süreç, ABD’nin yüzünü açığa çıkaracak, yüzü açığa çıktıkça işi daha çok güçleşecektir. Şimdilik işgal güçlerinin mevcut durum için düşündükleri yönetim şöyle:
Irak’a Amerikalı bir genel vali atanacak; ona bağlı, yine Amerikalı olan üç yardımcısı olacak; bunların da altında hükümet oluşturulacak. Başkanlık için, Irak Ulusal Kongresi Başkanı Ahmet Çelebi düşünülüyor. Nasıriye’ye getirilip, orada ona bir miting düzenlettirilmesinin sebebi budur. Başkanlık görevini üstlenen Çelebi’ye bağlı olarak düşünülen hükümette, başbakan Kürt olacak (büyük olasılıkla Talabani’nin yardımcısı Berhem Salih). Hükümette ayrıca on Kürt bulunacak. Yine büyük bir olasılıkla iki Tükmen olacak (biri Şii, diğeri Sünni); geri kalan bakanlıkları da Şii ve Sünni Araplar paylaşacak. Bu oluşum, 3-5 yıl böyle gidecek; sonra da eğer ortam müsait olursa, seçim yapılacak. Tabii bunlar, yazımızı yayına hazırladığımız süreçte yansıyan bilgilerdir. Irak ve dolayısıyla Ortadoğu, uzun vadeli hesap yapmaya uygun bir zemin değildir. Irak’ta dumanlar tütmektedir ve halk işgalcilerle barışık olmayacağını çeşitli biçimlerde ifade etmiştir. Örneğin, Londra’dan getirtilen ve dini lider olarak lanse edilen Amerikan-İngiliz işbirlikçisi Abdulmecid El Hoei’nin saldırıya uğrayarak öldürülmesi, ABD’ye bir mesaj niteliğindedir. Aynı şekilde, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi Başkanı Ayettullah Muhammed Bekir El Hekim, “Amerikan askeri yönetimine direneceklerini, Washington’un bir Amerikalı generali yönetime getirmeye çalışması halinde iç savaş olabileceğini ” söyledi.
Yeni konjonktürde ABD; Türkiye, Suriye ve İran’ın bölgeye dair tercihlerini görmezden gelemeyecek ve bağımsız Kürt devleti kurma tercihi de bu bağlamda ertelenebilecektir. Korkarız ki feodal önderliklerin işbirlikçi politikalarının faturasını bir kez daha Kürt halkı çekecek ve bu durum, Kuzey Irak sınırlarının dışına taşan düzeydeki beklenti sahiplerini de sorumluluk altına sokacaktır. Sanıldığının aksine, ABD’nin güçlü bir duruş sergileyebilme koşulu yoktur. Bu nedenle kuzeydeki hesaplar, işbirlikçi Kürt kesimlerin beklentileri dahilinde olmayacaktır.
BAAS PARTİSİ’NİN NİTELİĞİ VE SÜREÇTEKİ ROLÜ
Dünyada bugüne dek yapılmış olan Baas ve Saddam karşıtı yönlendirmeler, Baas Partisi’nin gerçek yapısını görebilmeyi güçleştirdi. Savaşta görüldü ki partiye olan güven, sanıldığından daha fazla. Baas Partisi aynı zamanda zaten Arap milliyetçiliği temelinde kurulmuş bir partidir. Sol olmaktan çok, Arap milliyetçiliğinin ulus olma onurunu öne çıkaran bir örgütlenmedir.
Böyle bir nitelikle de işgal karşısında direnişi sonuna dek sürdürmek mümkündür. Ancak bunun hangi nicelikle ve ne türden araçlarla sürdürülebileceğini kestirmek zordur.
Daha önce Suriye’de örgütlenen ve sonra Şiiler tarafından Irak’a taşınan Baas Partisi’nin ortaya çıkışı, Nasır dönemine rastgelir. Mısır’da Nasır döneminde Arap milliyetçiliğinin öne çıkmasıyla aynı süreçte, Sovyetler’in de barışçıl geçiş tezine uygun olarak Ortadoğu ülkelerinde yukarıdan aşağıya “sosyalist” partiler örgütlendi. Baas Partisi bunlardan biridir. Bilindiği gibi sosyalist düşünce, sınıf olgusuyla doğrudan ilintilidir. Feodal toplumda sosyalist temelde bir örgütlenme geliştirilemez. Feodal çelişmeler/ yöresel çelişmeler, sosyalizm gibi çok daha üst düzeydeki ilişkileri/ düşünceyi kaldırmıyor. Irak’ta da Suriye’de de parti örgütlenmesi öncelikle Arap milliyetçiliğine hitap etmektedir. Savaşın uzamasının en kolay etkileyeceği ülkelerden biri Ürdün ise, diğeri Suriye’dir. Ürdün parlamentosunda önceki dönemde komünistlerin önemli bir ağırlığı vardı; ayrıca Filistinli ve Iraklı nüfus yoğunluğu söz konusu.
Birçok Iraklı uzun süreli ambargo nedeniyle, iş için göç etmişti. Önceleri Lübnan, Ortadoğu’nun ticaret merkeziydi; ama, Lübnan’daki oldukça uzun süren iç savaş sonrasında bu misyon Irak’a, bir oranda da Ürdün’e kaydı. Son süreçte ise Ürdün, Akabe Körfezi aracılığıyla doğrudan doğruya o bölgedeki ticaretin merkezi halinde. Iraklı tüccarların büyük bir kısmı da şu anda Ürdün’de; çalışan kişilerin çoğu da Iraklı. Bu bağlamda önümüzdeki süreç, kimi ülke yönetimlerinde radikal tutumlara yol açarken bu, öncelikle Ürdün’de beklenmelidir.
Aynı şey Suriye için de geçerli; fakat hem İsrail’in hem de ABD’nin namlusunun ucunda olduğu için tutum alışta zorlanabilir. İsrail’in güvenliği için ABD her koşulda Suriye’ye baskı yapacaktır. Mısır’daki potansiyel de antiemperyalist nitelikte güçlü bir dalga yaratmaya aday.
Irak’taki direniş, Saddam’ın olurunu alan; ama, Saddam’ın boyunu da aşan bir direniştir.
Irak halkının işgalcilere karşı geliştirdiği, önemli ve ciddi bir hazırlık sürecinden geçtiği anlaşılan halk savaşı; teknolojik olandan çok insan öğesinin ve farklı kültürel formlarda şekillenmiş olan çevrelerin, bilinçli bir şekilde örgütlendiğini gösteriyor. Bu, Saddam’ı da Baas Partisi’ni de aşan bir olgudur. Direnişte sosyalist birikimin öğelerinin kullanıldığı izlenimini yaratan gelişmelere tanık olundu. Ademi merkeziyetçiliğe, yerel yönetimlerin insiyatifine yer verildi. Parti, direnişe en yerel birimlerde bile önderlik etti. Ne Saddam’da ne de partide böyle bir gelenek olmadığı biliniyor.
