Çoğumuzun bildiği ve sıkça andığımız bir doğrudur. Egemenler; sömürüye, eşitsizlik ve adaletsizliğe dayalı sistemlerini güvenceye alma yolunda çoğu kez şiddet araçlarını, baskı ve zoru öne çıkarmış, ancak yalanı, yanıltma ve beyinleri fethetme yöntemini de elden bırakmamıştır. Bu alandaki çaba ve rejimler, giderek biriken ve karmaşıklaşan bir deneyim zincirinin halkaları olarak varlık göstermiştir. Benzer şekilde; direnç noktaları, isyanlar, hak arama biçimleri de giderek çeşitlenmiş, nicel ve nitel büyüme sürecinden geçmiştir. Bu alanda tarihe adını yazdıran mücadelelerde kendiliğindenliğe de rastlanmış ise de örgütlü duruş, iradecilik ve bilimsel bir yönteme kavuşmak
yolunda mesafe katedildikçe; başarı ve kazanımlarda kalıcılık artmıştır. Hatta günümüzde artık bilimsel bir yöntemin ışığında yol almadan sisteme direnebilmenin ve sonuç alma şansının kalmadığını; günü kurtarma amaçlı kimi kısa erimli ve yöntemsiz hamlelerin uzun vadede yarar değil, zarar getirdiğini söyleyebiliriz. Burada asıl sorun, bütünlüklü bir yaklaşımdan uzak fikri üretimlerin hala çeşitli nedenlerle rağbet görüyor ve bunun ne denli zarar verdiğinin ayırt edilemiyor olmasıdır.
Örneğin; AB, Kürt sorunu, demokratikleşme, vb. konulardan biri ele alınıyorsa; anlatılmak istenen ana fikre varmak, amacı işaret etmek için kullanılan alt bilgiler de doğru olmalı ve aralarında bir bütünlük bulunmalıdır. Aynı şekilde, farklı zamanlarda söylenen, yazılan fikirler de birbiri ile zıtlık oluşturmamalıdır. Aksi takdirde, belki ilgi çekici yazılar ortaya konabilir; ama, sağlıklı düşünen ve önünü görebilen kafalar oluşmaz.
A.Öcalan, 05.01.2005 tarihinde verdiği Yeni Yıl Mesajı’nda ABD’nin Ortadoğu projesi, kapitalizmi krizden kurtarma operasyonudur diyor. Aynı Öcalan, Irak işgali öncesinde ABD’nin Irak’a müdahalesinin demokratik açılım getireceğini söylemişti. Nitekim işgal sürecinde de PKK ve onun devamı olan yapılar, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığına güzelleme yapmış, onun bölgedeki varlığını altın değerinde bir fırsat olarak görmüştü.
Doğruları örgütlemek ve başarılı sonuç alabilmek için fikri üretkenlikte, yazılıp söylenenlerde, yürütülen mantıklarda, öne çıkarılan değerlerde ve talep edilen haklarda bir süreklilik, bir iç tutarlılık şarttır. Bu ölçeklerde ısrar edilen, tutarlılık takibi yapılan yerde Dün dündür, bugün bugündü dercesine, norm/ölçek bulanıklığı, duruşta kayganlık olmaz. Veya tersten söylersek, bulanıklıktan medet/çıkar ummayanlar, tutarlılıkta ısrar eder.
Kürt halkının tarihi, önemli oranda teslimiyetlerle, uzlaşma ve ihanetlerle doludur. Bunu Öcalan da sık sık anımsatırdı. Ama bugün gelinen noktada Şu ana kadar barış ve uzlaşma çabalarını, 17 Aralık müzakere sürecine olumlu yaklaşarak, değerlendirmeye çalıştır diyor.
Halbuki aynı Öcalan, emperyalist çıkar denklemleri arasında çözüm aramanın, o noktalara yatırım yapmanın sonuçlarını bizzat kendi şahsında yaşamış ve o yatırım yaptığı ellerce tutsak alınarak Türkiye’ye teslim edilmiştir.
Bilinir ki ezilenler, tarihinin hiçbir evresinde güçsüzlük, zayıflık görüntüsüyle, kendine güvensizlikle, karşı tarafa şirin görünme hesabı yaparak hak kazanmamış, tarihini oluşturan basamaklarda bu fiiller, olumluluk değil, olumsuzluk öğesi olarak yer almıştır. Ezilenler ve onların önderliğini yapan devrimciler, sayıca durumlarına bakmaksızın bir özgüven yaşar.
