Marksist kurama göre, alt yapı üst yapıyı belirler. Yani ekonomik egemenlik siyasal egemenliği de tayin edici bir role sahiptir. Hukuk kurallarını, hukuk kurumlarının işleyişini de yine ekonominin iktidarı şekillendirir. Ülkedeki toplumsal ilişkilerin genel çerçevesini çizen anayasalar, ekonominin temel ihtiyaçlarından hareketle topluma genel sınırlar çizer.
Tarihsel süreç içerisinde, anayasaların egemenlerce değiştirilmesi, “değişen toplumsal gelişmeler/ihtiyaçlar” olarak gösterilse de bu aslında egemen sınıfların ekonomik işleyişteki ihtiyaçları olarak algılanmalıdır. Ülkemiz tarihinde de Osmanlı’dan beri çeşitli anayasalar yapılmış ve yine egemenlerce sonradan değiştirilmiştir. 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı ve 1876’da Kanun-u Esasi adlarıyla ekonominin gidişatına uygun siyasal çerçeveler çizilmeye çalışılmıştır.
Kemalist kadroların 1921’de yaptıkları anayasa yetersiz ve teknik olarak ihtiyacı karşılamadığı için 1924’te kapsamlı bir anayasa hazırlandı ve kapitalist yolun tercih edildiği İzmir İktisat Kongresi’nden önce bir nevi ilan edildi. Elbette ki ekonomik ihtiyaçların veya egemen sınıfların siyasal ihtiyaçlarının her değişiminde anayasa değişimi yapılmamıştır. Daha çok bu ihtiyaçlar, yasa değişiklikleri yoluyla giderilmeye çalışılmış, kimi durumlarda kanun hükmünde kararnamelere bile başvurulmuştur. Esas olarak anayasa değişikliklerine kapsamlı ihtiyaçlar yol açmıştır. Söz gelimi 1961 Anayasası demokratik yanıyla anılır ve askerce yapılmış olması bir çelişki olarak durur. Oysa dönemin özellikleri incelendiğinde görülecektir ki DP’ye karşı oluşan toplumsal muhalefet, askeri darbe olmasa da zaten bu dönüşümü CHP aracılığıyla yapacak duruma gelmişti. Ayrıca, anımsanacak olursa anayasa kapitalizmin geliştirildiği 60’lı yılların öngününe denk geldi. Bu, söz konusu düzenlemenin sermayenin ihtiyaçları ile doğrudan ilintili olduğunun da göstergesidir. Toplumsal muhalefetin baskısıyla hazırlanan bu anayasa 12 Mart darbesiyle budanmış, örgütlenmenin önüne yeniden engeller getirilmiş ancak tümüyle ortadan kaldırılamamıştı. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararları uygulamak hala çok güçtü. İşte tam bu noktada 12 Eylül açık faşizmi devreye girer ve 1982 Anayasası hazırlanarak ekonominin tüm ihtiyaçları gözetilerek topluma tam bir teslimiyet dayatılır.
Aslında 82 Anayasası da büyük oranda değiştirilmiştir. Genel olarak 82 Anayasası’nın dörtte birinde yapılan bu değişiklikler son 10 yıldır yapılagelmektedir. Örneğin 57. Hükümet (DSP+MHP+ANAP) döneminde 4709 sayılı yasa ile anayasanın 34 temel maddesi değiştirilmiştir.(Hatırlanacağı gibi Tahkim Yasası bunlardan biriydi.) Bu değişiklikler 58.ve 59. Hükümetler döneminde de devam etmiştir. Bütün bunlar uluslar arası tekeller ve yerli işbirlikçileri gözetilerek gerçekleştirilmişti.
Bütün bunlara rağmen bugün yeni bir anayasa niçin bir ihtiyaç haline gelmiştir sorusunu açıklamak gerekiyor: Küresel sermayenin ülke içerisinde dolaşımının önünde hala yasal(!) ayak bağları bulunmaktadır. Özelleştirmelerin yasal engellere takılması, yabancılara mal ve toprak satışı gibi konuların Anayasa Mahkemesi’nin direnciyle karşılaşması bunlardan birkaçıdır.