Direniş, sol düşüncenin birikimlerinden yararlanılarak, milliyetçi temelde örgütlenmiş. Dini motifler yoğunlukla kullanılıyor görünse de, asıl ortak paydanın milliyetçilik olduğu görülüyor. Böyle bir direnişin örgütlenmesinde hangi ülke birikiminin veya böyle bir birikimi aktarabilecek hangi kişilerin yer aldığı üzerine spekülasyonlar yapmak, fal açmak gerekli değildir. Önemli olan, direnişte içkin bulunan böyle bir niteliği doğru okuyabilmektir. Bu direnişte gerçekten halkın yaratıcı gücünü kullanan, halkın bir şeye inandığı zaman yenilmez bir güç haline gelebileceğini bilen, bunu öne çıkaran bir nitelik var. Bu Ortadoğu’da yukarıdan aşağı sıkı bir merkeziyetçi örgütlenmeyle yapılan ve onu ön plana çıkaran geleneksel türdeki direnişlerden daha farklı. Yerel insiyatifi, kişisel insiyatifi ön plana çıkaran bir nitelik yoksa; merkezle bağı koptuğu zaman o katı merkezi örgütlenmeler çöker. Ama Umm el Kasr’da ve diğer yerlerde tek başına kalsa bile insanlar ölünceye kadar direndi.
Irak ordusunun, güneydeki petrol kuyularını yakarak zaman kazanma yoluna bile gitmediği görüldü. Bu, elindeki silahlara, kendi örgütlenmesine, kendi kozuna güvenecek şekilde hazırlanmış olduğunu gösteriyor; elindeki gücün niteliğini biliyor. Mesela, medyayı kullanmak; Enformasyon Bakanı’nın bilgi verme sıklığı ve biçimi bile başlı başına bir hazırlık olduğunun göstergesidir. Aslında gösterilen direniş, Baas Partisi’nin örgütlenme şeklini ve geliştirdiği ilişkileri aşan boyuttadır. ABD’nin kimi ülke adlarını anarak destek verildiğini söylemesi boşuna değildir. Kuzey Kore’nin, fiberoptik kabloların döşenmesi, askeri yapının radar sistemlerinin onarılması konusunda katkısı olduğu biliniyor. Aynı şekilde, füze teknolojisinin geliştirilmesinde katkısı oldu. Fakat direnişin genel dokusuna bakıldığında, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Baas Partisi’nin geleneğini aşan ve teknolojik öğelerle sınırlı olmayan bir hazırlığın izlerine rastlanıyor.
Hatırlanacak olursa Mart ayında yayınladığımız Güncel Defterler 1’de Malezyalı bir yazarın yorumunu aktarmıştık. Yazar, “halk direnecek ama Saddam için değil” diyordu. Bu, Arap halkının da bilinçsiz olmadığını gösteriyor. Saddam sonrasında sanıldığı denli halkın bir kaos içine girmeyebileceğine dair de bir veridir bu. Savaşın kendisi de kendi içinde bir hiyerarşi yaratabilir; alanlarda, bölgelerde bir güç oluşabilir. Daha antiemperyalist temelde milliyetçi bir tavır alış, Kemalizm benzeri; ama, bugünkü sınıfsal tabanı itibariyle biraz daha sola yakın yeni bir yapı gündeme gelebilir. Irak’ın zengin bir ülke olması ve yıllardır her şeyini kendisi yapmaya alışmış olması, savaş yıkıntılarını daha kolay aşmasını beraberinde getirebilir.
İşgal kuvvetlerinin Bağdat’a girmesi sonrasında yaşananlar yukarıdaki direniş tanımımızla çelişiyor gibi görünebilir. Unutmamak gerekiyor ki, Irak’ta başarı için olduğu kadar başarısızlık için de küçümsenmeyecek nedenler vardı. Saddam’ın dünden bugüne duruşu; vaktinde ABD ile işbirliği yapması; hatta, Mart ayında yayınladığımız broşürde de belirttiğimiz gibi, halkta onu ABD ajanı olarak görme eğiliminin bile bulunduğu hatırlanmalıdır. Baas Partisi’yle ve özellikle Saddam’la halk arasında bir açının bulunması doğaldır. Ne var ki, bu örgütlenmenin Irak’ta, bölge ülkelerinin hiçbirinde bulunmayan düzeyde sosyal alanlara yatırım yaptığı biliniyor. Baas Partisi’nin katı merkeziyetçi yapısı, böyle bir direnişin örgütlenmesinin önünde bir engel gibi görünebilir. Ancak, işgal ihtimali karşısında, çelişmelerin ertelenmesi (Şiiler’in yaptığı gibi) topyekün bir direniş için hazırlık yapılmış olması mümkündür. Tekrar söylüyoruz; Bağdat, Musul, Kerkük gibi yerlerde yaşananlar için çok şey söylenebilir; söyleniyor da…
Örneğin, Saddam’ın halkını satarak ABD ile anlaştığı da söyleniyor. Ancak biz, şu durumda bu tür spekülasyonların yarardan çok zararı olabileceğini ve direnişe gölge düşürmekle kalmayıp, çıkarılması gereken sonuçlarda da bir yanılgıya sebep olacağını düşünüyoruz.
SINIFSAL KÖKEN AÇISINDAN ABD’Lİ ASKERLER
Yüzde 11-12 düzeyinde bir işsizlik yaşanan ABD’de hizmet sektörü, özellikle tercih edilen bir alandır. Fen ise, pek tercih edilmemektedir.
Okullarda başarı düzeyi diğer sosyal alanları yapabilecek seviyede olmayan veya imkanları, başka bir kente gidip hem çalışıp hem okumaya yetmeyen öğrenciler, “kısa yoldan hayata atılma” tercihinde bulunuyor. Bu tercihe de genellikle, iş garantisi olması sebebiyle askerlik denk düşüyor. Bu nedenle, ABD’de yoksul aile çocukları genellikle başka bir iş güvencesi/ olanakları olmadığı için gönüllü asker oluyor, askerliği meslek olarak seçiyor. Başarılı olan ve bir üst eğitimi finanse edebilecek kadar maddi kaynağa sahip bulunan öğrenciler ise, diğer alanlara yönlendirilirler.
Alt eğitim gruplarında bulunan insanların bu alanı seçmiş olması ABD’de askerlerin iyi eğitilmediği anlamına gelmiyor. Irak’a gönderilenlerin paralı asker olması onların yeterli eğitime sahip olmadığı çağrışımını yapabilir, bu doğru değildir. Aksine ABD Irak’a en eğitimli/ tecrübeli askerlerini göndermiş durumda. Ne var ki bu tür askerlerin Aşil topuğu inanç/bağlılıktır. Paralı asker hiçbir zaman vatanını inançla ve ölümüne savunan bir insanla aynı moral değerlere sahip olmaz. Mesela sürecin ilk etabında Türkiye’den kuzey Irak’a sokulması düşünülen 4. tümen, nerede çatışma varsa oraya girmiş çıkmış iç savaş konularında modern teknolojinin kullanılması konusunda en iyi eğitilmiş olan askerlerden oluşuyor. Bu tümendeki askerlerin yaş ortalaması daha yüksek, savaş tecrübesi daha yüksek, modern araçları kullanma teknolojisi daha yüksek, örneğin ABD ordusunda herkes tank kullanmıyor, ama 3. mekanize tümeni, 4. mekanize tümeni dünyanın en gelişmiş tanklarıyla donatılmış; hepsinin gece görüş sistemleri var. Ama ABD ordusunda 2. Dünya Savaşı’ndan kalma tankların modernize edilmiş biçimiyle donatılmış olan askeri birlikleri de var. Fakat şu anda Ortadoğu’ya gelen birlikler en iyi eğitilmiş, savaş tecrübesi en yüksek olan, en iyi donatılmış askerlerdir. Savaş uzadığı ve asker sayısı arttığı oranda askerde de, malzemede de, eğitim düzeyinde de nitelik düşmesi yaşanacak.
