Dünyada alışılmışın dışında bir şeyler oluyor. Rusya ilk kez kendi hinterlandını aşıp bir başka coğrafyaya müdahale ediyor. Suriye’de, dolayısıyla da bölgede kalıcı olduğunu gösteren adımlar atıyor. Gerektiğinde bunu Irak’ta da yapabileceğini dillendiriyor. Ta Hazar’dan Suriye’deki IŞİD hedeflerine füze fırlatıyor. Yani silah denemesi ve reklamı yapıyor.
Akdeniz bir savaş denizine, Türkiye bir savaş üssüne dönüşmüş durumda. Tablo, 100 yıl öncesinin çelişmelerini, gerilimini anımsatıyor. Sol, dünya savaşına dair bildiği ezberin sınırları içinde bu yeni durumu açıklamakta zorlanıyor. Kimisi soğuk savaş, kimisi Şii-Sünni savaşı diyor. Belirli bölgeleri kapsadığı için dünya savaşı denemeyeceğini söyleyenler oluyor. Halbuki ilk iki dünya savaşı da belirli oranlarda bölgeseldi. Yani her kıtaya bomba düşmedi.
Bu süreçte yaşanan hiçbir şey tesadüf değil, hemen her adımın, her gelişmenin olup bitende yeri, işlevi var. Bunları birbiri ile ilişkilendirip değerlendiremediğimizde, gelişmeleri kavrayıp doğru yerde saf tutmak olanaksız hale gelir.
Bugün geçmişte yaşanmış dünya savaşlarını tarih kitaplarından öğreniyoruz. Bize çeşitli açılardan uzak geliyor. O süreçte yaşamış olsak ne yapardık, böyle bir savaş ne tür sorumluluklar yükler diye düşünüyoruz. Bunu tabii ki düşünelim ama çok daha önemlisi, bugün böyle bir süreçten geçildiğinin ayırdında olmaktır. Eğer bugün yaşanmakta olan sürecin nitelikleri doğru okunup yeterince hissedilebilse, insanların yaşamlarını ayakta/nöbette teyakkuz halinde geçireceklerini düşünüyoruz. Ne yazık ki yorum ve değerlendirme problemleri/farkları, duruş farkını ve parçalı tabloyu koşulluyor.
Suriye eksenli olarak başlayan savaş, giderek şiddetlendi ve çap büyüttü; savaş araçları, savaşçı sayısı ve ülke sayısı arttı. Kimileri resmi olarak kabul etmese de bugün Suriye’deki savaşta pek çok ülke, askerleri ve uzmanlarıyla doğrudan savaşın içindedir; IŞİD bahanesiyle oluşturulan Koalisyon Güçleri’nde onlarca ülkenin katılımı söz konusu. Suriye’de bir ay içinde 3 İran generali öldürüldü. Yüzlerce Hizbullah militanı yaşamını yitirdi. Türkiye’de kasım ayında 24’ü polis ve asker 115 kişi öldü. Güne yaklaşık 4 kişi düşüyor. Hükümetin ilk 5 gününde uçak düştü, Elçi öldürüldü Can Dündar tutuklandı.
Bir taraftan egemenler arasında ayrışma ve saflaşma yaşanıyor, diğer taraftan ezilenler için sert ve kalın çizgilerle tanımlanmış bir kölelik öngörülüyor. Tekelleşmeye yoksullaşma eşlik ediyor. Son dönemlerde yaşanan mülteci patlamasında bunun doğrudan rolü var. Bu, global düzeydeki çelişmelerin emek-sermaye çelişmesi bağlamında izdüşümünü görmeyi, hesaba katmayı gerektiriyor.
Bugün yaşanmakta olanların doğru anlaşılması açısından üçüncü bunalım dönemi tüm nitelikleriyle bir bütün halinde değerlendirilmelidir. Yeni sömürgecilik, kıtaların derinlemesine sömürüsüyle, yeni sömürü ve pazar alanlarının oluşması ve gizli işgalle, emperyalist aktörlere zaman kazandırdı; gerilme ve kapışma sürecini geciktirdi. Hatta ‘90 sonrasındaki küreselleşme de Çin’in bir döneme kadar dünyayı ucuz ürüne boğması da buna hizmet etti.