Uluslar arası sermayenin önündeki bu engellerin temizlenmesi ve devlet güvencesiyle çalışabilecekleri bir ortamın yaratılması, anayasa değişikliğini bir ihtiyaç haline getirmiştir.
ANAYASA’NIN YAPILIŞ BİÇİMİ İÇERİĞİNİ ELEVERİR
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri’nden sonra, ortaya atılan anayasa taslağı, halktan ve örgütlerinden gizlenmiş ancak bu anayasanın renksiz ve sivil anayasa olacağı demagojisi ile halk taslağı kabule hazırlanmıştır. Hiçbir hukuksal metin, sınıflardan bağımsız ve tarafsız olamaz. Ülkemiz tarihinde bütün anayasaların askerler tarafından yapılmış olması nedeniyle “sivil anayasa” kavramı birçok liberal sol aydını şimdiden etkilemişe benziyor. Oysaki bir anayasal metnin sivil olması tek başına bir anlam taşımaz. Aslolan anayasanın emekçilerden yana ve toplumsal özgürlükleri temel alan demokratik bir hukuksal normu ifade etmesidir.
Bunun ön koşulu ise anayasa hazırlığının bütün bir halkın örgütleri aracılığıyla tartışılarak oluşturulmasıdır. Bunun örnekleri dünya sosyalizm tarihinde mevcuttur. SSCB tarihinde yapılan iki anayasa da halkla birlikte yapılmıştır. 1918 Anayasası işçi sınıfının ve emekçilerin toplumsal özgürlüklerini garanti altına almış, bir devrim anayasası niteliği taşımaktaydı. 1936 Anayasası ise, daha kapsamlı ve daha özenli yöntemlerle hazırlanmıştır. Yaklaşık 2 yıl süren bu anayasa hazırlığı, tartışmalarına üniversitelerden fabrikalara kadar toplumun tamamını katmıştır. Gelen öneriler taslak haline getirilip tekrar halka sunularak yeni eleştiri ve öneriler toplanmış ve birkaç kez taslak değişime uğramıştır. Böylelikle salt çalışma yaşamı, örgütlenme hakkı, grev ve gösteri gibi haklar değil, aynı zamanda ulusların eşitliği ve inançların özgürlüğü toplumsal bir sözleşme haline getirilmiştir.
Toplumsal bir sözleşme metni olarak kutsallık yüklenen anaysalar ancak emekçilerle birlikte hazırlanırsa demokratik bir içeriğe kavuşur. Aksi takdirde emekçilerin devre dışı bırakıldığı bugünkü gibi durumlarda halk, teba olarak görülecek ve onaylayıcı konuma itilecektir.
TASLAK ANAYASA EMEKÇİLERE KÖLELİK KOŞULLARINI, SERMAYEYE SINIRSIZ ÖZGÜRLÜĞÜ VAAD EDİYOR
Hazırlanmakta olan anayasa taslağı basına sızdığı kadarıyla özgürlükleri sınırlayıcı hükümlerle halka örgütsüzlüğü ve itaati dayatıyor. Daha önceki anayasalarda olduğu gibi genellikle hakları sıralayıp önemli engellemeleri de ayrıntılara saklama kurnazlığı hemen göze çarpıyor.
Örgütlenme özgürlüğü, gösteri hakkı gibi tanımların hemen arkasına “kamu düzeni, milli güvenlik ve genel ahlak” gibi kavramlar sıkıştırılarak bu özgürlüklerin rafa kaldırılması için gerekçeler oluşturulmuştur. Bu gerekçeler, sendikal mücadelede sık sık zaten kullanılmaktadır. Taslak anayasa bununla da yetinmeyip, “lokavtı” anayasal güvence altına almıştır. Şimdiye kadar kamu emekçilerine “grev ve toplu sözleşme hakkı anayasada yok” diye mazeret bildiren AKP hükümeti kendi hazırlığında da kamu emekçilerine dernek tipi sendika önermiş ve toplu iş sözleşmesi yerine toplu iş görüşmesini uygun görmüştür. Elbette ki bunun arka planında daha büyük hesaplar yatmaktadır: Mevcut taslakta 126 ve 128. madde oldukça önemlidir. Kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesinin kapıları sonuna kadar açılıyor. Özelleşme anayasal bir kurum haline getiriliyor ve ilk kez “piyasa” kavramlaştırılarak anayasal bir metne dahil ediliyor.
