YALAN VE MANİPÜLASYON EMPERYALİZMİN VARLIK ZEMİNİDİR
Tarihin hemen her kesitinde ve her coğrafyada egemenler, kendi iktidarlarını sürdürmek, halkları baskı altında tutmak ve de saldırı hamlelerini büyütmek için yalan ve manüplasyona ihtiyaç duymuşlardır. Yalan ve manüplasyon bir yandan sömürüyü, eşitsizliği gizlemeye ve bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından ezilmesini olağan göstermeye yararken, diğer yandan ise ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri meşru mücadeleye kara çalmakta da işlev görmüştür.
Köleci dönemde, Mısır’da Firavun’un iktidarını sürdürmede en etkili yardımcısı; kendisinin, tanrının yeryüzündeki temsilcisi, tanrının gücünün o coğrafyadaki karşılığı olduğu yönündeki yalanıdır. Böylelikle köleler üzerindeki vahşetin nedeni tanrısal bir örtü ile örtülmüş, egemen olanın ise iktidarı sorgulanamaz bir nitelik kazanmış oluyordu.
Burjuvazinin tarih sahnesine çıkışı sürecinde, halk kesimlerini kendisine yedeklemede kullandığı yalan, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı olmuştur. Böylelikle herkesin yeni kurulacak olan toplumsal düzende eşit, özgür olacağı ve kardeşçe yaşayacağı yanılsaması yaratılmış, halk kitleleri burjuva sınıfına yedeklenmiş oluyordu.
Süreç içerisinde bilim ve teknolojideki gelişmeler, kitle iletişim araçlarının ve medyanın etkisini görülmemiş boyutlarda arttırmış ve neredeyse medya tek başına burjuvazinin sömürü çarklarını döndürür hale gelmiştir.
Nazi Almanya’sında Hitler’in propagandadan sorumlu bakanı olan Goebbels; “Bir yalanı kırk kez tekrarladığınızda, o artık yalan değil; gerçektir.”derken esasında, dünden bugüne uzanan süreçte, egemenlerin yalan ve çarpıtma konusundaki ortak karakterini göstermiş oluyordu.
Günümüzde ise egemenler, Goebbels’in yöntemlerine rahmet okutacak bir düzeye ulaştılar. Özellikle internetin, dünyanın neresinde olursa olsun, yediden yetmişe herkesin yaşamında bir olgu haline gelmesi ve televizyonun bir “keyif”ten öte bir bağımlılık düzeyinde işlev görmesi, egemenlerin küresel politikalarını hayata geçirmelerini kolaylaştırdı. Hatırlayacağımız gibi ABD’nin Ortadoğu işgaline girişmeden önce gerçekleşen ikiz kulelere saldırılar, televizyon ekranlarında ve tüm kitle iletişim araçlarında günlerce, aralıksız bir biçimde verilmiş ve bu olay dünyadaki en sıradan insanın dahi gündemi haline getirilmişti. Olayın hemen sonrasında ise, özellikle yalan ve çarpıtma doygunluğa ulaştığında, Ortadoğu işgalinin gerekçeleri yaratılmıştı; ‘özgürlüğe düşman olanlarla savaşmak, demokrasiyi ne pahasına olursa olsun savunmak’, Irak’taki sözümona kitle imha silahlarını etkisiz hale getirmek vb.
Sonradan bizzat G. W. Bush, Irak’ta kitle imha silahı bulamadıklarını, bunun “yanlış” bir istihbarat olduğunu söylemişti. Söz konusu “yanlışlık”, Irak’ta bir milyondan fazla insanın katledilmesine yol açtı.