Emperyalist aktörler arasındaki entegrasyon mücadele eşliğinde gerçekleşti. Bir taraftan bütünleşme adımları atıldı, diğer taraftan mücadele edildi. Kaldı ki bu süreç büyük oranda ABD’nin domine ettiği bir süreçti. Yani entegrasyon, mücadelenin olmadığı anlamına gelmiyor. Bugün, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan sürecin büyük oranda sonuna gelindi. Bir taraftan entegrasyon belirli oranlarda güncellenerek devam ediyor, diğer taraftan fiili savaşa varan kapışa ve restleşmeler yaşanıyor. Halen NATO’nun genişlemesinde ısrar edilmesi veya yapılan yeni anlaşmalar bütünleşmenin bir başka biçimidir. Bu süreçte Rusya, Çin gibi ülkelerle makas giderek açıldı. Bu da kendine uygun bir savaşla/paylaşımla aşılacak gibi görünüyor.
Irak’ta da süreç, Sünni federal bölgeyle beraber 3 parçalı bir yapı üretecek gibi görünüyor. ABD, IŞİD üzerindeki insiyatifini kullanarak bu bölünmenin büyük çatışmalara sebep olmadan gerçekleşmesini tasarlıyor. Bağdat’ta Irak, Suriye, İran ve Rusya tarafından kurulan Koordinasyon Merkezi’ne karşı adım atıyor. Amaçlanan, Sünni bölgeyle beraber, Irak Şiiliği ile Suriye-Lübnan ilişkisinin koparılmasıdır.
Bu süreçte Şii ve Sünni yapılanmalar yer alıyor olsa da, yaşananları Şii-Sünni savaşı olarak değerlendirmek doğru olmaz. Sünniliğin kullanılması veya etnik-dinsel farkların kaşınarak siyaset malzemesi haline getirilmesi, emperyalizmin sıkça başvurduğu bir yöntemdir; ancak bu, bölgede yaşananları mezhep savaşı olarak açıklamak için yeterli bir neden değildir.
Yaygın ve yanılgılı bir diğer değerlendirme de olup biteni 21. yüzyılın soğuk savaşı olarak tanımlamaktır. Aksine bugün bölge bir bütün halinde ısınmış durumdadır. Meşruiyet kaygısıyla hemen her adımın IŞİD ile ilişkilendirilmesi, onlarca ülkenin savaşa fiili olarak katılmış olduğu gerçekliğini değiştirmiyor. Ortada bir yeni düzen tasarımı söz konusu. Yaşanan her olayda bu tasarımın izini aramak, parça-bütün ilişkisini kurabilmek açısından önemli ve gereklidir.
Yeni bir dünya düzenine doğru
Bugün artık dünya ve küresel aktörler tek bir olaya sığabiliyor; en global dengeler ve çelişmeler en mikro olayda okunabiliyor. Bu nedenle, soyuttan somuta, küresel olandan yerel olana inerek, neden-sonuç ilişkisi kurarak her olguyu makro ve mikro açıdan inceleyebilmeli, daha da görünür kılabilmeli; somut, inandırıcı ve uygulanabilir öneriler geliştirilmelidir. Örneğin Rusya’nın vurduğu IŞİD petrollerini taşıyan tankerlerin Albayraklar’a ait olduğu iddiaları gölgesinde Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Enerji Bakanı olması gerçekliğini gözden kaçırmamak ama olguları salt kişiselleşmiş bu tür fotoğraflar üzerinden okumakla da yetinmemek gerekiyor. Çünkü çıkar ve çatışmalar, ilişki ve dengeler yeni bir dünya düzenini tanımlayacak boyutta şekilleniyor.