ABD özel timleriyle ve uzman subaylarıyla dünyanın çeşitli bölgelerinde kontr-gerilla faaliyetleri örgütlemiş olmakla belirli bir deneyim ve bilgi birikimine sahiptir. Ne var ki çoğu kez savaşan, birebir kendi askerleri değildir. Mesela, kara savaşında gerillaya karşı helikopter kullanılması konusunda dünyada en deneyimli ordulardan biri Türk ordusudur (2. ordu).
Çünkü, dünyanın hiçbir ordusu Türkiye’deki askerlerin savaştığı koşullarda gerillaya karşı savaşmadı. Ayrıca Türkiye’deki askerlerin PKK’ye karşı mücadelede kullandıkları yöntemleri dünyada hemen hiçbir ordu kullanmadı. Ve bu anlamda “gayri nizami savaş”a karşı bir düzenli ordu nasıl başarı kazanır; helikopteri, komando birliklerini nasıl kullanır; bu konuda gerçekten çok ciddi deneyimler edinilmiş durumda. Askerlerin bir kısmı değişse dahi orada deneyim kazanan, birikim sağlayan subaylar, astsubaylar duruyor. Kırsal alanda askerin hangi performansı gösterebildiği, hangi eğitimden geçirilip hangi performansı yakalayabildiği; hangi motiflerle insanların oraya götürülebildiği; bunların hepsi birer deneyimdir. ABD’nin en deneyimli askerlerinden bile, canlı yayında, “bize tatbikatlarda bunları göstermediler” biçiminde bir yakınma geliyorsa, bilginin yaşam alanlarına aktarılması anlamında tecrübe büyük öneme sahip demektir.
DİRENİŞ UZADIĞI ORANDA DÜNYADAKİ DENGELERİ DEĞİŞTİRİCİ ETKİSİ ARTACAKTIR
Irak’taki gelişmelerin kaderini belirleyecek olan temel olgu, Irak halkının direnişidir. Bir süre sonra buna, emperyalistler arası çelişmeler eklenecek; emperyalist ülkeler, Irak’taki iktidar ve paylaşım kavgasına bir biçimde taraf olacaktır. Bu süreçte, ABD safında yer alan blok genişleyebilir. Bunun karşısında yer alan emperyalist ülkeler, özellikle petrol gibi stratejik bir kaynağın Ortadoğu’daki varlığı sebebiyle, Irak direnişiyle kendi çıkarını bütünleştirebilir. Yani çelişmeler, çok bileşenli bir hal alabilir ve farklı alanlara kayabilir. Özellikle burada eskiden beri çok köklü ilişkileri olan Rusya, Fransa, Çin gibi ülkeler ön plana çıkıyor. Çelişmeler, diplomatik alandan Irak’a açık desteğe kadar, çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir.
Irak’taki direnişin boyutlanması, ABD’yi açmaza alması, kimi emperyalist ülke tekellerini umutlandırıyordur. ABD’nin yıpranmasından yarar sağlayacak emperyalist ülkeler ile ABD arasındaki çelişmeler, tarafları daha açık bir saflaşmaya zorlayabilir. Çünkü ABD Ortadoğu’ya, kendisini diğer emperyalist ülkeler karşısında çok daha ayrıcalıklı kılabilecek politikalar çerçevesinde müdahale ediyor. Ve Irak, bunun sadece ilk adımı. Bu hegemonya hesaplarına ket vurmak isteyen pek çok emperyalist ülke olabilir. Bir süre sonra onlar da arenada boy gösterebilir. Bu olasılık, Irak’taki direnişin uzamasıyla doğrudan orantılı olacaktır. Mesela Arap Birliği’nin, Güvenlik Konseyi’nden ateşkes kararı çıkartmayı denemesi, yeni sürecin çıkar kümelenmeleri içerisinde mütalaa edilebilir.
ABD’nin etkinliği/ prestiji, 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç bu denli sarsılma riski ile karşı karşıya kalmamıştı. Bu süreçten yenilgiyle çıkmamak ve prestij yaralarını onarmak için her yolu deneyecektir.
ABD, Irak’a yönelik saldırıyı önceleyen süreç dahil; bu savaşta BM’nin üzerindeki tüm kamuflaj öğelerini sıyırıp atmış, gerçek niteliğini ortaya çıkarmıştır. BM, IMF, DB gibi kuruluşların aslında emperyalist ülkelerin taşeronları olduğu iyice netleşmiş, halkların nezdinde teşhir olmuşlardır. BM artık görevini büyük oranda tamamlamıştır ve süreç, farklı oluşumlara gebedir. Mesela, Malezya’nın 166 yeni sömürge ülke ile oluşturduğu ittifak, bu bağlamda önem taşıyor. Kaldı ki bunun önceli de var. Önce Afrika’daki 41 ülkenin devlet başkanları bir araya geldi.
Afrika’da farklı bir yapılanma; Afrika’nın geleceği konusunda bir çeşit yürütme oluştu.
Birleşmiş Milletler’in fiyaskosundan sonra Malezya’nın önderliğinde oluşturulan blokun içindeki 166 ülkenin (ki bunlar yeni sömürge ülkelerdir) önünde şu ana kadar somut bir direniş örneği yoktu. Ama artık Irak örneği var. Bu bağlamda Peru, Kolombiya gibi ülkelerdeki mücadelenin önemi artıyor. Burada Malezya’nın özel bir anlamı var. Türkiye’nin Şubat ve Kasım krizlerine benzer bir krizi bundan birkaç yıl önce Malezya yaşadı ve krizden IMF ile Dünya Bankasını kovarak çıktı. Bu, özelde ABD’ye genelde emperyalizme ve emperyalizmin kurumlarına global düzeyde bir karşı çıkışa yol açabilir. Bunun bir ucu da Türkiye’ye yansıyabilir.
Şu ana kadar ABD’nin gücü sadece ekonomik alanda değildi. kültürel alandaydı, ideolojik alandaydı; her alanda bir hegemonyası vardı. Artık bu hegemonya çatırdıyor. Irak’ta yaşanan salt bir askeri kırılma değil; ideolojik bir kırılma da söz konusu. ABD artık “demokrasi cephesi” değildir. İkincisi; BM, IMF, Dünya Bankası gibi olgulardan genel anlamda emperyalizmin kurumları olarak söz ediliyor idiyse de bunların öncelikle ABD emperyalizminin kolları olduğu ortaya çıkmıştır. ABD’nin Irak savaşıyla beraber uğradığı ve uğrayacağı prestij kaybı, güç kaybı aynı zamanda bu kurumların da yıpranması anlamına gelir. Yeni sömürge ülkelerin bu kurumlara karşı kafa tutma şansı artacaktır.
