Küba’da son dönemlerde yaşanan bir dizi gelişme akıllarda “Küba nereye?” sorusuna neden olurken, sosyalist sol’da ise meraklı bir kaygıya neden oldu. Kuşkusuz bu kaygıların nedeni küçük ada ülkesinin tüm dünyada yarattığı saygınlık ve prestij nedeniyledir. Zira küçük ama yüreği milyonlarca ezilen ile birlikte atan Küba, 11 milyon’a varan nüfusu, 11.000 km karelik toprağıyla 1 Ocak 1959’dan bu yana emperyalist kapitalist sistemin tüm çirkinliklerine karşı direnen bir “ ada” olmayı inatla sürdürüyor. Ve Halklar Küba devrimini bir bayrak olarak taşımaya devam ederken, Enternasyonalizm ise halen Ernesto ile cisimleşen bir olgu durumunda. Bugün Emperyalist işgal altındaki, Filistin’den Irak’a, Somali’den Peru’ya kadar çiçeklenen direnişlerde Ernesto’nun ve Küba’nın duruşu hala bir moral abidesi olarak algılanıyorsa; bu, Küba’da yaratılan insani/toplumsal değerlerin önemi nedeniyledir. Dolayısıyla bir değerler toplamı olan Küba’nın, başarıları kadar başarısızlıkları da moral değerler üzerinde önemli bir etki yaratır.
Yıllardır Küba bağlamında halklar üzerinde yaratılmaya çalışılan bilgi kirliliği ve dezenformasyon, egemenlerin kara propagandalarına önemli ölçüde hizmet etti. Kısmi oranda da olsa “sol” yelpazeden fırlatılan haksız eleştiri okları da bu aldatmacaya payanda oldu. Ancak ne bilinçleri saptırma ne de ABD’nin ajanlık faaliyetleri Küba’nın egemenlere karşı duruşunu esnetemedi. Bölgede yaratılmaya çalışılan provokasyonlar ise devrimde ısrar eden kararlı duruş karşısında çaresiz kaldı. ABD’nin gerçekleştirmeye çalıştığı işgal ise halkın onurlu direnişi ile emperyalistlerin bozgununa yol açtı. Bunun yanında birçok terörist saldırı başarıyla püskürtüldü. Ambargolar halkın zulme karşı boyun eğmediğinin göstergesi olurken devrimci dayanışmanın ve iradenin güzelliklerini yarattı. Ve Küba, Eğitim’den sağlığa kadar dünya ölçeğinde öylesi başarılara imza attı ki, sosyalizmin insana verdiği değeri yansıtan güzel bir örnek oldu. Reel sosyalizmin çöküşü ile tutunamayarak çökeceğini sananlar ve burjuva ideolojisinin diktatörlük suçlamasıyla gıdalananlar ise halkın ve önderliğin uyumu karşısında büyük hayal kırıklıkları yaşadı. Dolayısıyla küçük ama İnsanlığın adası ismini hak eden Küba her koşulda, her gelişmede ezilenlerin bayrağı olmayı sürdürdü.
Bilinir ki tarih engebeli ve dolambaçlı bir yolculuktur. Ve her engebe zorlukların ifadesi olduğu gibi devrimcilikte ısrarın da göstergesidir. Bu nedenle devrimciler için tarih, zorlu bir yolculuk olduğu kadar sınav yeri olarak da algılanır.
Bizler Küba’lı devrimcilerin önemli ölçüde iyi bir sınav verdiğini düşünüyoruz. Kuşkusuz bu duruş kimi eksikliklerin görmezden gelineceği anlamına gelmiyor. Ancak eleştirel bakış kadar moral değerleri sahiplenmenin de bir devrimcilik özelliği olduğu zaman zaman unutulabiliyor/ıskalanabiliyor. Dolayısıyla olguların fotoğrafından çok röntgenini çekmek ve olguları/durumları kendi somutluğunda ele alma aciliyeti üzerimize biraz daha yük bindiriyor. Aksi duruşlar ise kolaycılığa varan entellektüel bir faaliyet halini alıyor. Ve son toplamda ön yanılgılarla malül bir duruş sergilenerek ya omurgasız bir olguya büyük önem atfediliyor ya da sorunlar yok sayılarak değerlerde erozyon yaşanabiliyor.