Bush’un 29 Ocak 2002 tarihinde yaptığı, Ulusun Birliği adlı konuşmada kullandığı “Şer Ekseni” kavramı, emperyalizmin tek hedefinin Irak değil; emperyalist pazarın şu veya bu oranda dışında kalmış tüm coğrafyalar olduğunu gösterdi. Emperyalizmin “Şer Ekseni”nde tanımladığı diğer iki ülke ise İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) idi. Bununla birlikte Afganistan, Suriye, Küba gibi ülkelerin de gerek fiziksel gerekse de propagandaya dayalı bir “sürekli saldırı” altında olmalarının sebebini anlamak istediğimizde, söz konusu devletlerin hemen hepsinin ortak özelliğinin emperyalist sömürü alanının şu veya bu oranda dışında olduğunu görürüz. Özellikle ismini saydığımız örnekler içerisinde KDHC ve Küba, emperyalizm açısından özel bir yere sahiptir. Birincisi; iki ülkenin de devrim yapmış olması, ikincisi; bugüne kadar duruşlarından taviz vermeyerek sosyalizmin hala mümkün olduğunu göstermeleri, üçüncüsü ise hiçbir koşulda baş eğmemeleri ve emperyalizme meydan okumalarıdır. Tüm bunların yanında devrim aşamalarında, emperyalistlere hatırı sayılır bir yenilgi tattırmış olmaları, yine bu iki ülkenin hedef tahtasına koyulmasında önemli etkenlerdendir.
Günümüz şartları açısından baktığımızda ise, emperyalizmin tarihinde yaşadığı en büyük bunalımlardan biri olarak nitelenen bugünkü kriz koşullarında, krizi aşmanın en etkili yöntemleri olarak yeni pazarlar elde etmek ya da mevcut pazarları derinlemesine yağmalamak, emperyalistler açısından önemli bir yerde duruyor. Bu noktada Küba, KDHC, İran gibi ülkelerin sürekli tehdit, karalama vb. atraksiyonlara maruz kalmaları emperyalizmin ihtiyacı sebebiyledir.
Hatırlanacağı gibi 26 Mart 2010 tarihinde Sarı Deniz’de Cheonan adındaki bir Güney Kore korveti, 46 mürettebatıyla birlikte battı/batırıldı. Olaydan hemen sonra alışılagelen bir tarihsel/sınıfsal refleks ile Güney Kore, KDHC’ni gemiyi batırmakla suçladı. ABD ise jet hızıyla, Güney Kore’nin yanında olduğunu ve KDHC’ye yaptırımların daha da ağırlaşacağını ifade eden bir açıklama yaptı. Olaydan hemen sonra söz konusu olayla ilgili olarak KDHC’ni karalama amaçlı bir tura çıkan ABD Dışişleri Bakanı, Japonya, Çin ve Güney Kore ile görüştü. Daha sonra ise ABD ve Güney Kore ortak bir askeri tatbikat yapma kararı aldılar. Tatbikata ABD’nin 97 bin ton ağırlığındaki “USS George Washington” adlı uçak gemisi ile birlikte 20 savaş gemisi, her iki ülkeden 8 bin asker ve 200 savaş uçağı katıldı. Oldukça abartılı bir şekilde yapılan tatbikat, KDHC’ni tehdit etmenin yanında, Ortadoğu’da girdiği bataklıktan çıkamayan ABD’nin, hala güçlü ve askeri anlamda rakipsiz olduğu biçiminde bir mesaj da içeriyordu. Güney Kore söz konusu süreçte, KDHC ile tüm ticari ilişkilerini kestiğini açıkladı. Sınır dışında ise KDHC karşıtı propaganda amaçlı yayın vb. yöntemleri ‘yeniden’ hayata geçireceğini dünya kamuoyuna bildirdi. ABD de benzer biçimde KDHC’ne uygulanan ambargonun daha da sıkılaştırılacağını duyurdu. Bu noktada KDHC, olayın yaşandığı ilk günden itibaren gemi batırma olayı ile kendisinin hiçbir ilgisinin olmadığını söyledi. Bu olayın kendisine karşı yürütülen saldırının bir parçası olduğunu yaptığı birçok açıklamada dile getirdi.
Olaya ilişkin Güney Kore ve ABD’nin ortak yaptığı ‘araştırma’nın sonuçlarına göre; Cheonan, KDHC’ne ait bir torpido ile batırılmış. KDHC, bu ‘araştırma’yı kabul etmediğini, içinde kendisinin de yer aldığı ve Uluslararası kamuoyu önünde yapılacak bir araştırmaya hazır olduğunu ifade ederken, emperyalist ABD ve partneri Güney Kore buna yanaşmadılar. Sadece bu olgu dahi göz önünde tutulduğunda olayın arkasında emperyalizmin olduğu görülür.
