Ankara Üniversitesi’nden bir okur
Wallerstein kapitalizmin ulusal farklılıklara aldırmaksızın işleyen belli genel hareket yasalarına sahip bir sistem olsa da, bugün benzersiz şekilde yayılmacı ve uluslararası bir sistem haline geldiğini söyler. Doğuşunda taşıdığı ‘küresel’ eğilim, bugün yüksek ve derinlikli küresel bir bütünleşmeye dönüştü ve mekansal, toplumsal, tarihsel farklılıkları homojenleştirdi.
Küreselleşme, bir yandan geniş kesimleri toplumsal mülklerden ve sosyal haklardan koparırken yaşam alanlarını da piyasa ilişkilerine tabi kıldı. Sermayenin bu özgül uğraktaki birikim stratejisi (neoliberal strateji) sosyal devletin hak ve kazanımlarını piyasa koşullarının insafına bıraktı.
Şimdi küreselleşmeyi üç kavramla özetleyelim: finans piyasaları ve borç yönetimi, ticaretin liberalleştirilmesi, üretimin küreselleşmesi. Finans piyasaları ve sermayenin artan hareketliliği, hak ve kazanımların genişletilmesindeki taviz alanlarını daraltırken, ulus devletin bu alandaki inisiyatifini de yok etmiştir. Küreselleşme toplumsal metabolizmamızın mekanizması olarak piyasa ilkesini dayatıyor ve toplumun etkileşimi de bu mekanizmanın içermesini hedefliyor.
Küreselleşmenin bugünkü anlamının tarihsel arka planında ise, 1970’lerde dünya çapında başlayan değişim eğilimleri vardır; bu, verili toplumsal ilişkilerin önemli ölçüde değişmesine neden oldu; değişim sürecinin etkilendiği önemli alanların biri de eğitim sistemidir. Krize koşut doğan değişimi ve yönelimi belirleyen neoliberal politikalar, eğitim sisteminin amaç ve işleyişini de yeniden tanımlayacak bir dizi düşünce ve uygulama ile eğitime ilişkin yapı ve pratikleri etkilemeye başladı. Değişimi tanımlayan bir diğer değişken ise, değişimin farklı tarihsel-toplumsal özellikleri olan ülkelere aynı politikaları uygulamasıdır. Bu politikalar ülkelere uluslararası finans kurumlarınca dikte edilmiştir.
Günlük yaşam da bu politikaların dolayımıyla biçimlenmiş, değişim değerinin egemenliği artmış ve metalaşma süreçleri insan yaşamının tüm alanlarını kapsamıştır. Eğitim sistemi, verili sistemin bir bütünleyeni olarak kabul edildiğinde, dünya sisteminde yaşanan değişimin parçası olması kaçınılmazdır. Eğitim, piyasa mekanizmalarına bağlanmış ve bu dünya ölçeğinde gerçekleşen bir süreç olmuştur. Sermayenin ihtiyaçları, eğitimin içerik olarak anlamının değişmesine ve kamusal kaynakların kısılmasına yol açmıştır. Üniversite sisteminde de değişim meydana gelmiş “girişimci üniversite”(1) olarak tanımlanan süreçte üniversite sanayi işbirliğiyle, rekabet sürecinde sabit yatırım maliyetlerinin üniversitelere de pay edilmesinin yanında, kamusal kaynakların kısılmasıyla üniversiteler ekonomik sıkıntıdan kurtulma adına piyasaya iş yapma deneyimlerine yol açmıştır. Üniversitenin bu yola uzmanlaşmış bir girişimciye dönüşmesi hedeflenmiştir. Bu olgu toplum-mekanlardaki potansiyellerin metalaştırılması sürecidir ki; buna rakabet, piyasa, verimlilik gibi kavramlarla üretilen ideolojik mistifikasyon da eşlik etmiştir. Rekabet, hızla değişen üretim ve dolaşım süreci için gerekli bilgi donanımına sahip olmayı, teknoloji sahipliğini ve üretimini, dolayısıyla Ar-Ge harcamalarını getirmiştir. Firmalar için Ar-Ge faaliyetleri, devletler için ise eğitime ayrılan pay ve harcamalar belirleyici olmuştur. Paradigmanın değişmesiyle birlikte sanayi eğitim ilişkisinin de çerçevesi oluşmuştur. Eğitim hizmetini talep edenlerin hizmetin karşılığını ödemesi eğitim hizmetinin bir yatırım olarak kavramsallaştırılmasına ve bu da gelecekteki bireysel getirisini öne çıkaran “insan sermayesi” kavramını ortaya çıkarmıştır. (2)
YAPISAL UYUM POLİTİKALARI VE EĞİTİM
Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi eğitimde de kırılma yaşanmıştır. Uygulanan ekonomik ve toplumsal programlar tümden değişmiş, dönüşümler gerçekleşmiştir. Doğaldır ki; ülkenin bütününde gerçekleştirilmeye çalışılan bir uyum sürecinin bir parçası da eğitimdir.