Süreç, yerel-genel dengesini gözetmeyi ama örneğin bir eylem incelenirken ekspertiz raporu hazırlayan memur gibi teknik ayrıntılarda boğulmayı değil, siyasal izler sürmeyi gerektiriyor. Mesela Suruç, Ankara, Paris gibi olaylarda ve Elçi’nin katlinde atış mesafesi, mermi izi, bombanın kimyasal bileşimi yerine, neden-sonuç ilişkisi ve siyasal bağlar kurmak, bizi çok daha gerçekçi ve anlaşılır sonuçlara ulaştıracaktır. Ve çok daha önemlisi, süreci sınıf ilişki ve çelişmeleri açısından doğru okumak, acil görevleri ve kimlerle, nasıl, ne için mücadele etmek gerektiğini isabetli biçimde saptayabilmeyi sağlayacaktır. Bilinir ki süreç doğru okunamadığında; muhtemel gelişmeler, içerdiği tehdit potansiyelleri vb. yeterince algılanamaz, mücadele yanlış zeminlerde veya eksik biçimde yürütülür.
Dünya ölçeğindeki çelişmeler Suriye’de odaklanmış durumda
Suriye’deki savaşı ele alırken, Suriye halkının direnişini en başa yazmak gerekiyor. Eğer onlar direnmeseydi, bugün Rusya da orada olamazdı. Ama gelinen aşamada artık tüm dünya Suriye’ye kilitlenmiş veya küresel boyuttaki çelişmeler Suriye noktasında odaklanmış durumda.
Bu koşullarda, Türkiye gibi taşeronluğu meslek/kimlik edinmiş bir devletin, böyle bir savaşta Rus uçağını keyfi veya tesadüfi nedenlerle vurduğunu düşünmek, resmi bir bütün halinde yanlış okumaktır.
Doğrudur, Türkiye uçağı vurduktan sonra, Rusya ile ilişkilerinde (ticaret vb.) zor duruma düştü. Ancak zaten zor durumdaydı. Suriye’nin bir bütün halinde kaybı, Türkiye için Rusya ile ticaretten de büyük kayıplar demektir. Bu nedenle, ABD ve müttefiklerinin politikaları dahilinde bu uçak vurulmuş, devamında gelen Paris katliamıyla beraber NATO kapsamındaki donanmalar Akdeniz’e ve Karadeniz’e, uçaklar Suriye semalarına hücum etmiştir. İncirlik’e yapılan yığınak sonrasında mevcut tabloda artık, Türkiye ve Akdeniz birer savaş üssüdür.
Bu süreçte Almanya, Fransa, İngiltere, Danimarka vb. ülkelerin doğrudan müdahalesi, ABD’nin Rojava’ya 50 kişilik özel birlik indirmesi, Rojava’da bir askeri üs ve havaalanı kurulacağının dillendirilmesi, sürecin nasıl bir seyir izlediğini ve giderek dünya ölçeğinde tanımlar gerektiren bir boyut kazandığını gösteriyor.
Bunca yığınak IŞİD için mi?
Rekabet, gerilim ve çatışmalar kimi fotoğraflarda daraltılmış anlamlarla/nedenlerle açıklansa da, gerçekte kaynağında uluslararası tekellerin çıkarları bulunuyor. Bu çıkarlar kimi noktalarda yan yana kimi noktalarda karşı karşıya geliyor, anlaşma da çatışma da üretiyor. Yeni düzen arayışı, anlaşma ve saflaşmalar, gerilim ve çatışmalar eşliğinde yaşanıyor.
Rus uçağının düşürülmesi sonrasında ABD tarafından yapılan “kendini savunma”yla gerekçeleme biçimindeki açıklamalar da, özellikle Paris katliamı sonrasında NATO’nun tüm üyeleriyle teyakkuza geçmesi de birbirini tamamlayan, uçağın tesadüfen düşürülmediğini gösteren gelişmelerdir.
Suriye’de yaşananlar giderek dış politika ile iç politikanın birbirinden yalıtık olmadığını, araç ve yöntemleri farklı olsa da aralarında bir tamamlayıcılık ve nedensellik ilişkisi bulunduğunu gösteriyor. Tam da bu bağlamda, dünya ölçeğinde emperyalist aktörlerin savaş sahasında uyguladığı hukuksuzluğun izdüşümünü emek-sermaye çelişmesinde göremediğimiz sürece, gelişmeleri yerli yerine oturtup doğru okuma, buna uygun bir mücadele hattı oluşturma şansımız olmaz. Bu nedenle resmi büyütüp neden-sonuç ilişkisini dünya ölçeğinde kurabilmek gerekiyor.
