“Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı,
onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır” (Marks)
Geçmişte kapitalizmin yaşadığı sıkıntılar bir yanıyla da sosyalist blokun varlığıyla gerekçelenebiliyordu. Ancak 1989 sonrasında estirilen “bahar havası” uzun sürmedi. Neoliberalizmin bir dönemi olarak küreselleşme veya tüm dünyanın bir serbest bölge gibi tasarlanması, kapitalizmin derdine derman olmadı. Çıkış için uygulanan yöntemler daha derin batışlara sebep oluşturdu. Ne Polonya’daki Walesa çıkışı, ne Romanya’da Çavuşesku karşıtlığı üzerinden estirilen “özgürleşme” rüzgârları, ne de eski Sovyet Cumhuriyetlerinde gündeme getirilen renkli devrimler, kapitalizmin gerçekte uzatmaları oynamakta olduğu gerçekliğini değiştirmedi.
Postmodernizm hayalleri eşliğinde bırakalım sınıflarüstü/sınıflar ötesi bir sıçramanın gerçekleşmesini, deyim yerindeyse vahşi kapitalizme ve hatta prekapitalizm karanlığına dönüşü içeren bir gerileme adım adım örgütlendi.
Emekten özgürleşmeyi müjdeleyen “teknolojik devrim” iddialarından sonsuz ufuklu ve alternatifsiz yeni düzen tasarımlarına kadar hiçbir adım veya proje, tekelleşen kapitalizme dair Lenin’in yapmış olduğu çöküntü bağlamındaki tespitleri de geçersiz kılamadı. Benzer şekilde Leninizmin devrimci duruma ve ihtilalcı insiyatifin önemine dair tanımları da geçerliliğini/güncelliğini koruyor.
Mevcut tablo içerisinde sürece bakıldığında görülür ki AKP ile ifadesini bulan dinci – milliyetçi karanlık, küresel boyuttaki gidişattan hiçbir biçimde kopuk/bağımsız değildir. Kapitalizmin içsel çelişmelerinin ertelenemez niteliğini bağında taşıyan bu sürecin hemen tüm toplum kesimlerini kapsayan boyutu ele alındığında, bugün artık AKP ile örtüşen saldırganlığın, hak gasplarının, ırkçılığa varan milliyetçiliğin ve gericiliğin yalnızca sosyalistlerin, eşitlik-özgürlük isteyen örgütlü toplumsal kesimlerin sorunu olmadığı görülür.
Ezilenlerin nesnel koşulları ve çözüm öznesi
Bugün artık gelinen aşamada; laiklik, aydınlanma, bilim, eşit yurttaşlık, özgür birey, cumhuriyet, hukuk, kuvvetler ayrılığı ve parlamentonun varlığı vb. üzerinden kendine toplumsal bir duruş oluşturmuş ve ortaçağı geride bırakıp yüzünü nispeten daha ileri değerlere dönmüş hemen herkes, nesnel olarak AKP/Saray rejiminin karşıtıdır; çıkarları, ortak mücadeleyi gerektirmektedir.
Bu süreci tüm dinamikleriyle neden-sonuç ilişkisi içinde okuyup alternatif geliştirecek, çözüm öznesi olarak rol üstlenecek olan yine devrimcilerdir; “çağımız proleter devrimler çağıdır ve artık hiçbir köklü demokratik dönüşüm burjuvazinin önderliğinde olmaz, proletaryanın önderliğinde bir devrim şarttır” diyen Leninistlerdir.
Sorun, günübirlik akılla, ağırlaşan veya öne çıkan meseleyi gündemleştirmekle değil programatik bir yaklaşımla el alınırsa görülecektir ki laiklik sorununu sınıf meselesinden, kadın sorununu Kürt sorunundan veya inanç meselesinden ayırmak, birini diğerinin önüne koymak politik uyanıklık değil program özürlü olmaktır. Ve bu durum, iktidar tarafından acıtılan toplumsal yanımız üzerinden gündemin peşinden sürüklenmeyi de beraberinde getirmektedir.
Eğer “80 öncesi” nostaljisi yapıp “o zaman ne güzel her şey programatikti” deyip geçmişine sızlanan emekliler gibi olmayacaksak; şaşırmakla ve dert yanmakla yetinmeyeceksek, tam da 80 öncesinde olduğu gibi içinde bulunulan tarihsel kesitteki sınıf ilişki ve çelişmelerini doğru okuyup buna uygun strateji ve taktikler geliştirmek durumundayız.
