“… sağlam, somut bir teori olmadan hiçbir şey kurulamaz; şimdiye kadar bu işi kendi ellerine alanlar, davayı mahva götüren kuru gürültüden ve zarar verici velveleden başka bir şey ortaya koyamadılar.” (Marx)
İşçilerin ekonomik temelli hak arama mücadelesi ya da sendikal faaliyetin güçlenmesi son derece mühimdir. Çünkü bu alanda katedilen yol işçi sınıfı içinde devrimci düşüncelerin gelişimi açısından kuvvetli bir zemin oluşturur. Bu bağlamda işçi sınıfının ekonomik-demokratik tüm taleplerini desteklemek, patronlar ve siyasal iktidarın politikalarına karşı mücadelelerinin yanında olmak elzemdir. Devrimci mücadelenin olmazsa olmazıdır. Ancak devrimci mücadelenin kendisini bundan ibaret görenler ya da devrimci yapının bu tür bir mücadele içinden çıkacağını düşünenler büyük bir yanlışın içindedir. Çünkü sendikal alanda, işçi sınıfı içinde çalışma, diğer alanlardaki çalışmalar gibi devrimci bir yapının yönlendiriciliğini zorunlu kılar. Eğer amaç devrim ise politik çalışma esastır ve ekonomik-sendikal mücadele ona tabi olarak yürütülmelidir.
Bu temel doğruyu, yani politik mücadelenin önemini bir yana bırakarak sendikalarda çalışmaya, işçilerin ekonomik temelli mücadelelerine büyük anlamlar yüklemek sınıf kuyrukçuluğuna savrulmak, devrimci mücadeleyi kendiliğindencilik içine hapsetmek anlamına gelecektir. Ancak bu noktada kendiliğindencilik doğru anlaşılmalıdır. İşçi sınıfının mücadelesi başlangıçta çoğunlukla kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkar, bu anlamda mücadelenin zorunlu bir durağıdır. Onun yeşerdiği topraktır. Bunda karşı çıkılacak bir nokta yoktur. Sorun mücadelenin bu zorunlu evreden öteye taşınmak istenmemesindedir. Onun devrimci bilinçle, örgütlenmeyle birleşmesine karşı çıkılmasında ya da bu temel nitelikteki görevin boş verilmesindedir. Devrimci örgütlenmenin yönlendiriciliğinde olmayan sınıf mücadelesi ne kadar örgütlü ve mücadeleci olsa da burjuvazinin çizdiği sınırları aşamaz. Onu bu sınırlar içine hapsetmek, işte tam da bu kendiliğindenciliğin başladığı yerdir.
Ekonomizmin bir türü olarak nitelenebilecek bu türden yaklaşımlara sahip devrimci ünvanlı gayretlerin olduğunu biliyoruz. Bu nitelikli hareketler, niyetlerinin farklı olduğunu ifade etseler de politik örgütlülüğün önemini atlayan tutum alışları ile işçi sınıfı saflarında mücadelenin ekonomik, sendikal alanda yürütülen mücadelen ibaret olduğu algısının oluşmasına hizmet etmektedirler.
Politik mücadelenin tayin edici rolünün yadsınması devrimci mücadelenin doğru bir hatta yürütülmesinin önüne geçer. Genelde işçi sınıfının büyük bölümü, özelde bağ kurulan bölükleri içindeki gerici siyasal düşüncelerin varlığı başka etmenlerin yanında bu eksikliğin de tezahürüdür. Hedeflenmesi gereken işçilerin sadece kendilerini ilgilendiren saldırılara değil düzenin değişik kesimlere dönük saldırılarına karşı da dikilebilmesi olmalıdır. Bu da ancak işçi sınıfına sınıf bilinci kazandıracak nitelikte ısrarlı bir çalışmanın eseri olabilir. Öte yandan sınıfa ekonomik, demokratik temelli mücadelenin nihai başarısının ancak yaşanan bütün sıkıntıların kaynağı olan faşist düzen ve temelde kapitalizmin varlığının sona ermesiyle mümkün olabileceği gerçeğinin kavratılması gerekir ki bu da ekonomik mücadelenin alanından devrimci siyasal mücadelenin alanına geçmeyi gerektirir.