Dikkat edilirse hâlâ yapılan bunca askeri yığınağa rağmen, tüm taraflarca tek gerekçe IŞİD’miş gibi gösteriliyor. Ancak yığınak büyüdükçe, herkesçe meşru kabul edilen IŞİD’le mücadele gerekçesi küçülüyor, ikincilleşiyor ve asıl gerekçeler ortaya çıkmaya başlıyor. Rekabet, gerilim ve çatışmalar, IŞİD ile küresel aktörlerin değil, uluslararası tekellerin çelişmelerine işaret ediyor. Yaşanan, yeni araç ve yöntemlerle güncellenmiş bir dünya savaşıdır. Bunun tüm nedenleri ve aktörleriyle doğru anlaşılıp değerlendirilebilmesi için, geriye gitmek, bu sonucu hazırlayan süreci büyüteç altına almak gerekiyor.
UCUZ İŞGÜCÜ CENNETİNDEN KÜRESEL AKTÖRLÜĞE ÇİN
Anımsanacak olursa 2. Dünya Savaşı sonrasında, yeni sömürgecilik süreci kapsamında, açık işgal yerini gizli işgale bıraktı, daralan pazar ve sömürü alanlarını genişletmek için kıtaların derinlemesine sömürüsü planlandı.
Öyle ki soğuk savaş döneminde belki de en uzun çatışmasızlık dönemi yaşandı ama bu dönem aynı zamanda silaha en fazla yatırım ve harcama yapılan dönem oldu. Çatışmasızlığın (nispi barışın) bir nedeni nükleer vurucu güçlerin ulaşmış olduğu dev seviye ise, bir diğer nedeni de kesintisiz, kontrolsüz ve denetimsiz ABD hegemonyasıydı.
Avrupa’daki bütün sanayinin ve teknolojinin altyapısının savaşta çöktüğü, ABD’nin ise sanayisini modernize ederek hemen her alanda tam ve kesin hakimiyetini sağladığı bir süreçte kurulan BM, DTÖ, IMF, DB vb. yapılar, ortak örgütlenmeler gibi görünse de gerçekte ABD hegemonyasına basamak oluşturan ve meşruiyet sağlayan araçlardı.
Michel Chossudovsky, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulanan, “tarafsız” ve “bilimsel” görünümlü makro-ekonomik politika araçlarını, savaşla aynı etkinlikte araçlar olarak değerlendirir. Diğer bir ifadeyle bunlar, savaşın yerine geçen araçlardır. Yani emperyalist ülkelerin 2. savaştan sonra bütünleşme kararı almaları, aralarındaki çelişmelerin yok olduğu anlamına gelmiyor. İşte bugün bu araçlar işlev yitirmeye başladığı oranda yerini gerçek savaşlar almaya başladı. Bugünkü süreç, hem savaşla hem de giderek onun yerini dolduracak araçların geliştirilmesiyle aşılacaktır.
70’li yıllarda Japonya, Almanya gibi ülkeler toparlanıp ABD’ye rakip olmaya başlayınca, onları petrol üzerinden vuracak hamleler yapıldı. 80’li yıllarda serbest bölgeler denendi. 90’lı yıllarda, eski Sovyet cumhuriyetlerinin de adım adım sisteme katılması eşliğinde, tüm dünyayı bir çeşit serbest bölgeye çevirme perspektifiyle sömürü küreselleşti. Bu sürecin (küreselleşmenin) bir özelliği de bir ürünün maliyetinin en düşük olduğu yerde üretilmesi ve oradan dünya pazarına iletilmesiydi. Çin, bu konuda çok özel ve tayin edici bir örnekti.
Ucuz işgücü cennetinden küresel aktörlüğe Çin
Çin’deki sosyalist uygulamaların/düzenin ortadan kalkması ve sosyalist sistemin parçalanmasıyla, oradaki işçiler devlet tarafından sosyal yaşama kanalize edilen emekçiler olmaktan çıkıp ucuz işgücü haline dönüşmesiyle birlikte Çin, hızla yabancı sermayeye açıldı. Ve başka ülkelerden yapılan yatırımlar Çin’deki toplumsal yaşamı hareketlendirdi.