Bilinir ki devrimcilik kolaycılığa kaçmadan ilmek ilmek nakışlanan bir sevda sabrıdır. Bu anlayışla devrimciler için geri gidişler dahi bir yılgınlık sebebi değil kendini geliştiren ders/pratik olarak ele alınır.
“Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek… işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır.” diyor Lenin; eleştiri ve özeleştirinin temel amacına vurgu yaparak. Bu vurgu dostlarımız karşısındaki tutumuzun da bir ölçütüdür. Dolayısıyla öznellikten arınarak kendini okyanusta bir damla olarak görebilmektir devrimcilik.
“Bugüne dek bütün devrimci partiler, kendilerini beğenmişlikleri, güçlerinin nerede olduğunu göremeyişleri ve eksikliklerini ortaya koymaktan korkmaları yüzünden yıkılıp gitmişlerdir. Ama biz yıkılmayacağız. Çünkü biz eksikliklerimizi ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları yenmeyi öğreneceğiz.” diyen Lenin, aksaklıklar ve yanılgılarla savaşmanın sadece egemenlere karşı değil, kendi bünyemizde de bir savaşım hali aldığını vurgular. Dolayısıyla savaşımımız aynı zamanda sınıfsız topluma dek varan bir ideolojik mücadeledir. Dışsal olduğu kadar içseldir de.
Bu mücadele öznelliği ön plana çıkaran değil, aksine toplumsal gelişimi daha ileriye taşıyan bir eylem olarak ele alınır. Bu nedenle dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, ezilenlerin bayrağını taşıyan ve onların kurtuluş mücadelesini kendine amaç edinen her duruş, aynı havuzda biriken bir değerler toplamı olarak görülür. Ve bu yüzden onların başarılarından umut damıtır, yenilgilerinden yüreğimiz kanar.
KÜBA’DA NELER OLUYOR?
Geçtiğimiz günlerde Küba’lı liderlerin ülkelerinin içinde bulunduğu ekonomik bunalıma çare olarak ortaya koydukları önlem paketleri, hemen her kesimin çeşitli değerlendirmelerine neden oldu. 13 Eylül Pazartesi günü, Küba hükümetinin resmi günlük gazetesi Granma’da, ülkenin devlet kontrolündeki ve yasal sendika federasyonu olan Küba Merkezi İşçi Birliği (Central de Trabajadores de Cuba – CTC) adına yapılan açıklamada, önümüzdeki altı ay içinde 500 bin kamu işçisinin işten çıkartılacağı belirtilmişti. Son olarak Raul Castro’nun sunduğu pakette ise kamuda çalışan 500.000 işçinin işten çıkarılacağının doğrulanması ise neredeyse dünya kamuoyunda oldukça ilgi çekmişti. Bununla paralel olarak ortaya ekonomik çaresizliğe karşı bir alternatif olarak konan çözüm önerisi ise sosyal güvenlik yasalarında değişmeye gidilmesinin artık bir zorunluluk olduğu iddiasıydı. Bu anlamda çözüm olarak sunulan işten çıkartılan işçilere ödenen işsizlik ödeneği konusundaki uygulamalar ise krizle boğuşan emperyalist/kapitalist ülkelerin uygulamalarına neredeyse rahmet okutacak bir düzeyde gözüküyordu. Öyle ki işten çıkartılan bir işçinin işsizlik ödeneğinden maaş alma süresi bir ayla sınırlandırılırken alınan maaş miktarı ise işçi ücretinin %60’ından fazla olmayacağı şeklinde açıklanıyordu. Hatta Küba hükümeti, işten çıkarılacak kişileri, özel sektörde kendilerine iş bulmaları, ya da kendileri için küçük istihdam alanları oluşturmaları konusunda teşvik ettiğini bildiren bazı açıklamalar yaptı. Ve bu kapsamda teşvik edici önlemler adına halka restoran, kafeterya, tamir atölyesi gibi kendi işlerini kurmaları için lisans verilmesi öngörüldüğü açıklandı. Bu anlamda küçük işletmelerin ve serbest mesleklerin önünün açılıp destekleneceğini, yabancı sermayeye yatırım yapması için 99 yıllığına toprak kiralayacaklarını, insanların oturdukları evleri satın alabileceklerini ve çocuklarına miras bırakabileceklerini, kendi evlerini inşa edebilecekleri açıklanmış ve artık işçi çalıştırmanın da serbest olacağı vurgulanmıştı.