1960’lı yıllarda başlayan planlı kalkınma dönemi ekonomik amaçların tüm toplumsal hedeflerin önüne geçtiği ve bu nedenle de eğitim üzerindeki iktisadi baskının güçlendiği bir dönemdi.
Kalkınma planlarının içinde veya onunla bütünleşen biçimde yapılan eğitim planlaması çalışmalarında, eğitime ayrılan kaynakların etkin kullanımı, yani en fazla kazancı elde edecek şekilde kullanılması ön görülmüştür. Kalkınma paradigmasından bakıldığında, eğitimin ülkenin üretim hedeflerine paralel olarak yönlendirilmesi, ülkenin ekonomik kalkınmasının gerektirdiği kadar insan gücü yetiştirmeyi gerektirir. Eğitilmiş fazla insan gücü buradan bakıldığında boşa harcanmış kaynaktır. Bu dönmede “kime ne kadar eğitim?” sorusunun yanıtı, fırsatlardan yararlanıp öne geçebilen yetenekli bireylere, üretim hedeflerini gerçekleştirebilmek için gerekli insan gücü niteliklerini kazandıracak eğitimdir. Kalkınma planları bugün de yasal zorunluluk. Ancak eğitim, 1980’lerle birlikte yapısal uyum programları kapsamı içinde ele alınmıştır. Söz konusu programla eğitim sisteminin çeşitli parçalarına yarı ayrı projelerle müdahale etme biçiminde yürütülmüştür. Bu müdahale biçimi sonuçların bir bütün olarak görülebilmesi ve değerlendirilebilmesini zorlaştırmıştır. Yapısal uyum programlarıyla eğitim üzerindeki iktisadi baskı artmış, sermayenin küresel çıkarları eğitim sisteminin yeni örgütlenişini ve işleyişini de etkilemiştir.(3)
Bu dönemde dış kredili projelerle eğitimin yönlendirilmesi, hedeflenen yapısal değişimleri geçirmesi için vesile olmuştur. Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar bu sürecin aktörüdür. Dünya Bankası’nın 1995 yılı dökümanlarında eğitimin “sürdürülebilir ekonomik büyümenin ” ve “ yoksulluğun, yoksul işçilerin verimliliğinin arttırılması yoluyla azaltılmasının ” anahtarı olduğu ifade edilmektedir, aynı zamanda eğitim hizmetinin yaygınlaştırılması için devletin kaynaklarını daha fazla oranda eğitime ayırması “ rasyonel ” bulunmamaktadır. (akt. Ercan F, TÜRK-İŞ yıllığı, 1997) Dünya Bankası, devletin eğitim harcamalarındaki artışın, ülkenin mali problemlerinin, dolayısıyla makroekonomik problemlerin başlıca kaynağı olduğunu ileri sürebilmektedir. Eğitimin yaygınlaştırılması konusunda, yoksullara yardıma (Dünya Bankası kredili sosyal riski azaltma projesi, yerel yardımlarla yürütülen ulusal eğitime destek, okul üstü kampanyası vb.) dönük programlar ve masrafların geri alınması mekanizmaları eğitimde öğrenim kredileri, özelleştirme gibi uygulamaların daha verimli olacağı savunulmaktadır. 1980’lerden itibaren Türkiye’de uygulanan eğitim politikaları bu hedeflere uygundur. MEB’in 1990 yılı konsolide bütçe içindeki payı 13,21 iken, 2001 yılı konsolide bütçe içindeki pay 8.37 olarak gerçekleşmiştir. GSMH içindeki MEB payı 1990 yılında 2,14 iken, artan öğrenci sayısına rağmen 2001 yılında bu 2,64 olarak gerçekleşmiştir. Üniversitelerdeki lisans programları da bu süreçte meslek elemanı yetiştirmeye koşullanmıştır.(4)
Şimdi sözü Kemal Gürüz’e bırakalım: “ eğitim yarı kamusal bir hizmet-mal olduğuna göre bu hizmetten yararlananlar hizmetin karşılığını ödemek zorundadır .” Bu girişte vurguladığımız kapitalizmin genel dinamiklerini doğrulayan tanımlamadan başka bir şey değildir. Açıkça belirtiliyor: “ Yüksek öğretimin yarattığı katma değerin önemli bir kısmının, bu eğitimi gören kişilere döndüğü artık tartışma götürmeyen konular haline gelmiştir. Ve bu nedenden dolayı hiçbir ülke yüksek öğretimin en pahalı şeklini ücretsiz olarak her isteyene sunamayacağı giderek daha iyi anlaşılmaktadır .” (5)
Yapısal uyum programlarının eğitim alanında yöneldiği hedefleri şöyle sıralayabiliriz;
-
Eğitime ayrılan kamu kaynaklarının azaltılması ve özelleştirme kapsamına eğitimin de alınması .
