Özgür Gündem’de Kızıldere katliamının yıldönümünde “Kızıldere Dersleri” başlıklı, Hüseyin Ali imzalı bir yazı yayınlandı. Yazının bütününde, Kürt Hareketi’nde görmeye alıştığımız, kendi dışındaki sol yapıları küçümseme tavrını gözlemek mümkün. Gerçekte bu, var olan ama yoğun bir öznellik içinde olunduğu için görülemeyen veya kabul edilmeyen bir kendini dayatma, kendi duruşu dışında her türlü duruşu yok sayma halidir; tersi tüm iddialara rağmen bir çeşit “tekçilik”tir.
Öncelikle belirtelim ki Kızıldere’de “Mahir Çayan ve 10 arkadaşı” değil 9 arkadaşı şehit düşmüştür. Ancak yazıdaki yanılgılar bu rakamsal hatadan ibaret değil. Mahir, Deniz, İbo ve arkadaşlarının direnişiyle, Türkiye ve Kürdistan siyasi tarihindeki etkisiyle ilintili olarak yapılan değerlendirmelerin “hala çok derinlikli olmadığı” söyleniyor. Derinlikten kasıt nedir bilemiyoruz ama Türkiye Devrimci Hareketi içerisinde bu önderlerin sadece direnişlerinin öneminin değerlendirilmesi ile kalınmamış, onların teorik ve pratik mirasının yeniden üretilerek yaşatılması bağlamında bugüne dek uzanan pek çok örgütlenme geliştirilmiştir.
THKP-C/THKO ilişkisi Kızıldere’den ibaret değildir
Daha önce de çeşitli değerlendirmelerde vurguladığımız gibi o süreçte devrimci yapılar arasındaki ilişki, ideolojik farklara rağmen, devrimin ciddiye alınması bağlamında stratejik ufukla hareket etmektir; her koşulda devrimin gereklerini yerine getirmektir. Örneğin 1971 Haziranı’nda Maltepe’de Cevahir’i ölümsüzlüğe uğurlayıp tutsak düşen Mahir’in ilk işi, hapishanedeki THKO’lu dostlarıyla özgürlük eylemi gerçekleştirmek olur. 1971 Kasım ayının sonunda, kazdıkları tünelden dışarıya büyütülmüş bir öfkeyle ve stratejik hesaplarla çıkarlar. Kavga bir bütündür; an ve gelecek aynı stratejinin unsurlarıdır; ancak öncelikli işleri, Denizler’in idamını önlemektir.
Bugünün imkan ve koşulları içinde bakıldığında, o sürece eleştirel bir yaklaşım da geliştirilebilir. Ancak doğru bir tarih okumasıyla bugünün sorunlarına, mücadele ihtiyaçlarına o pratiğin içinden çok değerli dersler çıkarmak da mümkündür. Mahir-Deniz veya THKO-THKP-C ilişkisi basitçe bir dayanışmadan ötedir; devrim ufkuyla hareket etmek üzere oluşturulan öz örgütlenmenin ihtiyaçlarıyla yetinmemek, genelde tüm ezilenlerin özelde devrimcilerin sorunlarını kendi sorunları olarak görmektir.
Mahir, Deniz ve İbo aynı saftaydı
Deniz, 68’in antiemperyalizmle ifadesini bulan mücadelesinin simge ismi oldu. Mahir, Türkiye’nin Marksizmini oluşturma yolunda önemli adımlar attı; ideolojik-politik netliği önemsedi ama bu alandaki farkları, dostlarını sahiplenmenin önünde bir engel görmedi. Bu duruşuyla Mahir, nasıl bir birlik, nasıl bir cephe sorusunun yanıtını Kızıldere’de verdi. İbrahim de Türkiye ve devrim gerçekliğini, TKP/ML ile ifadesini bulacak olan ideolojik politik çizgide somutladı; değerlerini ölümüne savunmanın, ser verip sır vermemenin, sistemle ve değerleriyle hiçbir biçimde uzlaşmamanın sembol isimlerinden biri olarak tarihe adını yazdırdı.
Aradaki farklar, ideolojik politik duruşlar, farklı yerlerde farklı biçimlerde katledilmeleri, ortak yanlarının görülmesinin önünde bir engel değildir. Uzlaşmayı değil savaşmayı seçmeleri, günü kurtaran solculuk yerine stratejik ufukla hareket etmeleri, duruşlarını ortaklaştırırken, egemen sınıfların onlara karşı tavrını da ortaklaştırmış, gerçekte ölümleri benzer olmuştur; işkencede, sehpada ve cephede teslim olmamanın, can bedeli direnmenin sembolleri olarak tarihe geçmişlerdir.