Bilindiği gibi Küba’da çalışanların sayısı yaklaşık 5 milyonu buluyor. Çeşitli alanlarda çalışan 500 bin kişinin işten çıkarılması ise Küba’da yaşayan toplam çalışan sayısının % 10’una yakın bir kısmının işsiz kalacağı anlamına geliyor. Ancak işten çıkartılan işçiler için yapılan kimi açıklamalarda 200 bin civarındaki çalışan sayısının kısmen devlet tarafından kısmen de devletin kontrolü dışındaki kooperatif vb. alanlarda çalıştırılabileceğine yönelik önlemler alınarak açıkta kalmayacaklarına vurgu yapılıyor. Bunun dışında kalan kesimin ise yine devlet desteğiyle yaklaşık 170 alanda çalışma sertifikası verilerek kendi işyerlerini açıp çalıştırabilecekleri öneriliyor. Ancak işyeri açacaklara herhangi bir bütçe ayırılıp ayrılmayacağı konusundaki bir belirsizliğin olduğu da açıkça görülüyor. Ve eleştiriler biraz da bu noktada yoğunlaşıyor.
Ekonomi Bakanı Marino Murillo, “Küba ekonomik modelinin sosyalist ekonomik prensiplerin ön planda olduğu bir güncelleme üzerinde çalışıyoruz ” dese de kafalardaki soru işaretleri ortadan kalkmıyor. Kuşkusuz pratikte atılan her adım teori de çelişmeyle karşılaştığında tartışmaların odak noktası haline gelir. Küba’daki gelişmeleri biraz da bu minvalde değerlendirme anlayışı, eleştirilerde de çıtanın düşmesine neden olabiliyor. Küba yönetiminin açıklamalarıyla, akabinde soru işaretleri de giderek Küba’nın sosyalist değerlerden uzaklaştığına yönelik eleştiri ve değerlendirmelere dönüşüyor. Ve birazda tedirginlik, kaynağını buradan alıyor/gıdalanıyor. Hatta Burjuva basın yayın organları Küba aleyhtarı kampanyalarını “haber” niteliğinde halklara sunarken sol yelpazede yapılan acil değerlendirmeler ise neredeyse devrimin dahi sorgulandığı bir mecrada ilerliyor. Bazı kesimler tarafından ise gelişmeler salt Raul Castro ile açıklanmaya çalışılıyor.
Eleştirilerdeki çıta düşüklüğü, soğukkanlılığını yitiren bakış açısından kaynaklanıyor. Bu anlamda Tüm bu gelişim seyrini bir emek sömürüsü olarak algılamak tabiki yanlıştır. Ancak gelişen süreci Küba’nın 50 yıllık devrim sonrası sürecindeki kararlı duruşunu temel alarak sorunsuz/hiçsorun yaşanmayacak bir dönem olarak görmenin yanlışlığından da kaçınılması gerekiyor.
Zira Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinin başyazısında bu sorun ne kadar da “Re formların amacı, sosyalizmi, korumak, sürdürmek mükemmelleştirmeye devam etmektir” anlayışıyla ele alınsa da formülasyonun sosyalist anlayıştan kısmen de olsa uzak bir seyir izlemeye başladığı gerçeğinin üstü örtülemiyor. Ya da bu anlamda en azından suyun bulandığı bir ortam yaratılmış oluyor.
Ve haklı olarak siyasal bilimci Arjantin’li yazar Guillerma Almeyra konuya ilişkin şöyle bir değerlendirme yapıyor;
“Krizden çıkmak için bedava defin işlemlerinin veya yetersiz işsizlik parasının toptan kaldırılması; lüks kaplıcaların ve girişimlerin, 18 delikli birçok golf sahasının (yabancılar için) inşasına karar verilmesi; Kübalıların kendilerinin satın alamayacağı mülklerin yabancılara 99 yıllığına satılmasına izni verilmesi gibi önlemler, kararlaştırılmadan önce kimler tarafından tartışıldı? Ulusal Meclis, zirvedeki partililerin kararlarını onaylamak için her zaman kararlar verildikten sonra toplanmadı mı?”