Çünkü gücünü haklılığından alır. Kendi meşru duruşunun gereği olan şiddeti, haksız saldırılarla karıştırmaz. Kendini suçlu olarak görmez, suçluluk psikolojisine hiç girmez. Adalet, halkın vicdanı, vb. yerlerde kendini aklanmış kabul eder ve örneğin; kulak kesen bir kirli savaş elemanı ile hiçbir ölçekte yan yana anılmayı kabul etmez.
Her gün yeni bir buluşla geri adım atmayı, dün düşman diye anıp savaştığı kesimlerce benimsenmek için durmadan irtifa kaybetmeyi sürdüren PKK, ne yazık ki çok ağır bedeller karşılığında kazanılan değerlere de gölge düşürür noktaya gelmiştir.
ÖZNELLİK, AKLIN DA GÖZLERİN DE GÖRÜŞÜNÜ BULANDIRIR
Bir olguyu aşarak, ondan daha ileri bir noktaya erişebilmek, öncelikle o olgunun doğru ve yeterli biçimde kavranması ile mümkündür. Marksizm, önceli olan felsefi disiplinleri, ayakları üzerine oturtan, artılarını alıp onları ileriye taşıyan bir işlev görmüştür. Bu bağlamda ancak onu bir bütün halinde kavrayan, içselleştiren, artıları ile tanışıp onu yaşamına içerebilen kesimlerce ileriye taşınabilir veya aşılabilir. Ama, onun en basit önermelerine dahi vakıf olamamış kişi veya kesimlerin, değişim kavramına abartılı vurgu yaparak, Marksizm’in en temel önermelerini değişime kurban etmesi, kabul edilebilir bir durum değildir; görmezden de gelinemez.
20 Ağustos 2004’te Gündem’de yazan Cemal Şerik, Her şeyin değiştiği, değişmeyen tek şey olarak kabul edilen değişimin de değiştiği diyerek vurgu yaptığı değişim ; pek çok yazarda gördüğümüz gibi, subjektif bir olguyu doğrulama, bilim dışılığı bilimsel gösterme gayretini beslemek için kullanılmıştır.
Asgari Marksist formasyona sahip herkes bilir ki şiddet, sömürücü sınıf egemenliğinin ürünüdür ve yüzyıllar boyunca, örgütlü biçimler alarak halka yönelmiştir. Bunun karşısında savunma halinde bulunan, haklı olan, zorbalıkla başedebilmek için zora başvuran halk kesimleri, tarihlerinin hiçbir evresinde, şiddeti varlıklarının bir koşulu olarak görmemiştir. Bu nedenle, 19. ve 20. yüzyılda siyaset doğrudan yapılıyordu. Kaba zor, sorunların çözümünde öncelikle tercih edilen bir yöntem olarak kabul ediliyordu. Gerek egemenler, gerekse de sisteme karşıt olanların hemen hepsi, aynı çözüm yönteminde, kaba zorda birleşiyorlardı (agy) demek, bırakalım zor öğesini, genel anlamıyla sınıflar mücadelesine yabancı olmaktır.
-
Sınıf yaklaşımı dışında; toplum, cins, çevre yaklaşımları güncelleşti ve birleşilen ortak sorunlar olarak kabul edilir bir düzey kazandı . (agy) diyor, Cemal Şerik. Bu iddiasını da Bili msel-Teknik devrim, siyaset, sanat, spor, felsefe, bilgi, vb.lerini toplumun sınırlı kesimlerinin ilgi alanı dışına çıkararak, bakış açılarını değiştirerek, geçmişte yapılan tahlil, değerlendirme, vb. kabul gören temel kalıp düşüncelerin sorgulanmasına neden oldu. (agy) biçiminde gerekçeliyor.
Sanki daha önce cins, çevre sorunu yoktu. Ve sanki sınıflar mücadelesi bu olguları kapsamıyordu. Ve sanki, orman talan eden bir holding ve çevresi ile bu talandan dolayı içi yanan halk kesimleri ortaklaşmış gibi konu, sınıfsallık ıskalanarak ele alınıyor. Aslında sözü edilen türde bir bilimsel-teknik devrim de yok. Aynı şekilde; siyaset, sanat, spor, felsefe konusunda radikal değişimler yaşanmamış, hala toplumun önemli bir kesimi, bırakalım sporu, felsefeyi; en zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilmekten aciz durumdadır ve kültürel hemen hiçbir aktiviteyi göz ucuyla bile izleyememektedir.