Çin’in bütün topraklarını, pazar ve limanlarını emperyalist kapitalist sisteme açmasıyla, emperyalizm oradaki devasa boyuttaki ucuz işgücüne yatırım yaparak ürünlerin ucuza üretilip dünya pazarına ulaştırılması bağlamında muazzam bir avantaj yakaladı.
Bu süreç aslında 90’lı yıllarda başladı. Başlangıçta emperyalist kapitalist sistem için bir tehdit değil bir avantajdı. Çünkü ucuz işgücü sayesinde ucuza üretim yapılıyor ve o ürünler Avrupa’ya, Amerika’ya geliyordu. Böylece, ucuz Çin ürünleri, girdikleri her ülkede egemen sınıfların emeğin maliyetini aşağı çekmesine ve örneğin metropol ülkelerde ücretlerin belirli bir sınırda tutulmasına yardımcı oldu, zemin hazırladı. Hem sosyalist sistemin çöküşü hem de emeğin maliyetinin aşağıya çekilebilmiş olması, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı dayanışmasının, işçi sınıfının örgütlülüğünün çözülmesini hızlandırdı. Bu ülkelerdeki emek örgütlülüğünü salt sosyalist sistemin gücüne/varlığına bağlamak doğru değil; ama Çin vb. ülkelerden gelen ucuz tüketim malları, emekçilerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamada egemen sınıflara baskı yapabilmesinin önünde bir engel oluşturdu. Bu yönüyle ucuz ürün ithali, egemen sınıflar tarafından tercih edilebilecek bir politikaydı.
Ancak küreselleşme süreç içerisinde giderek farklı sonuçlar doğurmaya başladı. Başlangıçta sadece ucuz işgücü kaynağı gibi görünen gelişmekte olan ülkeler, giderek teknolojinin gelişimi ve sermaye birikimiyle beraber emperyalist kapitalist sistem için bir tehdit oluşturmaya başladı. Özellikle Çin’de 2000’li yıllara doğru üretim kapasitesi, muazzam bir potansiyele ulaştı. Bu arada sistem, ucuz tüketim mallarıyla bir sorunu çözerken başka bir soruna sebep oldu; tüketim araçları üreten sanayi büyük oranda Çin, Hindistan gibi ülkelere kaydırıldığı için gelişmiş kapitalist ülkelerde ilk defa bir işsizlik sorunuyla karşılaşıldı.
Bu süreçte deyim yerindeyse küresel bir fabrikaya dönüşen Çin, devasa yatırım kapasitesiyle dünyada üretilen hammaddelerin tüketildiği bir merkeze dönüştü. Kendisi muazzam bir bakır üreticisi olmasına rağmen dünya bakırını emen bir ülke haline geldi. Benzer şekilde dünyadaki demir çelik, krom, alüminyum, petrol üretimini Çin soğurmaya başladı. Bu temel hammaddelerin dünyadaki en önemli tüketicisi Çin oldu.
O sanayileşme sürecinde Çin, hem tüketim ürünlerinin fiyatlarını belirleyen hem de petrol dahil temel hammaddelerin fiyatlarını yükselten bir misyon üstlendi. Emperyalist tekeller bu durumdan memnundu. Çünkü petrol, maden vb. sektörler emperyalist tekellerin kontrolündeydi, dolayısıyla fiyat artışları onların kâr hanesine yazılıyordu. Ayrıca bu süreçte Çin’in elinde oluşan devasa ticaret fazlası, Amerikan pazarına bir anlamda kredi olarak yansıdı. Çin, Amerikan devlet tahvilleri satın alarak tüketim kapasitesini finanse etmiş oldu. Bu döneme kadar her şey normaldi. Ancak 2005-2006’dan sonra dışa vurmaya başlayan devasa krizin etkisiyle beraber, o güne dek emperyalist kapitalist tekellerin bir üretim üssü olan ve her yıl yüzde 15-17’ye varan büyüme hızıyla üretim kapasitesini artıran Çin’in, giderek kendi teknolojisini üreten, kendi ürün ve markalarını emperyalist kapitalist sisteme pazarlayan bir noktaya gelmesiyle birlikte süreç tersine işlemeye başladı. Çünkü Çin, giderek dünya pazarlarında emperyalist kapitalist sisteme temel girdi oluşturan firmaların pazar alanlarına saldırır konuma geldi.