Hemen herkesin bildiği gibi, ABD ve Güney Kore’nin KDHC’ye karşı saldırılar düzenlemek temelindeki birliktelikleri yeni değildir. Bu bazen direkt ABD tarafından bazen de Güney Kore aracılığıyla yapılmaktadır. Bu noktada her ne kadar Cheonan gemisinin batırılmasının arkasında emperyalizmin olduğu bilinse de bu bilgi gelişmelerin arka planını açıklamaya yetmemektedir.
Bilindiği gibi devrimciler herhangi bir politik eylem/gelişme sonrasında, kriminal ayrıntıları değil; arka plandaki amaçları tartışırlar. Diğer bir ifadeyle olgunun ekonomi politiğini açıklamaya çalışırlar. Genellikle, bu gibi durumlarda devrimciler, “Bu eylem kimin işine yaradı?” “Sonuçları itibariyle kime hizmet etti?” sorularını yanıtlamaya çalışırlar.
Bu yöntem eşliğinde hareket ettiğimizde “Cheonan gemisinin batırılması kimin/kimlerin işine yaramıştır?” sorusuna cevap vermek durumundayız.
EMPERYALİST SALDIRGANLIĞIN TEMEL SEBEPLERİNDEN BİRİ KDHC’NİN YAKALAMIŞ OLDUĞU TEKNOLOJİK DÜZEYDİR
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, kurulduğu günden bugüne yoğun bir ambargo altında tutuluyor. Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında iki ülke arasındaki ticari faaliyet sebebiyle, emperyalizmin uyguladığı ambargo en azından bugünkü kadar sıkıntı yaşatmıyordu. Fakat reel sosyalizmin dağılmasının sonrasında Sovyetler’le ticari ilişkileri olan diğer birçok sosyalist ülke gibi KDHC de çeşitli sıkıntılar yaşamaya başladı. KDHC, bu durumu kendi özgün koşullarını daha fazla zorlayarak, tüm engelleme çabalarına rağmen belirli oranlarda aşabildi. Gerek tarım gibi yaşamsal öneme sahip alanlarda, gerekse de tıp-bilim-teknoloji alanlarında bugün birçok ülkenin yakalayamadığı bir düzeyi yakaladı. KDHC’nin özellikle bilim-teknoloji alanında yaptığı araştırmalar ve savunma amaçlı geliştirdiği nükleer teknoloji emperyalist devletleri rahatsız etti.
Bilindiği gibi emperyalizmin insan hayatını önemseme, dünya barışı için kaygılanma gibi bir derdi yoktur. Emperyalistler, demokrasi, barış, huzur, kardeşlik gibi kavramları, kendi çıkarlarını sağlama almak için birer makyaj malzemesi olarak kullanırlar. Irak’ta yüz binlerce insanı katlederken en çok “insan haklarına” vurgu yaparlar. İsrail egemenleri, yıllardır Filistin halkına kan kustururken “eşitlik” kavramını bir an olsun dillerinden düşürmezler. Halklara misket bombalarıyla saldırırken, o anda dahi bunun bir “savunma” olduğunu söyleyecek kadar kastederler insanlığa. Sınıfsal karakterlerinin çimentosu halkların kanı olanların “barış”tan anladıkları, kendilerine boyun eğmeyen her halkı teslim almaktır. Nükleer silahlanmadan rahatsız olduklarını ifade ederler ve kendi kurdukları birliklerle (Silahlanma Güvenliği Girişimi vb.), KDHC gibi ülkelerin dünya barışını tehdit ettiğini söylerler. Halbuki en çok nükleer silah kendilerinde vardır. İsrail’in sahip olduğu kullanıma hazır nükleer silahlardan bahsetmezler.