Gelelim asıl niyeti ele veren iddiaya;
-
Çevrenin kirlenmesinden, doğa ve zenginlik kaynaklarının tüketilmesinden, kimlikler üzerindeki asimilasyona varan baskıdan, kişi haklarına getirilen sınırlamadan pay sahibi olmadığını kimse iddia edememektedir . (agy). Çeşitli versiyonlarına sıkça tanık olduğumuz ve gerçekte, sınıfların varlığını yadsıyarak, toplumu bir bütün halinde aynı duruş noktasında gören bu değerlendirme; gerçekte, sermaye güçleriyle ve onların uzantısı olan kişi ve yapılarla bir arada kardeşçe yaşayabilmenin mümkün olduğu kurgusu üzerine oturtulmuştur. Apo’nun
Demokratik ekolojik toplum tarifinin çeşitli biçimlerde seslendirilmesidir. Sorunların iç içe geçtiğinden ve bu durumun, çözüm yöntemleri üzerinde değiştirici etki yaptığından söz ediyor Cemal Şerik. Ne yazık ki günlük yaşamda, etrafına dikkatle bakabilen her insanın görebildiği gerçeklere dahi göz kapamak ve düşmanıyla, katiliyle bir arada olabilmenin tarifini yapmak anlamına gelen bu projeler, bütünüyle öznellik kaynaklıdır. Yani devlet imkanlarını kullanarak ülkedeki nükleer santral sayısını ve nükleer kirlenmeyi arttıran; bundan çıkar uman çevrelerle halk; kirlenme karşısında aynı safta değildir. Başvuracakları çözüm de aynı değildir.
Bergama halkı ile Siyanürcüler ve onların bilumum destekçileri, kirlenmeden aynı biçimde etkilenmemektedir. Eroin ticareti yapan devlet destekli mafya ile çocuğunu o bataktan
sakınan halk, nasıl aynı konumda olabilir ki? Kişi haklarına getirilen sınırlamalar; bir Çakıcı ile halktan bir insan için aynı anlama mı geliyor gerçekten? Ertuğrul Özkök, köşesinde Çakıcı’nın da, Çatlı’nın da kullanılmasını doğru bulan yazılar yazar, bu tarzı savunurken, sırf günlük basından haber okudu diye 30 gün süreyle yayınına son verilen Özgür Radyo’daki basın emekçileri ile aynı konumda olabilir mi? Dahası, Cemal Şerik, kimlikler üzerine uygulanan asimilasyonun, neden bir Kürt köylüsü ile Sedat Bucak için aynı anlama gelmediğini bilmez değildir. Devam edelim mi? Semra Özal ile her türlü kadınlık (ve de insanlık) hakkı gaspedilmiş kadınların safları ve çözüm yöntemi aynı olabilir mi? Cemal Şerik gerçekten emeksermaye çelişmesinin ortadan kalktığına veya emek karşısında bir işçi ile bir patronun aynı duruş noktasına sahip olduğuna inanıyor mu? Avrupa’da ayağa kalkan ve on yıllardır sahip oldukları hakları gaspedildi diye eyleme geçen emekçilerin haberleri Gündem Gazetesi’nde de çıkmaktadır. Öyle görünüyor ki öznellik, akla da gözlere de perde indiriyor.
AB sürecinde Avrupalı emperyalistlere, genelde de ABD’ye ve Türkiye oligarşisine kendini kabul ettirme, beğendirme temelinde yürüyen Kürt hareketinin uzlaşmacı çizgisi, bugüne dek bilinen hemen her doğruyu şu veya bu oranda tartışma zeminine çekmiştir. Son olarak 17 Aralık Zirvesi öncesinde Herald Tribune’de yayımlanan ilan sonrasında dört eski DEP’li milletvekilinin yaptığı açıklamada aşağıdaki bölüm dikkatimizi çekmiştir:
Bazı Kürtler, Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için İspanya’yı, İrlanda’yı, İtalya’yı hatta Kıbrıs’ı referans ya da örnek model olarak gösterebilir. Fakat Türkiye Kürtlerinin ezici bir çoğunluğu ve temsil ettiğimiz siyasi misyon Türkiye’de Kürt sorununun çözümünde otonomi-özerklik içeren federatif çözümlerin çağımız ve günümüz koşullarına uygun olmadığını düşünmektedir .