Günümüzde içine itildikleri sefalet koşullarına rağmen işçi sınıfı havzalarının hala düzenin faşist, gerici partilerine güçlü desteğin sürdüğü alanlar olagelmesi mücadelenin politik ayağının ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne serer. Söz konusu durum ekonomik çıkarlara dönük, sendikal mücadele sınırlarına kadar daralmış bir çalışmayla aşılamaz. İşçi sınıfının zihninde düzen tarafından oluşturulmuş önyargıların kırılması planlı ve istikrarlı siyasal çalışmayı gerektirir. Bu da en temelde bu mücadeleyi değişik görevleri birbirini besleyecek şekilde yürütecek devrimci öznenin varlığını gerektirmektedir.
İşçi mücadelesinin kapitalizmi yıkmaya dönük gelecek ufuklu hedeften ırak tutulması, onu çevre sorunlarını kapitalizmle; savaş, işgal sorunlarını da emperyalizmle ilişkilendirmeyen hareketlerin sonuçsuz çabalarıyla aynı noktaya sürükler.
Ekonomizmin yanıltıcı yüzü
Ekonomist, sendikalist nitelikteki yapılar özellikle devrimci siyasal pratiğin geriye düştüğü dönemlerde tecrübesiz, iyi niyetli unsurlar üzerinde en doğru hattı temsil ettiklerine dair bir yargı yaratabilmektedirler. Mücadelecilikleri ile yarattıkları sempati, işçi sınıfıyla kurdukları bağlar doğru yaptıkları algısını beslemektedir. Ancak doğru devrimci kavrayış bu hattın niyetten bağımsız olarak kendisini “hareket benim için her şey, sosyalizmin nihai hedefi denen şey ise hiçbir şeydir” diyen Bernstein’in yanına düşürdüğünü bilir. Çünkü burada temel sorun bağ kurmak, belli oranda kitleselleşmek değil bunun hangi amaç için yapıldığıdır. Devrim için mi, değil mi? Bunun da turnusolu sağlam ve somut bir teoriye sahip devrimci bir örgütün yönlendiriciliğinde olup olmadığındadır. Devrimci öncülükten kopuk bir mücadelenin belli oranda kitleselleşme yaratabilse de devrimci sonuçlar yaratması mümkün olamaz. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun varacağı yer ekonomizden, sendikalizmden öteye gidemeyecektir.
Lenin ekonomist yaklaşımın kendini hem örgüt, hem de siyaset sorunlarıyla ilgili olarak durmaksızın devrimci çizgiden sendikalizme kaymakla belli ettiğini ifade eder. Niyetten bağımsız olarak, seçilen mücadele tarzı bu yönlü bir düşünüşü koşullamaktadır. Lenin bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Gerçekten de, gözümüzün önüne, işverenlere ve hükümete karşı iktisadi savaşım”a yüzde 99 gömülmüş olan kimseleri getiriniz. Bunlardan bazıları, eylemlerinin tamamı süresince daha çapraşık bir devrimciler örgütünün gereğini düşünmek zorunluluğunu hiçbir zaman duymayacaktır. Başkaları da, “günlük tekdüze savaşımın ileriye hareketinin derin anlam taşıdığı inancına varacaklardır.” (Ne Yapmalı, s: 124)
Günümüz gerçekliğinin aynasında ekonomizm
Günümüzde işçi sınıfının yavaş ve parçalı da olsa içine itildiği ağır koşullara karşı verdiği haklı mücadelesinin örneklerini görüyoruz. İşten çıkarma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücretler gibi sebeplere dayalı olarak, çoğu kendiliğinden oluşan tepkiler giderek boyutlanmakta. Bu kendiliğinden hareketler, Lenin’in belirttiği gibi “devrimci eylemi yüreklendiren ve hız veren” yanı itibariyle çok kıymetlidir. Ancak devrimci amaçla ilişkilendirilmediklerinde sisteme dönük bir tehdit içermeyecek ve sönümleneceklerdir. Oysa bu tür hareketlerin yükselmesi, mücadelenin örgütlendirilmesi görevini çok daha yakıcı hale getirir. Ancak ekonomist zihniyet işçilerin ekonomik temelli savaşımının yoğunlaşmasını Lenin’in ifade ettiği gibi “devrimci eylemi yürütme zorunluluğundan kurtaran bir şey olarak” görür. Çünkü o, sınıfın siyasal bilince, verdiği ekonomik savaşımın doğrudan bir sonucu olarak ulaşacağını öngörür. Bu da işçi sınıfının mücadelesini devrimci siyasetten, örgütlülükten koparmaya çalışmak ve dolayısıyla onu burjuva siyasetin kucağına itmek demektir.