Ama söz konusu KDHC vb. ülkeler olunca ayağa kalkar ve medeniyet havarisi kesilirler. Bu noktada emperyalizmi asıl rahatsız eden şey; teknolojinin, silahın kendisine muhalif olan bir devlette olmasıdır…
“Kuzey Kore’nin çılgıncasına nükleer silah elde etmek istediği doğru değildir; bu ABD’nin uydurduğu bir propaganda malzemesidir. KDHC, nükleer silahlara sahip olmak isteseydi, Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı (NSA) imzalamaz, İsrail gibi, anlaşmayı yapan ülkelerin dışında kalırdı. ABD’nin nükleer saldırı tehditleri Kuzey Kore’yi anlaşmadan imzasını çekmeye zorladı. Kuzey Kore’nin ürettiğini söylediği plütonyum, başkent Pyongyang’ın kuzeyindeki Yongbyum bölgesinde bulunan nükleer tesislerde üretiliyor; böylece, bolca bulunan uranyum kaynaklarından elde edilen nükleer güç, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra başlayan iktisadi gerileme nedeniyle erişilemeyen ithal petrolün yerini tutabilecek; eldeki kömür ve hidroelektrik güç kaynaklarına yenileri eklenebilecek. KDHC, elindeki güç kaynaklarını nükleer güçle tamamlarken yeni bir şey yapmıyordu; bunu Japonya ve Güney Kore de yapmıştı – bu ülkelerin başarılı nükleer enerji sanayileri bulunuyor.” (Kuzey Kore: Emperyalizme Karşı Devam Eden Bir Mücadele, Stephen Gowans, Marxism-Leninism Today / 26 Ağustos 2005)
ABD ve diğer emperyalist devletler, her zaman kendileri için sonsuz bir saldırma özgürlüğünü savunur. Bu “özgürlüğü” ihtiyaç duydukları anlarda kullanırlar. Dünyanın bütün coğrafyaları onlar için sömürü alanları olması bağlamında önemlidir. Sömürgeleştirmeye dayalı düzenlerinin devamını sağlamak içinse “askeri yöntem”i bir secenek olarak sürekli kenarda tutarlar. Bundan dolayı ABD’nin, dünyanın hemen her yerinde askeri üsleri mevcuttur. 2007 yılında ABD Savunma Bakanlığı tarafından yayımlanan bir rapora göre ABD’nin kendi topraklarındakilerle birlikte tüm dünyadaki resmi askeri üs ve tesis sayısı 5300’ü aşıyor. Bunlara bir de resmi olmayan, çok daha özel işler için kullanılan tesisler eklendiğinde ortaya ciddi bir tablo çıkıyor. İşgal, sömürü ve katliam için kurulmuş bu üslere ve ABD saldırganlığına karşı önlem almak, bunun için silah üretmek dahil çeşitli hazırlıklar yapmak KDHC açısından oldukça normal bir durumdur. Bugün KDHC’de üretilen nükleer silahların temel amaçlarından biri de ABD saldırganlığına karşı caydırıcı bir önlem almaktır. Nitekim zaman zaman bu önlemin işe yaradığı gorulmustur.
“Kuzey Kore NSA’dan imzasını çekince, ABD başkanı Bill Clinton Yongbyon tesislerini vurmayı planlar.37 Bu, meşruiyet yoksunluğu ve saldırganlık anlamında, Orta Doğu’da nükleer tekelini sürdürmek amacıyla Irak’ın nükleer tesislerine daha önce saldıran İsrail’in eyleminin bir tekrarı olacaktı. Ama Clinton’un danışmanları Kuzey Kore’nin çok sert tepki vereceğini öngördüler.
Güney Kore kentleri ağır topçu ateşine tutulabilir, ABD birlikleri büyük kayıp verebilirdi. Sonuç saldırganlar ve Güney Koreli müttefikleri için korkunç olabilirdi; bu planlar rafa kaldırıldı.
Saldırıya uğrayan ülke Kuzey Kore’nin vereceği kayıp ise, bilindiği gibi, saldırganların umurunda değildi.
1994’te, saldırmak yerine, anlaşma yoluna gidildi. ABD, Japonya ve Güney Kore Pyongyang’a iki elektrik reaktörü satın alabilmesi için uzun vadeli krediler ve borç verecek, karşılığında Kuzey Kore Pyongyang’daki tesislerini kapatacaktı. Elektrik reaktörleri yapılana kadar ABD, KDHC’ne petrol verecekti. Ayrıca ABD, kalıcı barışı reddeden geleneksel politikasından biraz taviz vererek, ilişkileri normalleştirme sürecini başlatacağına söz verdi. Buna göre on yıllar süren ABD ambargosu kalkacak, Kuzey Kore nükleer silahlarla tehdit edilmeyecekti.