Almanya, Fransa gibi ülkeler, mesele salt Irak olsaydı; emperyalist hegemonyanın bir aracı olan BM gibi kurumların dağılmasını göze almayabilirdi. Ne var ki ABD’nin amacının Irak’la sınırlı olmadığı bilinmektedir. Irak müdahalesi, bütün Ortadoğu’da dengeleri/ ilişkileri 21.yy.da ABD’nin net ve açık hegemonyasını kurmaya yönelik olarak düzenlemenin başlangıcıdır.
ABD’nin amacı böyle boyutlu olunca, bununla çelişme halinde olan ülkelerin çok daha katı bir uzlaşmazlık hali içinde olmaları beklenmelidir. AB de bu süreçten şu veya bu oranda etkilenecektir. Hatırlanacak olursa AB, düşünülenin de ötesinde hızlı bir genişleme sürecine girmişti. Normal bir gelişme süreci yaşansaydı, üye sayısı bu boyuta ulaşmazdı. Eğer AB’nin düşündüğü tarzda bir bütünleşme söz konusuysa, yeni üyelerin gerçek anlamda bir birlik içinde yer alabilmeleri için en az 15 yıl geçmesi gerekiyor. En az 15 yıllık bir gelişme süreci olmadan Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerle bütünleşme söz konusu olmaz. Şu süreçte bile gerçek anlamda bir birleşmeye Batı Avrupa’daki 7 ülkenin bile tam hazır olmadığı ortaya çıktı. Mesela şu anda sadece Belçika, Almanya ve Fransa arasında tam bir bütünleşmeyi hedefleyen bir adım atılabilecek gibi görünüyor. Burada AB ya tam bir bütünleşmeyi ertelemek zorunda, ya da uzun bir süre sadece ticaret anlaşmasıyla sınırlı kalmak durumunda. Süreç, işlevini daraltırken bunun içerisinde bir çekirdeğin oluşması gündeme gelebilir; mesela Almanya-Fransa ittifakında olduğu gibi. 15 yıllık süreç içerisinde tamamen farklı bir yapı ortaya çıkabilir; ama, kısa sürede böyle bir gelişme olası değildir. Yani hedeflenen tarzda bir AB’nin en erken 10-15 yıldan önce oluşması mümkün değil. Şu anda süreç kendi iç çelişmelerini daha da keskinleştirdiği için bu oluşum ertelenebilir. Diğer yandan İngiltere, İspanya, İtalya arasında ABD yanlısı bir blok oluşabilir.
Eğer direniş uzarsa ve petrol alanlarını tehdit eder hale gelirse, bu defa petrol konusundaki çelişmeler bölgeye yansıyacak. Ortadoğu petrollerine birinci derecede bağımlı olan Hindistan,
Japonya, Çin en azından kendi gelecekleriyle ilgili olarak radikal bir tavır alış içerisine girebilecek. ABD’nin ideolojik egemenliği, bu ülkelerin ABD karşısında kendi tercihlerini belirtme olanaklarını elinden alıyordu. Irak gibi bir ülke ABD karşısında bu olanaksızlıklar içerisinde böyle bir direnişten başarıyla çıkabilseydi; bu, bütün dünyadaki, sadece ezilen halklar anlamında değil, emperyalist ülkeler arasında bile ABD hegemonyası etrafında oluşmuş olan dengelerin bozulması anlamına gelirdi. Kaldı ki şu durumda da ABD’nin gücü sarsılmış; karşı konulamayacağına dair kanaat kırılmıştır. Yerinden oynayan taşların hangi oranda nasıl bir yıkıntıyı beraberinde getireceğine dair bugünden kesin şeyler söylemek mümkün değil. Ama geniş kapsamlı bir çelişme farklı düzeylerde ortaya çıkabilir ve bu Irak’taki çelişmeyi bile geçebilir.
IRAK MEŞRU, İŞGALCİLER GAYRIMEŞRU, BM İSE SUÇLUYDU
Tüm dünya halklarına gözdağı vermeyi de amaçlayan ABD; ambulans, hastane, gazeteci, vb. dinlemeden her şeye ateş ederken “Ben kendim için gereken her şeyi yaparım; hiç bir kural tanımıyorum” mesajını veriyordu. ABD, bu savaşta kuralsızlığa; dünyada bir korku salmaya oynadı. Bunun karşısında ise Irak güçleri, meşru zeminde kalmak için özel bir gayret sarfetti. Irak’ın elinde, kullanılması tartışmalı olan çeşitli silahlar/ araçlar vardı. Örneğin baraj kapaklarını uçurabilirdi; bunu yapmadı. İkincisi, şu veya bu biçimde kimyasal silah kullanma şansı vardı; ama, bunu da yapmadı. Böyle bir silahın bulunması veya kullanılması, ABD’nin saldırganlığına meşruiyet kazandırırdı; Irak, ABD’ye böyle bir fırsat vermedi. Beklendiğinin aksine petrol kuyularını da yakmayan Irak; mücadelesini bütünüyle meşru temelde sürdürdü. Irak halkı, verdiği mücadeleyle, bütün dünyada savaş karşıtlarının, antiemperyalistlerin tamamının emperyalizme karşı güçlü temelde mücadele verebilmesi için önemli olanaklar yarattı. ABD, hiçbir zaman bu denli deşifre olmamıştı. Bu süreçte Irak halkı yıkımın, acının en yoğununu yaşamış, önemli kayıplar vermiştir; ama, dünya ölçeğinde halklara çok büyük kazanımlar sunmuştur. Hemen her ülkede antiemperyalist mücadele ivme kazanırken; tek kutuplu dünya, tek ülkede devrimin olanaksızlığı, ulus devletin miyadını doldurduğu, emperyalizme karşı durmanın olanaksız olduğu biçimindeki saptamalar yerle bir oldu. Üstelik Irak halkı, peş peşe üç savaş geçirmiş; on yıldır elindeki imkanlar imha edilmiş ve yenilerine fırsat verilmemiş; her yer didik aranırken, fabrikalar dahil her yere yüzlerce kamera yerleştirilerek CIA aracılığıyla denetlenmiştir. Direnişi az bulup, ona olumsuzluk atfedenler değerlendirmelerini bu gerçekliliği hesaba katarak yapmalıdır.
Hatırlanacak olursa, savaşa bir hafta kala bile hala El Samud füzeleri imha ettiriliyordu. Bu bağlamda suçlulardan biri de BM’dir. BM, elindeki hemen her silahı, imha ederek savunmasız duruma düşürdüğü Irak’ı, her çeşit saldırı silahıyla donanmış bir düşman gücün eline teslim etmiştir. Üstelik, varlık nedeni olan hukuksal çerçeveyi uygulama iradesi de gösterememiştir. ABD, Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı kararını gerekçe göstererek, Irak’ın silahsızlanması için dayatma yaparken, saldırı için Güvenlik Konseyi kararı arama ihtiyacı duymamış ve hatta var olan kararı da çiğnemiştir. BM, silahsızlandırma adı altında, ABD’nin saldırısına aday Irak’ı, savunma araçlarından yoksun bırakarak saldırıya doğrudan ortak olmuştur.