-
Yüksek öğrenime girişin “rasyonalize edilmesi”, üniversiteye girişlerin sınırlandırılması, öğrencilere yönelik sübvansiyon ve yardımların sınırlandırılması, akademik programların ve personel istihdamının rasyonalize edilmesi, harcamaların azaltılması.
-
Okullarla piyasa arasındaki bağın güçlendirilmesi (mesleki teknik orta öğretim ve üniversite)
-
Teknolojik yenileşmenin hızla eğitime aktarılması.
-
Eğitim sisteminin ve yönetiminin yeniden düzenlenmesini içeriyor.(6)
Yapısal uyum programlarının genel hatlarını ise şöyle özetleyebiliriz;
-
Devletin bugüne kadar faaliyet gösterdiği alanlardan çekilmesi, “özelleştirme” uygulamaları.
-
Kamu harcamalarının kısılması
-
Piyasaların etkin işleyişini sağlayacak düzenlemelerin yapılması.
-
Ülke piyasalarının dünya piyasalarıyla bütünleştirilmesi (ticari finansal serbestleştirme)
-
Üretim maliyetlerinin düşürülmesi ve verimliliğinin artırılması vb.
Egemen neoliberal savları şöyle sıralayabiliriz;
-
Özel eğitim kamusal eğitimden daha etkindir.
-
Eğitime yönelik kamu harcamalarının yüksek ve orta öğretimden kısılması ve temel eğitime kaynak aktarılması. Orta-yüksek öğrenimin özel faydası sosyal faydadan fazladır. Bu yüzden birey (kullanıcı) ücretini (haçlar) ödemelidir. Gelecekte elde edeceği kazancın bugünkü maliyeti budur.
-
Özel sektöre devlet desteği ve özel sektörün ürettiği hizmeti devletin satın alması gerekir.
-
Eğitimde etkinliği arttırma aracı; birim öğrenci başına düşen maliyeti düşürmek (eğitim faaliyeti içinde yer alan öğretmen ve öğretim üyelerinin ücretlerinin ve bu kesimlere sağlanan diğer sosyal gelir biçimlerinin denetim altında tutulması) sınıfların kapasitesini arttırmak (öğretmen ve öğretim üyelerine düşen öğrenci sayısının arttırılması) önerilmektedir. (7)
M.Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük kitabında şöyle demekte; “Devlet elinde tutulacak okullardan eğitim giderlerini kapsayan ücretler alınmalı ve böylece devlet desteği görmeyen okullarla eşit koşullarda rekabet sağlanmalıdır. Eğitimin devletçe finansmanı açıkça uygunsuz bir uygulamadır… Her alanda olduğu gibi eğitimde de rekabetçi bir piyasa oluşturulması kaçınılmazdır. Eğitimin artık özel bir mal olduğu, piyasada alınıp satılabilecek bir mal olduğu kabul edilmelidir. ” (Altın Kitaplar, 1988, s:165)
Neoliberal piyasa yönelimli eğitim analizi, eğitimi özel bir mal olarak tanımlamakta ve bu vurgunun meşruiyeti açısından şu gerekçeler sıralanmaktadır;
-
Gerçek dünyada hükümetlerin ilgilendikleri alanlarda doğru çözüm üretmeleri genellikle gerçeklenmez, çünkü hükümetlerin ilgi alanları gücün elde tutulması ve korunmasıdır. Bu yüzden hükümetler bir dizi çıkar gruplarını ödüllendirir. Piyasa bu anlamda hükümetin yaptığı eşitsizlikleri kaynakların adil olmayan kullanımını daha adil dağıtabilir.
-
Kamu kaynakları eğitim harcamaları için yetmez, eğitim talebini karşılayamayan birçok gelişmekte olan ülkede temel eğitimden sonra eğitimden dışlanma yaşanmaktadır. Özel sektör bu anlamda eğitim arzını arttıracaktır.
Dünya Bankası eğitime ayrılan kaynaklardan daha çok üst ve orta gelir gruplarının yararlandığını söylemekte, alt gelir grupları orta ve yüksek eğitimden yararlanamamakta, devlet kaynakları sadece bir kesimin yararına harcanmakta diyor ve bu ifade aynen Kemal Gürüz’ün hazırladığı (1994) TÜSİAD eğitim raporuna girmektedir. Neoliberal kalemler ve uygulamalar eğitimde etkinlik ve çeşitlilik için yapısal uyum programları ve özel girişimciliğin önünün açılmasını sağlıyor.