Raul Castro ise yapılan eleştiriler sonrasında devrimi koruma konusundaki kararlı duruşlarından zerre kadar geri adım atmayacaklarını bildiriyor. “Bir milyon işçi fazlası var, üretkenlik düşük, devletin yükü çok fazla ” diyen Raul Castro bu hantallıktan kurtulmak gerektiğinden bahsediyor. Tam da bu noktada reel sosyalizmin çözülüş dönemindeki benzer yaklaşımlar ise (devletin hantallığından kurtulma anlayışı) sosyalizmden vazgeçme niyetinin sorgulanıp kapitalizme dönüşen bir adımın atılıp atılmadığı konusunda endişe yaratıyor. Ancak Raul, böylesi bir yaklaşımın düşünce bazında dahi olamayacağının altını önemle çiziyor.
Bilinir ki toplumbilimin temel kurallarından biri de alt yapının, üst yapıyı belirlemesidir. Ancak sosyalizmde bu durum tersine işler. Ve bir geçiş dönemi olan sosyalizmde, iradi belirleyicilik ön plandadır. Yani ekonomik ilişkiler siyasal yapılanmayı değil, siyasal önderlik ekonomik şekillenmeyi belirler. Dolayısıyla Küba’da, Komünist Parti’nin direksiyonda oluşu bu kaygıların hepsini boşa çıkarmaz. Ancak Doğu Avrupa’da yaşananların (reel sosyalizmin çöküşü gibi) yeni bir tezahürünü beklemek de yersizdir.
Burada kendi adımıza bir belirsizlikten söz etmiyoruz. Ancak somutlanmamış verilerden hareketle mezar hazırlamanın da, hem erken hem de bilimsellikten uzak bir davranış olduğunu düşünüyoruz.
Dolayısıyla önderliğin böylesi kararlı yaklaşımı karşısında, ülke içinde yaşanan ekonomik gidişatın önemle incelenmesi gerektiği anlaşılıyor. Bu konuda Küba halkıyla neredeyse devrim tarihinden bugüne kadar uzanan süreçte etle tırnak gibi birbirine bağlı olan önderliğin açıklamaları, esas veri olarak alınmalıdır. Ve yaşanan tüm gelişmeleri, bir kapitalist restorasyona mı gidiliyor sorusuyla ele almak için acele edilmemelidir.
Bu anlamda vurgulamak gerekirse;
Birincisi kısmen de olsa özelleştirmeler sayesinde palazlanmaya çalışacak bir zenginler kesimi oluşabilir kaygısından uzak durmak gerekiyor. Zira her gelişmede Küba yönetimi bu durumu kontrol altında tutmaya çalışıyor. Ve yeni zenginler sınıfından bahsedecek bir olgu henüz kendini belli edecek düzeyde gözükmüyor.
İkincisi bahsedilen kısmi yolsuzluklar ve özellikle turizm sektöründe gerçekleşen kısmi çürüme bir sermaye birikimi üzerinde palazlanacak bir sınıf henüz varlığını hissettirmemektedir.
TARİHİN TEKERRÜRÜ MÜ?
Küba’da uygulanmaya başlayan reformlar salt bugünle sınırlı bir olgu değildir. Dolayısıyla Küba’nın çeşitli dönemlerde bu tür kimi reformlara başvurduğu bir gerçekliktir. 1990 yılında Reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte derin bir ekonomik krize giren Küba, kapitalist/emperyalist dünyanın ablukalarının daha da sertleşmesiyle krizi aşma konusunda kısmen kapitalizme denk düşecek kimi uygulamalara başvurmuştu. Hatta ABD önderliğindeki şer cephesi adeta zafer naraları atarcasına Küba’nın yenildiğine yönelik açıklamalarda bulunmuştu. Ancak bu dönemde yapısal kimi dönüşümlere başvurulmuş olsa da devrimin temel prensipleri konusunda taviz vermeyen bir duruş sergilenmiş ve parasız eğitim, parasız sağlık ve sosyal güvenlik uygulamaları gibi devrimci iktidarın temel taşlarını oluşturan kimi uygulamalar ısrarla sürdürülmüştü.