Savaşın ilk etaplarında Kuveyt’e düşen füzenin scud olabileceği söylendiğinde, Hans Bliks, “eğer bu gerçekten Scud ise Irak suç işlemiş olur” diyerek ortadaki hukuksuz-luğun, ölçüsüzlük ve çifte standardın boyutlarına bu duruşuyla örnek teşkil etmişti. Savaşın sonuna doğru “kimyasal silah bahaneymiş” demesi ona onurunu geri kazandırmıyor. BM zaten emperyalizmin yeni sömürge ülkelerdeki işgalini/ denetimini gizlemenin araçlarından birisiydi; bu, artık daha bariz biçimde ortaya çıkmış ve halkların nezdinde, bir suç örgütü olmuştur.
Bu arada Fransa, Almanya ve Rusya’nın; ABD’nin saldırgan politikasına hemen hiçbir tepki gösterme ihtiyacı duymamış ve savaş sonrasındaki insani yardımlarla yetinerek; kendi yatırımlarını güvenceye alma sorununa yoğunlaşmış olması; başlangıçtaki savaş karşıtı duruşlarındaki sahteliği ele veriyor. Başlangıçtaki tutum, Irak’taki ekonomik çıkarlarını koruma çabasından başka bir şey değilmiş.
HAKSIZ SAVAŞ SÜRDÜRENLERİN ORTAK ÖZELLİĞİ YALANDIR
Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Irak’a yönelik saldırısının başladığı günden beri, psikolojik savaş kapsamına giren çabalarda, emperyalist güçlerin, diğer başka savaşlarda da olduğu gibi yalanın mümkün olan tüm biçimlerini denediği görülüyor. Kavgam adılı kitabında Hitler, “Bir yalanı 10 defa söyleyin yalan yalan olarak kalır. Bir yalanı 10 bin defa söyleyin yalan gerçek olur ” der. Tarihsel süreç içinde bu tür çabaların benzerliğine dikkat çeken ve “Savaş Dönemi Yalancılığı: Birinci Dünya Savaşı Yalanları” adlı yapıtı ile tanınan Arthur Ponsonby’nin tespit ettiği 10 temel ilke, Irak saldırısında da saldırganın duruşunu özetler niteliktedir.
Ponsonby’nin ilkeleri kısaca:
- “Biz bu savaşı istemiyoruz”
- “Savaşın tek sorumlusu düşmandır”
- “Düşman gaddar ve şeytandır”
- “Savaş için çıkar hesaplarımız değil, onurlu sebeplerimiz var.
- “Düşman bilinçli ve istekli olarak katliamları gerçekleştiriyor, bizimkiler ise sadece hata”
- “Bizim kayıplarımız çok az, düşman bozguna uğratıldı ve yenilmek üzere”
- “Davamızın kutsal bir nedeni var.”
- “Aydın ve sanatçılar bizi destekliyorlar”
- “Düşman uluslararası hukuka aykırı silahlar kullanıyor”
- “Propagandamızı yalanlayanlar vatan hainidir.”
21. YÜZYIL NAZİLERİ GÖBELS’İN RUHUNU ÇAĞIRIYOR
Nazilerin propaganda bakanı Göbels “Hedef kitlenin psikolojisini kavradıktan sonra, sürekli tekrar yöntemiyle, karenin aslında daire olduğunu kanıtlamak imkansız değildir. Bunlar sadece sözcüklerdir, fikirleri kamufle etmeye yönelik olarak biçimlendirilebilir” der.
Günümüz Göbels’leri de on yıla aşkın süre mbargo ablukası altında tuttukları ve BM’yi arkalarına alarak her türlü silahını imha ettikleri Irak’a vaktinde kendi sattıkları kimyasal silahları bahane ederek saldırdı. Ve saldırı boyunca “karenin aslında daire olduğunu” kanıtlamaya çalıştı. Saldırının başladığı 20 Mart tarihinden itibaren ilk bir hafta içinde söylenen kimi yalanları anımsayalım:
-
Saddam Hüseyin, ilk geceki “cerrahi saldırı”da öldürüldü. (20 Mart)
-
Saddam öldürülmemiş olsa bile yaralandı. Sedyeyle hastaneye götürülürken görüldü. (22 Mart)
-
Irak ordusunun komuta-kontrolü imha edildi. (22 Mart)
-
Umm el Kasr ele geçirildi. (22 Mart)
-
Irak askerleri kitleler halinde teslim oluyor. (22 Mart)
-
Irak halkı, Amerikalıları sevinçle karşılıyor. (22 Mart)
-
Sekiz bin kişilik 51. Tümen, Basra yakınlarında toptan teslim oldu. (23 Mart)
-
Irak, Kuveyt topraklarına yasaklanmış olan Scud füzeleri gönderdi. (23 Mart)
-
Saddam Fedaileri’nin sayısının çok az olduğu, Amerikalılara tehdit oluşturmadıkları bildirildi. (23 Mart)
-
Basra ele geçirildi. (23 Mart)
-
Umm el Kasr ele geçirildi. (23 Mart)
-
Necef yakınlarında bir kimyasal silah fabrikası ele geçirildi. (23 Mart)
-
Nasıriye ele geçirildi. (23 Mart)
-
Umm el Kasr ele geçirildi (24 Mart)
-
Basra’da Irak hükümetine karşı isyan başladı. (24 Mart)
-
Arap televizyonlarında görüntüleri yayınlanan iki ölü İngiliz askerinin “infaz edildiği” bildirildi. (27 Mart)
(Kaynak Evrensel Gazetesi)
PSİKOLOJİK SAVAŞ TÜM DÜNYA ÖLÇEĞİNDE SÜRMEKTEDİR
Bir halkın dişiyle-tırnağıyla değerlerini/ onurunu koruması sürecinde hiçbir şey, işgalci güçlerinkiyle aynı kefeye konularak değerlendirilmemelidir. Halklara karşı küresel bir tehdit halini alan emperyalizm, sadece ölüm kusan silahlarıyla değil, propaganda mekanizmasıyla da varlık gösteriyor. Bu mekanizma, sanıldığından daha işlevli ve tehlikelidir. Bugün artık savaşın etkili bir unsuru halindedir; bir çeşit silahtır. Üstelik ahlakı, onuru, samimiyet ve tutarlılığı yok sayan; her yolu mubah kılan bir silahtır. Bu nedenle, ona dolaylı da olsa alet olmak, katkı koymak; niyetten bağımsız olarak, insanlığa karşı işlenmekte olan en büyük suça ortak olmak anlamına gelir.