Sermayenin güncel talepleri bu maddelerle de sınırlı tutulmamışa benziyor.
Sözgelimi eski anayasalarda mülkiyet ve miras hakkı tanımlanırken “Herkesin mülk edinme ve miras hakkı vardır. Ancak mülkiyet toplum yararına aykırı olarak kullanılamaz.” biçiminde idi. Şimdiki taslakta ise “Herkesin mülk edinme ve miras hakkı vardır. Toplum yararına aykırı kullanıldığında sınırlama getirilir.” denmektedir. Bu değişikliği şöyle okumak mümkündür: Özel bir mülkte siyanürle altın aramak en fazla sınırlanabilir. Ya da fabrikaların zehirli atıklarına, kapatma yerine üretimi düşürme gibi sınırlama getirilebilir.
MÜCADELE GELİŞTİRİR, GELİŞİM YENİ UFUKLAR AÇAR
Anayasa tartışmaları, akademik bir konu olmaktan çıkartılıp, işçi sınıfının ve emekçilerin ortak taleplerinin dile getirildiği sokak platformları aracılığıyla gerçekleştirildiği sürece bir anlam taşır. Devrimciler açısından anayasanın içeriğine bir müdahale çabası, devrimci mücadelenin bir kaldıracı olarak algılanmalı ve buna uygun araç ve yöntemler geliştirilmelidir. Anayasaya dair akademik tartışmalar ise, devrimciler için demokratik halk iktidarının hazırlık metinleri anlamına gelir ki, bu da gelecek kurgusunun somutlanması olarak önem arz eder.
Bugün için işçi sınıfının önündeki örgütlenme engellerinin kaldırılması, çalışma yaşamındaki güvencesizliğin bertaraf edilmesi, tarımın çökertilmesinin önüne geçilmesi acil bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçlar ile toplumsal talepler (Kürt ulusunun kimlik ve eşitlik sorunu, inanç özgürlükleri, vb) iç içe geçirilerek demokratik bir program ve siyasal organizasyonun yaratılması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.
Bizim gibi ülkelerde demokrasi sorunu bir devrim sorunudur. Ancak bu, tüm demokratik taleplerin devrim sonrasına erteleneceği anlamını taşımaz. Demokrasi talep eden tüm sınıf ve katmanların yan yana getirilerek siyasal iktidarın krizlerini arttırmak devrimci ustalık meselesidir. İşçi sınıfının ve emekçilerin ekonomik ve demokratik talepleri için seferber olmaları kısmi kazanımları da beraberinde getirebilir. Bu mevzi kazanımları mücadeleyi sıçratma potansiyeline sahiptir. Sözgelimi 1961 Anayasası’nda grev hakkı yer almıyordu. Saraçhane Meydanı’nda 200 bin işçinin mitingi sonucu grev hakkının anayasal güvenceye alındığı düşünülünce söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Eğer bugün işçi sınıfının ekonomik ve örgütlenme talepleriyle Kürt halkının özgürleşme talebini, kamu emekçilerinin güvenceli iş talebiyle tarımın güvenceye alınması ihtiyacını, gençliğin akademik-demokratik talepleriyle aleviler üzerindeki inanç baskılanmasının kaldırılması ihtiyacını yan yana ve aynı programda ifade etmek istiyorsak; anayasa tartışmaları bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik demokratik ve toplumsal talepleri ortaklaştırılarak, tartışmalara iş yerlerinden ve sokaktan taraf olmak, uğruna kavga verilecek inanılır bir projenin de çerçevesini de oluşturacaktır.
Sayı 25 (Aralık 2007 – Şubat 2008)