Çin’in konumunu değiştiren bir diğer olgu da, yavaş yavaş ülkedeki ucuz işgücü potansiyeli oluşturan halkın geçim standartlarını yükseltecek politikalara geçilmesi ve ulaşım alt yapısını, şehirlerin yeniden yapılandırılmasını içeren devasa yatırımların gündeme gelmesiydi.
İlkin yoğunlukla ucuz ürünlerin tüketildiği Çin pazarı, ABD ve Batılı şirketlerin pek ilgisini çekmiyordu. Ancak her yıl 20 milyon kişinin Avrupalı bir orta sınıf gibi yaşayacak tarzda bir tüketim kapasitesinin oluşacağı hesaplanıyor ve bu potansiyelin, 5 yılda 100, 10 yılda 200 milyona varmasıyla emperyalist kapitalist sistemin yıllarca sürecek pazar sorununu çözebileceği öngörülüyordu. Ne var ki Çin, 2010’dan sonra giderek öne çıkmaya başladı ve giderek dünyanın en büyük üretim kapasitesine sahip ülkesi dolayısıyla da emperyalist kapitalist sistemin her alanda rakibi haline geldi.
Çin’in Afrika, Latin Amerika gibi ülkelerdeki politikası, emperyalist kapitalist sistemin ilgi alanına girmemiş, temel sömürü alanının dışında kalmış veya işbirlikçi iktidarlar üzerinden belirli anlaşmalarla yetinilmiş coğrafyalarda, sahillerden iç kesimlere varana dek yatırımlar yapmak, kendi sanayi alt yapısının ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlerin ülkeye transferini sağlamak biçiminde oldu. Bunun için, ticaret fazlasından kaynaklanan devasa imkanlar kullanılarak yerel siyasi iktidarlar desteklendi, zor durumdaki şirketler satın alındı, hatta emperyalist kapitalist sistemin oraya dayatmış olduğu anlaşmalardan çok daha elverişli koşullarda ticaret anlaşmaları yapıldı. Ve Çin bu şekilde giderek emperyalist kapitalist sistemin yaşam alanlarını daraltmaya başladı.
Çin, bir taraftan devasa yatırımlar yaparken diğer taraftan ABD’den devlet tahvili alımlarını azalttı. Bunun yerine ihtiyacı olan ülkelere aktif sermaye olarak ihraç etmeye başladı. Askeri yönden oldukça geri durumda bulunan ve Rusya’nın teknolojisine dayalı olan askeri yapısını, önce o teknolojinin işbirliği anlaşmalarıyla kopyalanması biçiminde daha sonra da Çin versiyonlarını üreterek ve giderek kendi teknolojilerini oluşturarak geliştirdi; kendi uçaklarını, kendi gemilerini oluşturmaya başladı. Ve giderek bir biçimde o bölgede emperyal bir güç olarak emperyalizmin hareket alanını daralttı. Bugün gelinen noktada artık Çin, çevresindeki ülkelerde ilişkilerin büyük çoğunluğunun bağlandığı yer haline geldi.
Çin’in bu gelişimine, Rusya ile yakınlaşma ve genel anlamda BRİCS ülkelerinin alternatif kurumlarını oluşturup giderek farklı bir odağa dönüşmesi eşlik edince, ABD eksenli küresel aktörlerin karşı hamle bağlamında arayışı hızlandı.