Bugün dünya ölçeğinde sağ popülizmin, yer yer de sol popülizmin şaşırtıcı boyutta taraf bulması veya Türkiye’de olduğu gibi emek düşmanı bir iktidarın hala emekçilerden/yoksullardan ciddi boyutta destek görebilmesi, gerçek anlamda sol/devrimci alternatifin olmaması sebebiyledir.
Göndere gerçek özgürlüğün bayrağını çekmek
Kapitalizm, Marks’ın tanımındaki gibi hala insanlık öncesi son toplum biçimidir. Ama o kadar uzadı ve o kadar yıkım üretti ki insanlık, kapitalizm sonrasını umut etmekten yoruldu. Yer yer gelecek için ödenen bedeller, gelecek ufkunu sorgulatır hale geldi. Kapitalizm içinde geçici çözümlerin, kötünün iyisi yaklaşımların giderek daha çok kabul görür hale gelmesinin sebebi budur. Ancak bütün bunlara rağmen, Gezi, “Hayır” çalışması ve Adalet Yürüyüşü, göndere gerçek özgürlüğün bayrağını çekebilme potansiyelinin varlığını koruduğunu yani an ile gelecek, itiraz ile alternatif ilişkisini doğru kuran, somut ve uygulanabilir projelerle yola çıkan hareketlerin önünün açık olduğunu gösteriyor. Bu da öncelikle sınıf gerçekliğinin üzerinden atlayan pragmatizmin veya günü kurtarmakla yetinen dar grup çıkarlarının ötesinde, öz örgütlenmeyi halk örgütlülüğü ile birleştiren, demokrasi sorununu bir avuç egemen dışında tüm halkın problemi olarak gören ve Mahir’in deyimiyle stratejik hedefin kendi içinde ayrıca evrelere ayrılmış pek çok aşamadan geçeceği ve bu aşamaların belirli ittifakları gerektireceği bilinciyle hareket eden bir duruş/yaklaşım gerektiriyor.
Kardeşleştirici iklim ve antifaşist seferberlik
Bugün sistem sahiplerinin belki de en iyi yaptığı yani en başarılı olduğu şeylerden biri de kapitalizmin ayrıştırıcı, bozucu, yalnızlaştırıcı ve karamsarlaştırarak umudu zayıf düşüren yanını, hemen herkesi etkisi altına alabilen domine edici bir iklime çevirebilmektir. Bu iklim karşısında umudu yitirmemek yani deyim yerindeyse insanın kendine, iç sesine yenilmemesi için öncelikle kendini ikna etmesi gerekiyor. Bu da objektif koşulların doğru okunabilmesinin yanında başarıya, uygulanacak olan yönteme ve tabii ki yol gösterici öznelere inancı gerektiriyor.
Mevcut tablo gösteriyor ki olup biteni anlayıp yorumlamak, çözüm/duruş geliştirmek için, bir araştırmacı gözüyle ortalıktan fotoğraf çeker gibi veri toplamak yetmez; bu verilerin mutlaka devrimci bir göz ve akılla irdelenmesi, örgütlü/programlı bir iradeyle buluşması gerekiyor. Gerçekçi olmak ve araç-amaç ilişkisini doğru kurmak gerekirse, bunun için Haziran yetmez; hem kadrosal bir güç (öz örgütlenme) hem de halk örgütlülüğü (Haziran vb.) gerekiyor. Geçmişte bunun formülü “Devrimci Yol+Direniş Komiteleri” idi; bugünkü formül “Öz örgütlenme+cephesel örgütlenme”dir.
Mevcut durumda görevlerimizi bu perspektifle belirlemek durumundayız. Süreç, ne ezberi, ne kolaycılığı, ne de öznel hesapları kaldıracak türden değildir. Birleşik mücadelenin gereklerinde ısrar, hiç bu denli önemli hale gelmemiş, “olmazsa olmaz” bir nitelik kazanmamıştı. Kişisel olandan genel/örgütsel olana kadar, arayışın da duruşun da kolektifleştirilebildiği, kardeşleştirici bir iklime, devrimci/antifaşist bir seferberliğe ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, dar grup çıkarlarının veya kişiselliğin duvarları arasında yalnızlaşıp tükenmek çok daha hızlı olacaktır.