Bugünkü gelişmelere ilişkin bir yayın organında yapılan röportajda bugünü 1990’ların Küba’sına benzeten ve devrimci yönetim adına kendi eksikliklerine de vurgu yapan Küba Türkiye büyükelçisi Jorge Quesada Concepción, reformların kısmi oranda kapitalist anlayışa denk düştüğüne ve bunun geçici bir önlem olarak ele alındığına vurgu yapıyor.
“Bu ekonomik sistemde işçiler, çalışanlar üretimin gerçek sahipleridir. Bütün insanlar devletin koruması altındadır ve yaşamsal ihtiyaçları devlet tarafından sağlanır. Günümüzde küresel ekonomik krizden etkilenmeyen ülke yok. Çok fazla doğal kaynağı olmayan, hammadde ihtiyacında dışa bağımlı olan Küba da bu krizden etkilendi. Obama’nın bütün söylemlerine rağmen de abluka olduğu gibi kaldı. Bununla birlikte bizim de ekonomi alanında hatalarımız oldu. Devletin kayıtsız şartsız her durumda vatandaşlarını destekleme anlayışı, yurttaşlarda bütün ekonomik problemlerin devlet tarafından çözülmesi gerektiği anlayışını yarattı. Bu da zaman içinde verimliliğin düşmesine neden oldu. Çünkü insanlar her ayın sonunda, yaptıkları işin sonucuna bakılmaksızın maaşlarını alacaklarını biliyorlardı.”
Bu durumun SSCB tarihiyle benzerlikler taşıdığı yadsınamaz. Bilindiği gibi, SSCB’nin kuruluşundan sonra NEP (Yeni Ekonomik Politika) adı altında bir ekonomik düzenleme hayata geçirilmişti. Ve bu uygulama ile kollektif üretime ayak direyen küçük burjuvazi sosyalizme ikna edilmeye çalışılmış, kısmi oranda özel mülkiyete ve üretime izin verilmişti. Ancak çok kısa denebilecek bir sürede kolektif üretimin daha verimli olduğu gerçeği açığa çıkınca, özel mülkiyet talebi hızla kolektif mülkiyete yönelmişti.
Ancak Küba büyükelçisinin söyledikleri farklı bir durumu açığa çıkartıyor. İnsanların her ay ücretini alacak olmasının, onları verimsiz kıldığının dile getirilmesi ideolojik anlamda bir yetersizliğin dışavurumu olarak algılanmalıdır. Dolayısıyla “yeni insan”ın yaratılmasında eksik kalındığını saptamak da önemlidir.
1962 yılında ABD’nin uygulamaya koyduğu ambargo kısa sürede meyvelerini vermiş ve diğer emperyalist ülkeleri ve işbirlikçileri de büyük oranda bu ambargoya destek verir hale getirmişti. Bu dönemde kıt kaynaklarla kendini ayakta tutmakta güçlük çeken Küba başta SSCB olmak üzere diğer sosyalist ülkelerle dayanışma içinde ekonomiyi ayakta tutabiliyordu. Reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte ekonominin dengesi bozulmuş, ürün fazlasına alıcı bulamazken ihtiyaç duyduğu ürünleri alamaz hale gelmişti. Ancak Küba kararlı duruşu sayesinde kendi olanaklarıyla bu durumun üstesinden gelebilme kabiliyetini göstermeyi başardı. Örneğin o dönemde kağıt sıkıntısı büyük oranda kağıt dönüşümü sayesinde aşılmaya çalışılmış, ancak tarım alanında yaşanılan sıkıntılar ise mazot yokluğu ile birlikte kalıcı adımlar atmasını büyük oranda engellemişti. Hatta bu dönemdeki çeşitli istatistikler Küba GSMH’nın 34,8 oranında geriye düştüğünü ifade eder.