Dikkat edilirse, egemen düşünme kalıpları, medya unsurlarıyla öyle yoğun bir şekilde veriliyor ki, en haksız olunan konuda bile gerekçe oluşturma şansı doğabiliyor. Irak karşısında işgalci güçlerin konumu; bir kadına tecavüz etmekte olan saldırgandan pek farklı değildir. Bu durumda mağdurun savunma amaçlı olarak kullandığı yöntem ve araçları, saldırganınkiyle aynı kefeye koymak; saldırgana taraf olmaktır. Özel bir maksat güdülmemiş olsa dahi; televizyondan yapılan bir yorumda bir gazete haberi veya makalede yapılan yönlendirmeler bazen halkın düşünme alanına zehirleyici bir etki yapmakta ve insanlık tarihinin gördüğü en vahşi saldırıya güç katmaktadır. Örneğin, Irak’ta gerçekten kimyasal silah var mı; gibi bir soruyu ortaya atıp tartışmak, ABD’nin değirmenine su taşımaktır. Çünkü meselenin kimyasal silahla hiçbir ilgisi yoktur. Kaldıki Irak’ta kimyasal silah olsa ne olur? Dünyada şu veya bu biçimde kimyasal silaha sahip olmayan hiçbir devlet yoktur. “Irak’ta kitle imha silahı varsa bile, bu onlara Amerika’nın ve bizim verdiğimiz silahlardır. ABD şarbonun yapımını öğretti Irak’a, biz de kimyasal fabrikalar kurduk .” (İngiltere eski Dışişleri Bakanı Robin Cook, The Guardian, 18 Mart 2003). Daha da önemlisi, kavramlar üzerinde bir dehşet hali yaratarak, soyut bir tartışmayla gerçekliği örtbas eden ABD, bunu yaparak, şu an savaşta kullandığı ve kimyasal silahtan daha tehlikesiz olmayan ve yasak sınıfına giren pek çok silahı/ aracı gölgelemiş; kendini aklamış olmaktadır.
Böyle bir manipülasyon bombardımanının dışına bütünüyle çıkabilmek zordur; ama, hiç olmazsa devrimciler, bu konuda çok seçici olmalı, günlük gazetelerde çıkan haberler dahil, her bilgiyi kendi süzgecinden geçirerek değerlendirmeli ve yol gösterme işlevini daha hızlı ve daha kapsamlı boyutlarda yapmalıdır.
İşgalci güçler Bağdat’a nasıl girmiş, Cumhuriyet Muhafızları nereye çekilmiş, Saddam nerede gibi tartışmalar; işin özünü saptırmaktan öte bir işlev görmemektedir. Irak yenilgiye uğrayabilir; bunlar her savaşta mümkün olan sonuçlardır. Önemli olan Irak halkının, uzay güdümlü silah teknolojisine kafa tutmuş ve emperya-list zorbalara, ellerini kollarını sallayarak hiç bir ülkeye giremeyeceklerini göstermiş olmasıdır. Bu aynı zamanda küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni gürültüleri arasında boğulmak istenen, halklara dair pek çok değerin emperyalist kültür ile yok edilemediğinin de göstergesi olmuştur.
Müzeler, kütüphaneler dahil her yerin (Petrol Bakanlığı ve ABD’ye gereken arşivler/dökümanlar dışında) yağmalanması ve peşinden yakılmasının; ABD’nin Irak halkının geçmişi ile bağını koparma hesabıyla da ilintili olduğunu düşünüyoruz. ABD, Irak halkının hemen hiçbir kesimince benimsenmemiştir. Kazandığını gösteren ritüeller düzenlemekten kendi kabulünü sağlayan psikolojik bir ortam için senaryolar geliştirmeye kadar her yolu deneyecektir. Televizyondan duyduğu her habere inanan ve beynini emperyalist bombardımana açık tutan kesimlere, “Er Jesica”nın kurtarılmasını anımsatmak istiyoruz. İşgal güçlerinin püskürtüldüğü ve yoğun kayıplar verdiği bir anda televizyonlarda tekrar tekrar verilen bir haber dikkatimizi çekti. Yaralı olarak Irak güçlerinin eline geçen “Er Jesica”, tedavi edildiği hastaneye yapılan başarılı bir operasyonla kurtarılmıştı. Gerçekte ise bu, ’91 Körfez savaşındaki petrole bulanmış karabatak kadar uydurma bir haberdi. ABD askerlerinin girdikleri hastanede hiçbir Iraklı yoktu. Jesica’yı orada büyük olasılıkla tesadüfen buldular. Ve bunu, dünyaya “müthiş operasyon” diye yayma kararı aldılar. Şimdi de saraylarda ele geçen uyuşturucular, porno kasetleri, ihtişam örnekleri sergileniyor. Bu haberlerin doğru olup olmamasından bağımsız olarak söylüyoruz; bunlar bizi ilgilendirmemeli, yani dikkatimizi yönelteceğimiz olgular bunlar olmamalıdır. Bırakalım İngiliz-Amerikan yöneticilerinin yaşamlarındaki ahlak veya ihtişam seviyesini; Türkiye’de bu haberleri veren kanalların sahibi ve yöneticileri sanki Uday Hüseyin’den daha mı ahlaklı/ tutarlı bir yaşama sahip? Irak halkının direnişini gölgelemek için her yol deneniyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgal edilen Anadolu topraklarında ilerleyen işgalcilerin girdikleri köy ve kasabalarda sanki sevgi gösterileriyle karşılandığı olmadı mı? Bunlar, önemli direnişlerin yaşandığı her ülkede rastlanmış kesitlerdir. ABD’nin kara propagandası boşa çıkarılmalıdır.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da gerçekleşen direnişte, Irak ordusundan çok halkın rol almış olmasıdır. Bu bağlamda, bırakalım Bağdat’a girilmiş olmasını, Baas Partisi’nin en üst düzey yetkililerinin hepsi yakalansa dahi, direniş bitmiş sayılmıyor. ABD, yönetimi ele geçirdikten ve hatta yeni yönetim oluştuktan sonra da bitmiş sayılmayacak; farklı araç ve yöntemlerle devam edecektir. Yaşananların sebep olduğu öfke, kolay kolay dinecek türden değil. Saklı öfkeler, çeşitli silahlara bürünerek açığa çıkacaktır. Bu arada, olumlu gelişmelerden biri de ABD’nin kaşımaya çalıştığı Şii-Sünni ayrımının gerçekleşmemiş olmasıdır. Bunun, ortak ulus bilincinin ortaya çıkması gibi olumlu bir gelişmeye yol açtığı da söylenebilir. Eğer bu gelişme, olumlu bir zemine oturtulabilirse, ABD’nin Irak için düşündüğü bütün siyasal çözümleri etkisiz kılabilecek bir sonuç doğurabilir. Şiiler nüfusun yüzde 60’ını oluşturmakta ve çatışma süreci dahil işgalci güçlere en tepkili kesim olarak görünmektedir. Yaptıkları gösterilerde “Ne Saddam Ne Amerika” sloganı tercihlerini de yansıtmaktadır.
Dini öğelerin varlığı, Saddam faktörü, vb. olgular halkların blincini çelmeye yetmemiş; halklar Irak’ı yalnız bırakmamıştır. Emperyalizm dünya halklarının nezdinde, yüzyılın en büyük öfkesine sebep olmuş; rüzgar tersine dönmüştür. Yüreğimiz, Irak’lılarla beraber atarken, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber zafer işareti yaparken; gerçek saflaşmanın emperyalizm ve dünya halkları arasında olduğunu yeni bir kapışmanın başladığını; yengiler ve yenilgilerle bu sürecin boyutlanacağını artık tüm ezilen halkların Iraklı olduğunu, dünyada binlerce Bağdat bulunduğunu, biri düşse bile, diğerinin elde silah, yeni raundlara hazır halde olacağını biliyoruz. Askeri sonucu ne olursa olsun, ABD ve işbirlikçileri Irak halkının onurlu direnişi karşısında yenilgiye uğramıştır.