Bu ifadeye bakıldığında sanki özerklik, federasyon, vb. çözümler, bir tarihsel dönem için uygun olan ama şimdi artık geçersizleşmiş ve çağa uygun olmayan tarzlar haline gelmiş gibi algılanıyor. Gerçi bugün, öyle çok yanlış kapı çalınıyor, yanlış noktalar zorlanıyor ve yanlış araçlar kullanılıyor ki; tutarlılık beklemek veya Marksizm’le hiçbir ilişkisi kalmayan bir yapıya Marksist normları anımsatmak nafile bir çaba oluyor. Örneğin; DTH (Demokratik Toplum Hareketi) için hazırlık sürecinde Leyla Zana’nın ziyaret/görüşme için ilk randevu istediği kişilerden birinin Mehmet Ağar olması bundan sonra ne türden ölçeklerin dikkate alınacağının da ifadesiydi. Bizler, buna rağmen, bazı genel doğruları anımsatmanın, en azından böyle bir yolda yürümek isteyenler için yararlı olacağını düşünüyoruz. Emperyalist dönemin Marksizmi olan Leninizm, yine emperyalist dönemde ulus sorununun çözümü için ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz eder. Ama bu hak Lenin’de hiçbir zaman soyut bir şekilde, salt bağımsız bir devlet kurulması veya bir federasyon çatısı altında örgütlenme olarak geçmez. Uluslaşma sürecinin olduğu bir yerde, bu süreci şu veya bu şekilde engelleyen, baskı altında tutan, demokratikleşmenin önünde engel oluşturan bir sınıf (örgütlü, egemen bir güç) varsa; orada Marksizm-Leninizm’i ilgilendiren nokta, o ülke halkının kurtuluşudur. Hangi politikalarla kurtulabileceği ve nasıl özgürleşeceği de buna bağlı olarak çeşitli yöntem ve araçlar eşliğinde tanımlanır. Bu bütün içerisinde aracın tek başına, kendinden menkul bir değeri/önemi yoktur. Aksine, bütünlüklü bir kurtuluş projesi içinde hizmet ettiği amaca göre önem kazanır. Leninizm, sorunu böyle ele alır. Bunun biçimi, yeri geldiğinde bağımsız bir tarzda örgütlenme olabileceği gibi, birden çok ulusun federasyon halinde ya da birlikte mücadele ederek bağımsız bir devlet tarzında örgütlenmesi de olabilir. Önemli olan, o halkın egemen sınıflar karşısındaki çıkarlarının hangi çerçevede korunduğu ve özgürlüğü için ne gibi somut adımların atıldığıdır.
Bizler, Kürt hareketine hep bu perspektifle yaklaştık. 20 yıl önceki hedeflerinde anti-emperyalist, anti-feodal bir görünümü vardı. Kürt halkına demokratik açılımlar vaadediyor; yeterli olmasa da, Kürt halkının sorunlarının çözümü yönünde olumlu motifler taşıyordu. Bu süreçte emperyalist güçler, PKK ile işbirliği içinde olmadı; ama, onu yoksayan, bütünüyle dışlayan adımlar da atmadı.
Ortadoğu’da Kürt dinamiğinin önemini bilen ABD, belki o süreçte, birilerinin iddia ettiği gibi PKK’yi doğrudan desteklemedi; ama, kitleselleşmiş Kürt halkının önemli bir kesimini kucaklamış hareketin imhası için de rol almadı. Fakat PKK, süreç içerisinde, barındırdığı yanlış eğilimler, ideolojik-politik hattındaki zaaflar ve ideolojik mücadelenin oturmuş olduğu yanlış zemin gibi nedenlerin koşulladığı bir çaba sonrasında; emperyalizm açısından sakınca teşkil edebilecek motiflerden, yukarıdan aşağıya sistemli ve bilinçli bir şekilde arındırıldı.
Bugün gelinen noktada anti-emperyalist ve anti-feodal nitelikten uzaklaşılmakla kalınmamış, Kürt sorunu konusundaki talepler önce dil konusundaki serbestliğe ve giderek Kürt hareketi üzerinden politika yapabilme iznine kadar daralmıştır.
Kürt coğrafyasında bir süredir, sınıf ve tabakaların varlığı ve çıkar ilişkilerinin şekillenmesi, vb. açı
PKK ve ardılı yapıların, ekolojik demokratik toplum kapsamında sınıf farkını yok sayması ve işçi ile patronu (çevre karşısındaki konumunu gerekçe ederek) aynı zeminde gören bir duruşa evrilmesi; onu gerçekte (ve giderek anlaşılacak biçimde) Kürt halkı için bir umut olmaktan çıkarmıştır. Bu gelişme sonrasında aslında, PKK (KONGRA-GEL)’nin duruşunu Marksist ölçeklerle test etmenin yani ondan bu çerçevede tutarlılık beklemenin de anlamı kalmamıştır.