Küba böylesi bir dönemde (90’lı yıllar) büyük eleştirilerle yüz yüze kalmış ve solun büyük bir bölümü “son kale de düşüyor” kaygısından kurtulamamıştı. 1992 yılında yapılan Anayasa değişikliği devlet işletmelerinde özerkliğin geliştirilmesinden, dış ticaretin desantralizasyonuna (yeni kamu yönetimi yaklaşımı olarak merkezileşmeden uzaklaşarak yerelleşme anlayışı), toprak mülkiyetinde değişikliğe gidilmesinden, yabancı yatırımlara izin verilmesine kadar çeşitli düzenlemelere gitmiş ve turizmin geliştirilmesi ihtiyacı neredeyse Küba’nın tek sermayesi haline getirilmişti. Ancak zorluklar karşısında dik duran irade 2000’li yılların başında kendisini hızla toparlamış ve Küba kaygıları bütünüyle boşa çıkaran bir rol oynamıştı.
Bilindiği gibi Küba kıt döviz rezervleri sayesinde dışarıdan tahıl, et, pirinç vb. gıda gereksinimlerini edinmeye çalışan bir ülke. Küba’nın şeker kamışı ve tütün dışında bir ürün çeşitliliğine sahip olmaması tarımda dışarıya bağımlılığında önemli rol oynuyor. Dolayısıyla halkın gereksinimini sağlayacak gıda ürünleri elde etmek turizm vb. gibi hizmetlere ağırlık verilmesini gerektiriyor. Tam da bu nedenle Küba’nın ekonomik bunalımı, sermaye yetersizliğini ve siyasi yalnızlığını yenmek için kullanabileceği en hızlı, en kolay ve en rasyonel gelir kapısı olarak doğal özelliklerini kullanarak, ekonomik iyileşmenin ekseni olarak turizmin teşvik edilmesi şeklinde ön plana çıkıyor. Bu durum ise yabancı yatırımcıların iştahını kabartan bir rol oynuyor. Turizm, özellikle petrol, mamul mallar, tıbbi malzeme ve gıda ithalatı için gereken dövizin gelirini sağlaması bakımından önümüzdeki süreçte de gözde faaliyet alanlarından biri haline gelecek.
Ülkede yaşanan gıda sorununa ilişkin Raul Castro açıklamalarında dışa bağımlılığı ortadan kaldıracak önlemler konusunda yoğun bir şekilde kafa yorulması gerektiğinden bahsediyor. Özellikle gıda sorunu ülkeye uygulanan ambargoların da etkisiyle Küba’yı zor duruma sokuyor. Tam da bu soruna çare bulmak amacıyla topraklarda kısmi oranda özelleştirmeye gidilmesi sorunun kollektif üretimden bireysel üretime geçerek aşılacağı anlayışıyla ele alınıyor.
Dolayısıyla küçük kapitalist birimlerin önünü açacak uygulamalar kafalarda soru işaretlerine neden oluyor.
Bu durum sosyalizme uzak bir uygulama olarak değerlendirilmelidir. Zira toprak mülkiyeti özel şahıs çiftliklerine dönüştüğünde ücretli emek kullanımı yaygın bir düzeye ulaşacak olursa; gıda gereksinimini sağlamanın bedeli sosyalizmden geriye dönüş olacaktır. Ancak son tahlilde yönetimin bu konudaki niyeti belirleyici olacaktır. Bu anlayışla denetim ve önlemler sıkı tutulmalıdır. Özel işletmeler bu anlayışla bir potada tutulup sosyalist kadrolar tarafından denetlenmeli ve sosyalist anlayıştan uzak niteliklere ödün vermemelidir. Hatta söz konusu önlemler alınarak bireysel işletmelerin giderek daha kollektif bir üretim sürecine dönüşecek düzeyde örgütlendirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde kısmi özelleştirmeler diğer üretim alanlarını da etkisi altına alacak ve üretim, bireyleri zengin eden bir sürece dönüşecektir.
Dolayısıyla kapitalist unsurların cirit atacağı bir zeminde inşa edilmiş olacaktır.