Aynı sistemin farklı coğrafyalardaki temsilcileri; faşistler veya emperyalistler, birbirlerine şaşırtıcı boyutlarda benzer; deneyimlerini aktarır ve “boynuz kulağı geçer”. Bugün artık, zulmün ve vahşetin en uç biçimlerini örneklemek için Nazilere gitmek şart değildir. Hatta ABD, onları çoktan aşmış durumdadır.
İkinci Paylaşım Savaşı’nın son günlerinde Alman teğmen Gustav Ziegel’in cesedinin cebinden, “Alman Başkomutanlığı” imzası taşıyan bir talimat çıkar. Komutanlık şöyle diyordu: “Kalpsiz ve duygusuz ol. savaşta bunlara gerek yoktur. İçindeki şefkat ve acıma duygusunu yok et. Karşına çıkanın yaşlı, kadın, küçük bir kız çocuğu, ya da oğlan çocuğu olduğuna bakmadan öldür. “
Böyle bir talimatı aşan ve bunu tarz haline getiren günümüz emperyalistleri, sadece Nazilerden değil, tüm zorba güçlerden ders çıkararak/ öğrenerek; teknolojinin imkanlarını bu amaçla kullanarak, Nazileri aşmış durumdalar.
Psikolojik savaşın bir öğesi olarak kullanılan; Irak’a, Arap halkına yönelik, hafife alıcı ve aşağılayıcı yakıştırmaların, cehalet kanallarından sızıp şu veya bu oranda, yayılması; demokrat duruşa sahip kimi kesimlerin bile söylemine yerleşmesi üzücü bir durumdur. İşgalcilerin dahi saygı duyduklarını itiraf ettikleri bu halka karşı çok daha dikkatli olunmalı, Araplara yönelik, ırkçılığa varan yakıştırmaları etkisiz kılmak için, fener doğru yere tutulmalıdır.
Bir Amerikalı komutanın, Nasıriye’deki çatışmalara dair hazırladığı rapor şöyle: “Cesareti tartışılmaz olan bu düşmanın esnekliği, saygıyı hak ediyor. 4 kez silahlarını bırakıp teslim olmaları için çağrı yaptık, ama fanatikler gibi direnmeyi sürdürüyorlar.” (Aktaran, Rus Askeri İstihbaratı, 3 Nisan)
Bizlere ait olmayan, ihtiyaca göre eğilip bükülen kimi normları, işlerine geldiği zaman hatırlayan işgalci zorbaların, Amerikalı esirler TV.de gösterildiğinde Cenevre Sözleşmesi’ni anımsatmaları biçimindeki çifte standarda alet olan medyanın uşaklığa amade duruşu dikkate alınarak, haberler dinlenmeli ve tecavüze uğrayanın değil, saldırganın yaptıkları alt alta yazılmalıdır. İnsanların evini basan, erkeklerin başına kukuleta geçiren, onları soyan, yere yatıran, esir alıp numaralayan, kadınların kültürel değerlerini hiçe sayarak üzerlerini soyup arayan, onları aşağılayan askerler…. Arada bir, maçta tezahürat yapar gibi ellerini birleştirip “Fuck Iraq!”, “Fuck Baghdad!” diye histerik çığlıklar atan askerler… Bunlar, ilk çağdan bugüne insanlığa karşı işlenmiş tüm suçları, birikmiş kötülükleri temsil eden günümüz çapulcu sürüleridir. Ve bu kadar suçtan sonra, insanlık nehri onları silip süpürmeden, yeryüzü temiz sayılmayacaktır.
IRAK’TA DİRENİŞ SÜRÜYOR
Askeri ağırlıklı operasyonla ve mümkün olduğunca halkın direnişinden çok Irak ordusunun zırhlılarını ve yönetim sembollerini hedef alarak; dünyaya “bu işi bitirdim” görüntüsü vermeye çalışan işgalci güçler; ellerindeki tüm manipülasyon araçlarını ve her türlü işbirlikçi ağını kullanarak dünya kamuoyunu buna inandırma çabası içindedir.
İşgal karşısında Irak ordusuyla halkın direnişinin iç içe geçmesi, aynı ortak hedefe/ düşmana yönelmesi doğaldır/ doğrudur. Irak ordusunun teknik imkanlarının bir kaç hafta içinde bertaraf edilmesi ve komuta ilişkisinin sekteye uğratılması da pek çok nedenle anlaşılır bir durumdur. Burada bizler için önemli olan halkın duruş çizgisidir. Öncelikle bilinmeli ki, ABD’nin bazzat kendisi, dünyayı inandırmaya çalıştığı oranda zafere inanmış değildir. Ve hiç de göstermeye çalıştığı denli rahat değildir.
Onursuzluğu halklara yakışık görme alışkanlığı içinde olan ABD, Irak’ta çiçek ve müzikle karşılanmamış olmayı sindirememiş olacak ki, Bağdat’ta Saddam’ın heykelini bir avuç insanla devirmeye çalışırken, ellerine eski Irak bayrağını verip ve hatta komik sayılabilecek şekilde bir yerlerden ufak tefek müzik seslerinin geldiğine dair yayın yaptırarak; işlerin yolunda gittiği imajını vermeye çalışmıştır.
Bir ara televizyon ekranlarının değişmez görüntüsü halini alan yağma olayları da emperyalist işgalcilerin teşviki ile geliştirilen bir durumdur. Ülkelerinin işgali karşısında teslim olmayı reddeden ve onurlu bir direniş sergileyerek, emperyalistlerin tüm iddia ve hesaplarını bozan Irak halkının bu duruşuna gölge düşürmek, onu aşağılamak ve gecikmiş de olsa haklı çıktığını göstermek için bu yağma olaylarını teşvik eden ABD ve İngiliz emperyalizmi; böyle küçük manevralarla bertaraf edemeyeceği gelişmelerin müsebbibi olmuştur.
Bırakalım Irak halkını, bütün dünya halklarının tepkisi ABD’ye karşı bir öfke seline dönüşmüş, sevgiyi değil nefreti hakkettiğini göstermiştir. ABD, elbette ki bunun tersini göstermeye çalışacak, halkın direnişinden değil teslimiyetinden söz edecek, işgaline haklılık kazandırma yoluna gidecektir.
Halklar ve özellikle devrimciler, yapılan yönlendirmelerden etkilenip yanlış sonuçlar çıkardığı ölçüde bu ABD’ye yarayacak, kendisine karşı durmanın imkansızlığı fikrini yayacak ve kayıplarını onarma şansı bulacaktır.