Washington anlaşmayı tam uygulamadı. Anlaşma, askeri operasyonu tercih eden Clinton yönetiminin içine sinmemişti; Bush yönetimi ise bu anlaşmaya karşı çıktı. Pyongyang, 19995 yılında yatırım ve ticaretle ilgili bazı sınırlamaları kaldırdı. Ama Washington ambargoyu kaldırmadı. KDHC’ni nükleer silahlarla tehdit etmeyeceğini söyleyen ABD uzun menzilli nükleer silahlarla tatbikat yapıyordu. 1998’de, donanmadan bir general açıkça KDHC’ne sürpriz bir saldırı düzenlemekten, ülkede Güney Kore’nin işgal güçlerine dayanan bir rejim tesis etmekten söz etti.” (age)
Bilindiği gibi. tarihinde KDHC, uzaya uydu gönderdi. Bu, KDHC’nin uzay araştırmaları alanında da iyi bir düzeyde olduğunun göstergesidir. Uydular yardımıyla haberleşmenin yanında savunma ve askeri anlamda da ciddi avantajlara sahip olunduğunu artık bilmeyen yok. Ayrıca yerçekimini aşıp uzaya uydu fırlatabilecek bir füze ancak balistik (uzun menzilli) özelliklere sahip olmalıdır. KDHC’nin uzun menzilli füze sistemine sahip olması demek ABD’nin tamamen açık hedef haline gelmesi anlamına geliyor. Bir de balistik füzelere nükleer başlık eklendiğinde ABD ve ortakları açısından durumun vehameti ortada.
KDHC’nin uzay araştırmaları alanındaki faaliyetleri de emperyalizmi rahatsız eden bir başka konudur. Özellikle emperyalizme karşı olan ya da emperyalizmle şu veya bu oranda çelişkileri olan devletlerin, teknoloji alanındaki bilgi-birikimi paylaşması ise emperyalizmi zayıflatan bir işleve sahiptir. Örneğin İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırıda hezimete uğramasının sebeplerinden biri de, KDHC üretimi olan ve yeraltı tünellerinde kullanılan haberleşme sistemidir. Bilindiği gibi KDHC’nde de ABD emperyalizminin tehditlerinden kaynaklı yeraltı tünelleri oldukça yaygındır.
“Kuzey Kore topraklarının altında devasa yer altı tünelleri bulunur; bu, elli yıl boyunca, ABD nükleer silahlarının tehdidi altında yaşamanın bir gereğidir. Yer altındaki hedefleri yok eden silahlar özellikle Kuzey Kore’ye saldırmak için üretilmiştir.” (a.g.e)
KDHC’nin sürekli bir ambargo ve tecrit altında tutulmasının temel sebeplerinden biri de diğer ülkelerle olan bilimsel-teknolojik bilgi paylaşımıdır.
CHEONAN GEMİSİNİN BATIRILMASI ABD’NİN BÖLGEDEKİ HAKİMİYETİNİ SAĞLAMA ALMA AMAÇLI BİR HAMLEDİR
KDHC’nin ya da herhangi bir sosyalist devletin, kendi topraklarına fiili bir saldırı olmadan durduk yere başka bir devlete (ya da onun gemi, uçak vb. bir aracına) zarar verdiği rastlanan bir durum değildir. İkincisi KDHC, böyle bir olay sonrasında kendisine uygulanan ambargonun çok daha ağırlaştırılacağının bilincindedir. Dolayısıyla böyle bir eylemin kendi açısından hiçbir artısı yoktur.
Güney Kore gemisinin batırılmasının, emperyalizmin bölgedeki çıkarları açısından ise birden fazla açıklaması vardır.
Bilindiği gibi, Japonya’nın 2 Haziran 2010 tarihinde istifa eden başbakanı Yukio Hatoyama, göreve başlamadan önce Japon halkına Okinawa’daki ABD Üssü’nü kapatacağını taahhüt etmişti. Böylelikle ABD Üssü’nün varlığına oldukça tepkili olan Japonya halkının desteğini arkasına almıştı. ABD’nin Asya’daki en büyük hava üslerinin bulunduğu Okinawa’da yaklaşık 47 bin ABD askeri bulunmakta. Adanın yüzölçümünün Kıbrıs Adası’nın yaklaşık 2/3’ü kadar olduğu göz önünde bulundurulduğunda ve sorunun salt asker sayısı da olmadığı (askeri teçhizat ve ABD askerlerinden kaynaklı yaşanan tecavüz vb. insan dışılıklar ) düşünüldüğünde durumun Japonya halkı açısından yarattığı sıkıntı daha iyi anlaşılır.