“68”, TİP’le ifadesini bulan sistem içi konumlanmaya ve uzlaşmacı mücadele çizgisine karşı demiri devrimci yönde bükmenin ifadesiyse, o yolda Deniz, Mahir ve İbo aynı saftaydı. MDD-Sosyalist devrim ayrışması, temel önemde bir ayrışmaysa ve Demokratik Halk Devrimi stratejisinin oluşumunun en önemli ön adımıysa; kavgada günün ve geleceğin gereklerini yerine getirebilmenin koşuluysa, bu zeminde de Deniz, Mahir ve İbo yoldaşlaşmıştır.
Faşizme karşı demokrasi bir devrim sorunudur
Söz konusu yazıda bugün Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül gibi faşist bir yönetim olduğuna, hatta 12 Mart ve 12 Eylül’den daha fazla demokrasi ve özgürlükler düşmanı bir hükümet bulunduğuna dikkat çekiliyor. Doğrudur hatta daha da ötesi söylenebilir. Önemli olan faşizm karşısında nerede ve nasıl durulduğu, faşizme karşı mücadelenin nasıl değerlendirildiğidir.
Ülkemizde burjuva demokratik devrim yaşanmadığı için, burjuva anlamda dahi bir demokrasiden söz edilemez. Bugün artık demokrasi veya demokratik haklar dendiğinde akla gelen taleplerin hiçbiri mevcut sistem içinde iyileştirmelerle yani tek başına, diğer sorunlardan koparılarak çözülemez. Dolayısıyla demokrasi bir devrim sorunudur; tüm demokratik talepler de bu kapsamda ele alınmalıdır. Bu gerçeklik, toplumsal dinamiklerin bir toplam oluşturmak üzere bir araya gelişini zorunlu kılar.
Hiçbir dinamiğin tek başına başarılı olabilecek güç ve imkanlara sahip olmaması, bütünlüklü bir programı zorunlu kılarken egemen sınıflar açısından da parçalayıcı, ayrıştırıp yalnızlaştırıcı politikaları öne çıkarır. Bunun için toplumsal dinamikler önce ayrıştırılmakta, sonra da tek tek etkisiz hale getirilmektedir. Bu amaçla, farkların kaşınmasından sahte umutlar yaratıp dinamiklerin ehlileştirilmesine kadar hemen her yola başvuruluyor. Örneğin çalıştaylar, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi meseleleri reddedip tepki oluşturmak yerine çözüyormuş gibi yapıp ehlileştirmek için başvurulan yöntemlerden biridir.
Kimlikleri de kapsayan sınıf kardeşliği
Aslında bugün demokrasi talebi hiç olmadığı denli büyümüş durumda. Ancak bu zeminin parçalı olması sebebiyle çok daha az bir güçle devlet tüm bu kesimleri yönlendirip etkisiz kılabilmekte, gerektiğinde de şiddetle bastırmaktadır. Böyle bir süreçte sınıf kardeşliğinin bütünleştiriciliği yerine kimlik siyasetinin ayrıştırıcılığının öne çıkarılması, işimizi güçleştiren etmenlerden biridir.
1980 öncesinde solun bu denli kitleselleşmesinin nedenlerinden biri de üç önemli dinamiğin (Kürtlerin, Alevilerin ve emekçilerin) birleşik mücadelesini örgütleyebilmesi, aynı program içinde bir araya getirebilmesidir.
Bugün örgütsel ve toplumsal dinamiklerin parçalılığına, toplumun tek tek bireylere kadar dağıtılması, insanların kişisel sınırlarına kadar geriletilip yalnızlaştırılması da eklenince örgütlenmek ve karşı direnç oluşturmak çok daha zor hale geliyor. Örneğin toplumun dini referanslarla örgütlenmesi, şeriat tehlikesi bir yana, sol fikirlerin benimsenip yaygınlaşmasının önünde bir fikri ve ruhsal baraj oluşturuyor. Bu da mücadele ve örgütlenme alanlarında işimizi daha da zorlaştırıyor.
Bugün Haziran gibi bir yapılanmaya tam da bu nedenle ihtiyaç vardır. Onlar, toplumun kılcallarına dek nüfuz edip gericiliği, yobazlık zehrini aşılarken biz de o kılcallara dek uzanıp, bunun panzehirini geliştirmek zorundayız.
Geçmişte biz, hiçbir zaman yalnızca işyerlerini, fabrikaları çalışma alanı olarak seçmedik. “Halkın olduğu her yer çalışma alanıdır” bilinciyle hareket ettik. Bugün de gerçekte saldırılar böyle bir mücadeleyi gerekli kılacak çeşitlilikte ve boyutta yaşanıyor. Çalışma alanlarında da yaşam alanlarında da saldırıya uğruyoruz. Topyekûn bir kuşatma altındayız. Bir taraftan öne çıkan dinamik noktalar ve itirazlar en sert şekilde bastırılırken, diğer taraftan, halklar arasındaki dayanışma zeminini de bilincini de parçalayacak şekilde toplumsal dokuya müdahale edilmekte, ilişkilerin de birikim ve bilincin de dağıtılması amaçlanmaktadır.