ABD, daha işin başındadır; Irak halkının tepkisini yumuşatma, gönlünü kazanma olasılığı yoktur. İşbirlikçi medyanın ağzından “kazandım” diyebilir; gün geçtikçe gerçekler, halklar karşısında kazanmanın olanaksızlığını ABD’ye daha açık biçimlerde anlatacaktır. Ancak, yine de uyanık olunmalı ve gelişmeler doğru yorumlanarak, Türkiye’de bir savaş lobisi gibi çalışan işbirlikçi güruhun yönlendirmeleri et-kisiz kılınmalıdır. Bağdat’taki heykel yıkma törenlerinden sonra yazdıkları “kutlama” yazılarında Irak’ta 11 gazeteci öldürülmüş olmasına değinmeyen; aksine sırada başka halkların olduğunu söyleyerek hedef gösteren ve gazeteciden başka her şeye benzeyen tetikçi uşaklara halk itibar etmiyor da olsa; bizlere, kendi süzgecimizden geçirdiğimiz olguları daha geniş kesimlere aktarmak düşüyor.
Gerek mevcut rejimi yıkmak gerekse kukla bir rejim kurmak için kendisini çiçek ve müzikle karşılayacağını düşündüğü toplum kesimleri içerisinde, buna çoktan hazır olan savaş ağası feodal Kürt yapılanmalar dışında hiç birinin bu tür bir uşaklığa prim vermemiş olması, işgalciler için başlı başına bir yenilgidir. Yaptırdığı yağmalar, sanıldığının aksine işini kolaylaştırmamış; halkta öfkeyi bilemiştir. Irak’ın hangi bölgesinde hangi insan veya çevreye mikrofon tutulduysa işgale karşı olduğunu, ABD yönetimini tanımayacağını, kendi kendini yönetmek istediğini, yağmacıların bir avuç çapulcu olduğunu söylemiştir.
İnsanlar silahlarını teslim etmiyor, sokaklarda hala barikatlar kurulu, protesto gösterilerinin hemen hepsinden işgalcilere yönelik sloganlar haykırılıyor. Ve çok daha önemlisi, yaşatılan acılar sonrasında halkla barışma ihtimali kalmamıştır. Pimi çekilen yürekleri bir daha sakinleştirip, zararsız hale getirmek, ABD’nin propaganda imkanlarını da dolarlarını da aşar.
Kendileri, çıkar sağlamayı en büyük değer olarak gördükleri için; işgalci olarak girdikleri ülkede de çıkar vaadiyle, halkın dize geleceğini düşündüler. Ama “yenildi” denen Irak’ın Nasıriye kentinde “muhalifler” toplantısını hava üssünde yapmak zorunda kalıyorlar. Aynı gün sokağa çıkan 10 binlerce kişi “Özgürlüğe evet, İslam’a evet, ABD’ye hayır, Saddam’a hayır” diye haykırdı. Musul’a Amerika tarafından atanan vali Maşan Guburi’nin valilik önünde toplanan halka konuşma yapmak istemesi üzerine protesto edilmiş ve Amerika askerlerinin açtığı ateş sonucunda 10’u aşkın kişi yaşamını yitirmiştir.
Halk sadece işgalcileri değil, onların işbirlikçilerini de istemiyor. Feodal Kürt yapıların, tanklara iliştirilmiş uşak gazeteciler gibi; bir top, bir tüfek, bir nesne gibi kendini kullandırması; yıllarca aynı coğrafyada kardeşçe yaşamış olan halkları kırmak için emperyalist güçlerin uşaklığını kabul etmesi, tüm dünya hakları nezdinde mahkum olmalarını beraberinde getirmiştir.
İnanıyoruz ki Irak halkı bunu asla unutmayacaktır. Nitekim bu yönlü tepkiler daha şimdiden yansımaya başladı bile. Yazımızı yayına hazırladığımız süreçte Türkiye coğrafyasında kimi Kürt kesimlerden gelen tepkiler “Irak’taki Kürtlerin istilacı gibi gösterilmesinden” rahatsız olduklarını ve onların gerçekte evlerine döndüğünü ifade ettiler. Bu, gelişmeler karşısında sadece gözlerini ve kulaklarını değil, beyin ve yüreğini de kapatmaktır. Olay her gözün görebileceği ve her aklın algılayabileceği kadar basittir. İstilacı derken kimse bir bütün halinde Kürt halkını kastetmez. Ne var ki işbirlikçi savaş ağalarının askeri olarak ABD’yle kol kola Musul ve Kerkük’e kim yürümüşse o istilacıdır. Önemli boyutta bir direnişle karşılaşmamış olmak onları bağışlatmıyor. Bırakalım Marksizm’i, halklar arası kardeşliği ve ABD’nin halklar karşısındaki duruşunu az çok bilen hiç kimse, KDP ve KYB’nin mevcut emperyalist savaş içerisinde bir bileşen olarak yer almasını aklamayı aklından bile geçirmez.
Devrimci-demokratların dikkat etmesi gereken temel olgulardan biri, özellikle Saddam üzerinden yürütülen ve halkın kolay teslim olduğu imajını yerleştirmeyi amaçlayan psikolojik/ ideolojik saldırının etkisine girmeden, karşı argümanlarla güçlü bir duruş sergileyebilmektir.
Açık işgal koşullarında, halkla mevcut iktidar arasındaki çelişkinin yerini, bir avuç işbirlikçi dışında bütün bir toplum ile işgalciler arasındaki çelişkiye bıraktığını, bu nedenle; başka koşullarda oluşması çok güç olan, geniş çaplı bir ittifak zeminin oluştuğunu bilen devrimciler; Marksizm özürlü kimi çevrelerin yönlendirmesine ve Saddam’ın kişiliği etrafında koparılan gürültülere aldırmadan süreci değerlendirmeli; hatta ülkemiz özgülünde gelişen, Irak halkıyla dayanışma eylemlerindeki bileşen çokluğunu da bu konjonktürel olgunun niteliği çerçevesinde değerlendirmelidir.
Irak’ta halk hala ayaktadır, hala silahlıdır ve hala emperyalistlerden daha güçlüdür; burada en önemli öğe önderliktir. Kaldı ki Irak halkı kimi önderlik zaaflarına rağmen, çok bilinçli bir görüntü sergilemektedir. Dostunu düşmanından ayırabilme yetisi sanıldığından daha fazla gelişmiştir. Örneğin güneydeki Şii kesim; tüm yönlendirmelere rağmen işbirliğine yanaşmamış, Saddam’la sorunlarını bir iç sorun olarak görmüş, işgalciye el uzatmamıştır.
Kısacası, Irak halkının bilincinde yer etmiş olan antiemperyalizmin; zamana yayılarak, çeşitli yöntem ve araçlarla aşındırılması ve giderek işbirlikçi bir iktidara rıza gösterilmesi ihtimali zayıftır. Bu olasılığın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini; yani emperyalizmin Irak’ta kazanıp kazanmayacağını belirleyecek olan Irak halkı içindeki bilinçli güçlerin direnci kadar, dünya ölçeğindeki antiemperyalistlerin tutumudur.
Beyinleri teslim almaya yönelik emperyalist ablukanın panzehiri Marksizm’dir. Marksistlerin üzerine düşen rolü doğru ve yeterli biçimde yerine getirebilmesi; söz konusu ablukanın etkisine girmeden ideolojik bir karşı duruş sergileyebilmesiyle ve bağımsız politika üretebilmesiyle mümkün olabilecektir.
Sayı 9 (Mayıs-Temmuz 2003)