KÜRESEL ÖLÇEKLİ ANLAŞMALAR VE BRICS’İN KUŞATILMASI
Genelde BRICS ülkelerinin, ABD’nin belirleyiciliğinde yürüyen sistemin ve kurumlarının dışında bir ilişki ağı ve işleyiş oluşturma yolundaki hızlı ve sonuç alıcı adımları karşısında ABD’nin de arayışları yoğunlaşmış durumda. Özellikle Rusya ve Çin’in stratejik hamlelerinin uzun dönemli etkilerini algılayan emperyalizm (ABD ve AB) tarafından, tüm bu gelişmelerin toplamından edinilmiş dersler dikkate alınarak yeni stratejik adımlar atılıyor; bir alternatif olarak bunların gelişme alanında olabilecek ülkelerle bağlayıcı anlaşmalar yapıyor.
Bir taraftan Ukrayna savaşıyla, NATO’nun çevre ülkelere kadar genişletilmesi vb. müdahalelerle Rusya’yı kendi dar sınırlarına kadar geriletmeyi amaçlayan ABD, diğer taraftan Pasifik’te Çin’le gerilimi sıcak çatışmanın eşiğine getirmiş durumda. İşte bu kuşatıcı hamlelere 6 Ekim’de imzalanan Trans Pasifik Ticaret ve Yatırım Anlaşması eklendi. ABD yönlendiriciliğinde Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan 12 ülkenin katıldığı ve dünya ticaretinin yüzde 40’ını kapsayan bu anlaşmanın en önemli amaçlarından biri Çin’i kuşatmaktır.
Henüz imzalanmamış da olsa gündemde olan bir diğer anlaşma da AB ve ABD arasında hazırlığı süren Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması’dır. Bu şekilde veya bire bir bağlayıcı anlaşmalarla, BRICS ülkelerinin dışında kalan coğrafyada ülkelerin pek çoğunun BRICS’in iletişim ve etki alanından çıkarılması, dolayısıyla da BRICS’in kuşatılması ve istikrarsızlaştırılması amaçlanıyor.
Yukarıdaki toplam tabloda görüldüğü gibi artık, 2. Dünya Savaşı sonrasının güç dengeleri, bloklaşmalar, kurum ve ilişkiler değişmiş, sistemin yeniden biçimleneceği bir sürecin içine girilmiş durumda. Gerek yapılan çok taraflı anlaşmalar gerekse Suriye ve Irak dahil yaşanan sıcak savaş, sonuçta kaynakların ve ulaşım yollarının, sömürü ve pazar alanlarının paylaşımına odaklanmış durumda. Ezilenlerin bugünkü konumu, örgütlülük ve bilinç düzeyi, emperyalist aktörlerin yeni düzen tasarımlarında daha cüretkar davranmalarına imkan tanıyor.
Sınıfsal çizgiler, daha kalın ve net biçimde çekiliyor
Henüz şekillenmemiş de olsa, yeni düzenin çok daha kalın çizgilerle tanımlanmış bir köleliği öngördüğünü söylemek mümkün. Türkiye’de AKP’nin açıkladığı, geleceksizlik ve güvencesizlik kokan Orta Vadeli Program da, Fransa’daki OHAL de, tekelleşmeyle paralel yürüyen yoksullaşmanın çapını giderek büyüttüğü mültecilik sorunu da bunun göstergesidir.
Bugün Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan abluka, bir ilçeye 10 bin askerle operasyon yapılması, boş binalara bile yüzlerce kurşunun sıkılması, dünya ölçeğinde egemen sınıfların halklara nasıl bir gelecek öngördüklerinin deneysel ifadesidir. Sınıfsal çizgiler, daha kalın ve net biçimde çekilmektedir. Bakanlar Kurulu’ndan çıkan “Terörü bıraksınlar, teslim olsunlar, onlar da ölmesin.” kararı, yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonudur. Buna karşı mücadele, Kürt coğrafyasındaki ablukayı kınayan basın açıklamalarından çok öte bir kavrayışı ve duruşu gerektiriyor. Öncelikle olup bitenlerin özelleştirilmiş dar bağlamlı nedenlerle değil, sınıfsal tanımlarla açıklanması ve Silvan’ı Ankara’dan ayırmayan birleşik mücadele anlayışıyla ele alınması gerekiyor.
Bu yazı Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Hareket Dergisi’nin Ocak 2016 tarihli 49. sayısında yayımlanmıştır.