Bu, kapitalizmin ölçüsüz ve engelsiz biçimde, adeta çılgınca yayılma halidir. Havuç ve sopa, dinselleştirme ve ticarileştirme birbirini tamamlayacak şekilde bir arada kullanılıyor. Mesela Sur’da, Cizre’de yıktıkları binaları da hırpaladıkları bilinci de kendi çıkarları temelinde “yeniden imar” yoluna gideceklerdir. Kentsel dönüşüme güvenlikte dönüşüm de eşlik edecek. Bölgeye kurulacak karakollarda tamamen Polis Özel Harekat görev yapacak. Ancak bunlarla da yetinilmeyecek, az anlayan, az düşünen, az okuyan ama çok inanan bir toplum için insanların fikri-ruhsal yönlendirilmesi de amaçlanacak. Buna göre, dinselleştirme yaygınlaştıkça insanlar biat edecek, kul fikrini benimseyecek, beklentilerini öte dünyaya havale edecek, şükredecek, kanaatkâr olacak, verilenle yetinecektir.
Devrimciler arası birlik, öncelikle eşit ilişki kurabilmeyi gerektiriyor
“30 Mart Kızıldere’de devrimci güçlerin birliğini bugün daha güçlü biçimde pratikleştirmek” öncelikle gücü ne olursa olsun devrimci-demokratik zeminde yer alan her yapıyla eşit ilişki kurabilmeyi, kimliğini ve niteliğini yok saymayan bir yaklaşımı gerektiriyor. Bugün demokrasi güçlerinin birliği konusunda neden istenilen noktada olunmadığı değerlendirilirken, “çuvaldızı kendine batırmakta” yarar vardır. “Bu konuda özellikle THKP-C geleneğinden gelen ÖDP ve diğer grupların daha fazla çaba göstermeleri beklenir,” dendikten sonra, “Özellikle ÖDP’nin bu konuda tutumunu netleştirmesi ve daha aktif hale getirmesi mevcut süreç itibariyle önemlidir. Bugün demokrasi güçlerinin birliğini kuramayanlar ve aktif hareket edemeyenler Hitler faşizmi karşısında papazın söylediği duruma düşerler,” değerlendirmesi yapılıyor.
Biz, THKP-C geleneğinden gelmek bağlamında ve Haziran bileşeni olarak bu tanıma muhatabız. Birincisi, “tutumunu netleştir” diye çağrı yapılan yapı, Birleşik Haziran Hareketi içerisinde yer alan bir yapıdır. Bu birleşik hareket yok sayılarak “tavrını netleştirme” çağrısı yapmak doğru değildir. İkincisi ve daha da önemlisi (hatta vahimi) Naziler dönemindeki papaz örneğinin devrimcilerle denklik kurularak verilmiş olmasıdır. Söz konusu örnekte Papaz Martin Niemöller, Naziler gelip komünistlerden sosyal demokratlara kadar sırasıyla herkesi götürürken, sesini çıkaracak kimse kalmayana dek susan, dolayısıyla da en son alınan kesimi ifade ediyor. Bu bağlamda söz konusu örnek hiç uygun düşmemiş, Kürt hareketinin, muhataplarının niteliği konusundaki özensizliğinin dışavurumu olmuştur.
Buna rağmen umutsuz değiliz. Çünkü biliyoruz ki birleşik mücadele ezilenler için bir tercih değil, devrim ufku bağlamında bir zorunluluktur. Vazgeçilmez koşulu ise eşit ilişki kurmaktır.
Kızıldere eylemini yapan devrimcilerin, Kürtlerin Türkiye içinde kendi kimliği ve kültürüyle özgür yaşamını amaçladıkları doğrudur; bu, Kürt sorununun tüm diğer demokratik taleplerle birlikte demokratik devrim programının kapsamı içerisinde çözülmesi perspektifiyle uyuşmaktadır. Ancak “Onların da hedefleri Kürtlerin özyönetimlerine kavuşmalarıydı. Özerklikten ve federasyondan yanaydılar” demek, hele hele “Bu devrimciler yaşasalardı bugün Kürt halkının demokratik özerklik direnişine tam destek verirlerdi” (abç) değerlendirmesi yapmak, yukarıda andığımız kendini dayatma ve muhatabının ölçülerini/niteliklerini yok sayma halinin bir başka biçimidir.
Unutmamak gerekir ki Deniz, Mahir ve İbo, devrimde ve Marksizm’de ısrar konusunda da aynı saftaydı. Bugünkü düzen içinde mevcut üretim ilişkileri bir devrimle parçalanmadan, yatay bir geçişle sağlanacak özerkliği destekleme ihtimalleri yoktu. Bu bağlamda evet “AKP faşizmine karşı birleşmeden ve direnişi yükseltmeden hiç kimse ben Mahir, Deniz ve İbrahim’e bağlıyım diyemez.”
1 Nisan 2016
DEVRİMCİ HAREKET