Okinawa Adası, Japonya’nın güneyinde yer alan birçok ada sırası içerisinde en büyüğüdür. Stratejik konumu itibariyle de ABD açısından olmazsa olmaz bir özellik taşımaktadır. Okinawa Adası’ndaki üsler aracılığıyla ABD, Çin’in bütün Güneydoğu kıyılarını denetleme imkanını elinde bulundurmaktadır. Özellikle bugünkü süreçte ABD’nin en güçlü rakiplerinden biri olan Çin, bu bağlamda ABD açısından rahatsız edici bir faktördür.
Okinawa Adası’nın, KDHC’ne oldukça yakın bir mesafede bulunması ise, ABD açısından diğer bir önemli faktördür. Özellikle son dönemde nükleer teknoloji alanında gelişmelere imza atan ve bunu tüm emperyalist devletlerin tehditlerine rağmen gerçekleştiren KDHC, bu anlamda sürekli baskı altında tutulması gereken bir güçtür. Okinawa Üssü KDHC’ni sürekli baskı altında tutma anlamında da önemli bir işleve sahiptir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra 1972’ye kadar ABD toprağı olarak kalan Okinawa, bu tarihten sonra Japonya’ya verilmiştir.
1972’ye kadar Okinawa’da ABD kanunları geçerli olmuş ve halk tamamıyla ABD baskısı altında yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bugün açısından baktığımızda ise yine durumda özü itibariyle değişen bir şey yoktur.
Japonya kamuoyunda Okinawa Üssü’nün kapatılması tartışmasının oldukça geniş bir yer kaplaması, halkın ABD karşıtlığı temelindeki tepkisi ABD’yi politik bir hamle yapmaya itti. İşte Cheonan adlı Güney Kore korvetinin batırılması tam da bu süreçte gündeme geldi. 26 Mart 2010’da, Sarı Deniz’de Cheonan batırıldı ve böylelikle bir taşla birçok kuş vurulmuş oldu.
Hatoyama istifa etmek durumunda bırakıldı. Japonya kamuoyuna bizzat başbakanlarının ağzından bu üssün kapatılmasının imkansız olduğu duyuruldu.
Güney Kore korvetinin batırılması, Okinawa Üssü haricinde de pek çok noktada emperyalizm tarafından kullanılmak istendi. Bölgede yaratılan gerginlik ve yükseltilen tansiyon üzerinden KDHC’nin üzerindeki baskı daha da arttırıldı/ambargo sıkılaştırıldı. KDHC, nükleer silah üretme çılgını olan ve sürekli gemi batırma vb. saldırılarda bulunan; dolayısıyla bölge (aynı zamanda dünya) güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak yansıtıldı. Böylelikle ilerleyen süreçte düşünülen olası atraksiyonların psikolojik altyapısına bir tuğla daha eklendi. Japonya ve Güney Kore’yi iyice kontrol altına alma, silah satışı, ABD gemilerinin bölgeye yerleşmesi, dolaylı yoldan Çin ve Rusya’nın tehdit edilmesi de söz konusu süreçte, emperyalizm açısından bir avantaja çevrilmeye çalışıldı. ABD’nin bu hamlesinden sonra bölgedeki stratejik hâkimiyetini -en azından belirli bir süre- sağlama aldığını söyleyebiliriz.
Emperyalizmin bugün, küresel politikalarını hayata geçirirken kullandığı yöntemler ne kadar üst düzeyde organize edilirse edilsin, yalan ve manüplasyon ne kadar yaygın kılınırsa kılınsın devrimcilerin halka gerçekleri açıklama imkânları her zaman mevcuttur. Özellikle açlığın, yoksulluğun insanlık düşmanı her türlü uygulamanın küreselleştirildiği günümüzde bu imkânlar daha da artmıştır. Hepimiz açısından en acil görev; emekçilere, halklara sistem dışı alternatifin uzak/imkânsız olmadığını gösterebilmektir.
Sayı 31 (Kasım 2010 – Ocak 2011)