Ne Yapmalı?
Lenin 1902’de yazdığı devrimci mücadele için hala bir kutup yıldızı niteliğinde olan Ne Yapmalı adlı kitabını başlangıçta siyasal ajitasyonun temel niteliği, örgütsel görevler ve örgütün inşa sorunlarıyla ilgili üç temel konuya yönelik olarak tasarlamıştı. Ancak daha sonra kitabı “yalnızca bu üç sorunun tahliliyle sınırlandırma” yönündeki planı iki nedenden dolayı gerçekleştirememişti. Lenin bunun nedenini “ekonomizmin sandıklarından dirençli çıkması” ve bu bağlamda “ekonomistlerle bütün temel görüş ayrılıklarının sistematik biçimde ‘açıklığa kavuşturma” gereği olarak belirtmişti.
Ne Yapmalı gibi tarihsel önemde bir kitabın yazım planını değiştiren ekonomizm o dönemdeki temsilcileri tarafından en özlü biçimde “bir rubleye bir kopek katmanın her türlü sosyalizmden ve siyasetten daha değerli olduğu ve “gelecek kuşaklar için değil de kendileri ve çocukları için savaştıklarını bilerek savaşmaları gerektiği” şeklinde ifade ediliyordu. Ekonomik mücadeleyi siyasal mücadeleden ayıran, sınıf bilincinin sınıf savaşımının doğal bir sonucu olduğunu vazeden bu yaklaşım 1900’ler başında Rus işçi sınıf hareketini “boğmuş” durumdaydı. Bu yüzden işçi sınıfının kendisi için sınıf olmasının kaçınılmaz gereği olan bilinç unsurunu görmezden gelen, onu nihai kurtuluşa taşıyacak olmazsa olmaz değerdeki “devrimcilerin güçlü ve merkezileşmiş örgütünü kurma” yönlü doğrudan uzaklaştıran bu kandırmacanın ipliğinin pazara çıkarılması acil bir görevdi.
Günümüzde 12 Eylül faşizminin devrimci saflarda yarattığı yıkım ve 1990’larda reel sosyalist sistemin yıkılmasının yarattığı ideolojik sarsıntının etkileri, temel siyasi görevlere sırt çevirme, önemsizleştirme veya uzak olma başlıklarıyla işçi sınıfı içindeki çalışmalarda da görülüyor. Bu türden güçlerin öncülüğünde gelişen mücadele işçilerin sınıf bilinci kazanmasının önemine vurgu yaparken, aslında bunu sınıf savaşımının doğal bir sonucu olarak görmesinden kaynaklı ekonomist bir çizgiye sürüklüyor.
Tarihsel gelişimin doğal bir akış içinde kendiliğinden sonuçlar yaratacağını öngören ekonomist yaklaşım devrimci niyetlerden kopmuş olmak ya da Marksizme ilişkin bilgisizlik veya kavrayışsızlığın tezahürü olabilir. Ya da kimi zaman geçmiş sosyalizm deneyimlerinin ürettiği bürokratizme düşmeme kaygısı altında bir çeşit anarşizme saplanmanın veya her alanda karşımıza çıkan pasifizmin sonucu olarak da görülebilir. Başka bir yönüyle de tüm mücadele görüntüsüne rağmen, topyekün bir savaşımın sırtına yükleyeceği mücadele görevlerinden, sorumluluk ve risklerden kaçınmanın bir tezahürü olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu anlamıyla ekonomizm, mücadele kaçkınlığıyla, oportünizmle ilişkilidir.
Hangi biçimiyle karşımızda olursa olsun ekonomizme karşı ideolojik mücadele yürütmek, onun gerçek yüzünü teşhir etmek temel mücadele görevlerimiz arasında olmalıdır.