Bilindiği gibi sosyalizm en genel anlamda halkın mülkiyetidir. Bu anlamda bu temel prensibi zedeleyecek her olgu karşısında dikkatle davranılması gerekmektedir. Aksi taktirde geri dönüşü olamayan bir mecraya yol alınabilir.
ÖRGÜTLÜ KÜBA HALKI ZORLUKLARI AŞMADA VE DEVRİMİ KORUMADA TEREDDÜT ETMEYECEKTİR
Küba halkının devrime olan bağlılığı ve her saldırı karşısında onurlu duruşu kararlılığının göstergesi olmuştur. Domuzlar körfezi çıkarmasından her ablukaya direnmesi devrime bağlılığının ifadesidir. Bunda kuşkusuz ülkede uygulanan eğitimin etkisi yadsınamaz. Bu eğitim Küba halkının her engebede kararlı duruşunu ve olaylara/gelişmelere mütevazı bir şekilde yaklaşmasını sağlamıştır. Öncelikle her gelişmede “eyvah sosyalizm yok oluyor” kaygısından uzak durmak gerekiyor. Çünkü Küba’da sosyalist kuralların ve denetimin geçerli olduğu ve bu geçerliliği ortadan kaldıracak bir eğilimin henüz kendini hissettirmemesi önemli bir olgudur.
Emperyalizme karşı duruşundan taviz vermeyen Küba’lı devrimcilerin her fırsatta devrimi daha ileriye taşıyacaklarını ifade etmeleri de sevindirici bir başka yöndür. Küba Komünist Partisi’ne üye olmayan milyonlarca yurttaşın KKP’nin önderliğini kabul etmesi ve bu görüşten taviz vermemesi de halk ve önderlik arasındaki uyumun devrimci niteliğinin belirtisidir. Dolayısıyla politik her gelişmede ülkenin örgütlü bir duruşundan bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Küba’nın aldığı önlemler doğrultusunda yanlış bir yola doğru ilerlemesi karşısında kendi öznel tavrı ve duruşu belirleyici olacaktır. Ancak bu durum sadece Küba’nın kararlı duruşuyla üstesinden gelinebilecek bir olgu değil. Kuşkusuz alınan önlemler krizin dünya ölçeğinde yarattığı devasa etkinin sonuçlarından da kaynaklanıyor. Zira küresel krizle birlikte daha da derinleşen ekonomik sıkıntıların yükü salt emperyalist ülkeleri etkilemediği gibi sömürge/yeni sömürge ülkelerle birlikte sosyalist ülkeleri de etkileyen bir rol oynuyor. Hatta Küba’nın tüm baskılara rağmen sosyalizm bayrağını ısrarla taşıması bu saldırıların daha da boyutlanmasına neden oluyor. Ve son tahlilde Küba’nın yanında yer almak ve onun antiemperyalist duruşunu desteklemek acil ve zorunlu bir ihtiyaç olarak gündeme geliyor. Bu anlamda kimileri tarafından neredeyse sosyalist olarak tanımlanan Bolivya, Venezüella, Brezilya gibi ülkelere (böyle olmasa da) sahip çıkan anlayışın Küba konusunda tereddüde düşmesi ise olguları doğru değerlendirememekten kaynaklanıyor. Ve şaşırtıcı olduğu gibi olumsuz bir yön de taşıyor.
Böylesi bir kuşatılmışlık karşısında ise Küba halkına nefes aldırmanın en etkili yolu, sosyalist ülkelerin sayısını artırmaktan geçiyor.
Zira tüm eleştirilere rağmen Küba emperyalizme karşı direnmeye devam ediyor.
Dolayısıyla Küba’ya dünya ezilen halklarının vereceği destek onun her saldırı karşısında dik duruşunu güçlendirecek ve özgürlüğe giden yolda daha kalıcı adımlar atmasını da kolaylaştıracaktır.
İşte bu anlayışla;
Biz; emperyalist saldırganlığa karşı Küba’yı, Küba’da yanlış yönelimlerin ortaya çıkması halindeyse sosyalizmi savunan bilimsel yolu izlemeye devam edeceğiz.
TEK YOL DEVRİM!
Sayı 32 ( Mart – Mayıs 2011)