Üniversitelerin piyasa sürecine eklemlenme süreci bir anda üniversitelerin özerk olması yönünde bir isteği gündeme getirmiştir. Kuşkusuz üniversitenin bilimsel bilgi üretimde eleştirel olma ve özgür olma adına özerklik isteği değildir bu. Üniversitelere bürokratik engellere takılmadan girişimde bulunma gücü ve özerkliği talebidir. Bugün Milli Eğitim Bakanı ve YÖK arasındaki gerilimin nedeni farklı sermaye fraksiyonları arasındaki gerilim ve YÖK’ün bürokratik yapısından kaynaklanıyor. Özünde ise üniversitenin kendi şirketlerini kurmalarına olanak verecek ve sermayeye organik bağlılığını yaratacak düzenlemenin hangi vizyonla yürütüleceği kavgası vardır. Sermaye ile eğitim arasında son zamanlarda oluşan bir ilişki biçimi de, teknoloji donanımlı üniversitelerin proje bazında, özellikle döner sermaye marifetiyle sanayi için Ar-Ge faaliyetleri üretmesidir. Bu da üniversitelerin ticarileşmesine neden olmaktadır.(8)
Temel eğitim ülkemizde zorunlu ve parasızdır. Ancak iyi okul-kötü okul ayrımı, kolej sınavları, katkı payları, kaynak sıkıntısı, vb. yollarla özelleştirmenin önü açılıyor. Özel okullar teşvik kredileri, gelir ve kurumlar vergisi muafiyeti ve parasal yardım gibi yollarla destekleniyor. Orta öğretimde ise bir gettolaşma söz konusudur. Süper lise, Anadolu liseleri gibi uygulamalarla devlet kendi özel okullarını oluştururken, mesleki teknik okullar ve bölgesel farklılıklarla eşitsizliği derinleştiriyor. Katkı payları, vakıf bağışları, karne-diploma-kurs ücretleri yoluyla paralılaştırmanın önü açılmıştır. 1996 yılı itibarıyla Türkiye’deki özel dershane sayısı 14852’dir. Türkiye’nin eğitim alanındaki en büyük ayıplarından birisi de budur.
Neoliberalizmin belirleyiciliğinde geçen yıllarda eğitim, toplumsal yapıda varolan eşitsizliklerin içine çekilmiş, eğitim hakkının öz ve içerik olarak olumsuz etkilenmesiyle sonuçlanmıştır.
Aydınlanmanın insanlığa katkılarından biri olan eğitim hakkı gasp edilmiştir. Yapısal uyum programları yaşamın birçok alanında karın basit fonksiyonuna dönüştürmüştür. Ayrıca eğitimdeki eşitsizlik mekansal boyutta yeniden üretilmiştir.
İnsan gereksinmelerinin hak ve özgürlüklerinin, eğitim hakkının bulunduğu ve bu hakkın eşit olarak kullanılması, insanın insan olarak tüm yeteneklerini geliştirmesine olanak veren eğitimin metalaşmasına izin vermemek gerekir. Neoliberal tezlerin karşısına nitelikli, kamusal, eşitlikçi bir eğitim talebiyle çıkmak gerekiyor.
KAYNAKÇA
-
Ramazan Gönlü (2001) YÖK ve ilgili Kanunlarda değişiklik öngören Kanun Tasarısı Neler Getiriyor? Üniversite A.Ş’ye Hayır! İçinde, Eğitimsen Yay.
-
Fuat Ercan (2001) Yol Ayrımındaki Türkiye; Kurumsallaşan Sermaye Egemenliği ve YÖK yasa Tasarısı Üzerine, Üniversite A.Ş.’ye Hayır! Eğitimsen Yay.
-
Fuat Ercan (1997) Neoliberalizm ve Yapısal Uyum Politikalarının Eğitim Hakkı Üzerindeki Etkileri, TÜRK-İŞ Yıllığı
-
Nüfus ve Eğitim, TÜRK-İŞ yıllığı
-
Kemal Gürüz (TÜSİAD Eğitim Raporu 1994)
6)Özgür Üniversite Forumu Sayı:17
-
EMO 1997 Dünya’da ve Türkiye’de Kamu Girişimciliğinin, Geçmişi, Bugünü ve Geleceği Sempozyumu 5. Oturum bildirileri
-
Eğitim Ne İçin? Üniversite Nasıl? YÖK nereye? Ütopya ve ÖES Yay, 1999
Sayı 10 (Ağustos-Ekim 2003)