Daha önce de üstünde durduğumuz bir olgudur; federasyon, ayrılma vb. tercihler Kürt sorununu sadece bölgesel olarak çözer. Çünkü, Kürt nüfusunun üçte ikisi Batı’da; üçte birlik kesimi olan ve sınıfsal tavır alış açısından oldukça geri düzeyde bulunan bir nüfus da Kürdistan coğrafyasında yaşıyor. Bu nedenle biz, Kürt sorununun çözümünün basit anlamda bağımsız bir devlet kurmaktan geçmediğini, federasyon çatısı altında da olsa bağımsız bir örgütlenmenin çözücü olmayacağını söylüyor ve ortak mücadele sonrasında iki halkın özgür biçimde aynı devlet çatısı altında birlikte yer almasından söz ediyorduk. Temel düşüncemiz, Kürt halkının özgürleşmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıydı. Bu bağlamda, gerek ulusal gerekse sınıfsal baskıların kaldırılması, bir demokratik halk devrimi çerçevesinde ortak örgütlenmeyi gerektiriyordu. Bunun sonrasında geriye sonuçtaki biçimlenme kalıyordu. Bu da o günün koşullarının ürünü olarak ortaya çıkacaktı. Ama genel anlamda söylemek gerekirse; ne federasyon, ne özerklik, ne de ortak devlet çatısı altında örgütlenmek geri veya Marksizm dışı çözümler değildir. Önemli olan o araçların hangi amaç için bir basamak olarak düşünüldüğüdür.
Bunlar genelde çözüm açısından bugün için de gerekli ve geçerli yollardır. Ne var ki gelinen noktada artık, Kürt hareketi tarafından savunulan hiçbir şeyi Marksizm-Leninizm kefesine koyup ölçmenin bir anlamı yok. Çünkü artık, kendi halkı için hiçbir demokratik açılım vaadetmeyen ve emperyalizmle açık işbirliği çerçevesinde gelişen bir yapılanma ile karşı karşıyayız. Bu durum, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarından bağımsız değildir. ABD’nin Irak bağlamlı politikada Kürt kartını öne çıkarması, Türkiye dahil Kürdistan topraklarında işbirliğinin cazibesini ve paylaşılacak pastanın boyutlarını büyütmüştür.
Daha önce Kürdistan topraklarının büyük bir kısmının feodal parçalanmışlığın etkisinde olması, feodal yapının pazar olarak önemli bir gündeminin olmaması gibi nedenlerle, Kürt burjuvaları oradaki sermaye birikimini batıya aktarmıştı . Şimdi artık o topraklarda bir rant alanı oluştukça, yoğunlukla o bölgeye girecektir. Ayrıca o bölgede ABD ile açıktan işbirliği yaparak rant kavgasında üstünlük kuranlar olacaktır. Kaldı ki şu anda bile ABD, Kuzey Irak’taki taşımacılık, vb. işler için Kürt kesimlerle işbirliği yapıyor; çoğunlukla onları tercih ediyor. Süreç içinde ABD’nin oraya, Ürdün’de, Antep’te veya İsrail’de olduğu gibi ayrıcalıklı ortaklık statüsü vermesi, gelişmeleri, sanılandan öte bir hızla büyütebilir. Böyle bir statü, o bölgede üretilen bütün ürünlerin, gümrüksüz biçimde, sanki İsrail’de üretiliyormuş gibi, ABD’ye kotasız, limitsiz ihraç edilebilmesi demektir. Bu gelişmeler, Kürt sorununa yönelik çözümler dahil pek çok şey üzerinde tayin edici/değiştirici bir etkide bulunabilir.
Geçmişte, uluslaşmanın gerçekte bir pazar sorunu olması ve Türkiye’de bağımsız bir Kürt burjuvazisinin olmaması sebebiyle; bağımsız bir devlet olarak örgütlenme, ayrılma, federasyon gibi tercihler, soyut bir tartışmanın argümanları gibi gelirdi. Uluslaşma süreci, daha çok sol kesimler tarafından gündemde tutulan, beslenen ve feodalizmi parçalamanın araçlarından biri olarak görülen bir olguydu. PKK’nin daha başlangıçta en önemli/ilerici adımı buydu. Feodalizmi parçalamak için milliyetçi öğeleri öne çıkarması bile hoşgörülebiliyor, demokratik açılım yönündeki adımları destekleniyordu. Ama bugün anti-feodal yan terkedilmiş, hatta feodal yapılara yaslanma gibi tercihler öne çıkmış, anti-emperyalizmin yerini emperyalizmle işbirliği almıştır. Üstelik artık bir Kürt burjuvazisi de söz konusu. Kürdistan coğrafyası içinde, bu sınırlardan pazar olarak yararlanma sevdası içinde olan bir burjuvaziden bahsedebiliriz. Belki bu oluşum aşamasında; ama, Ukrayna, Rusya vb. yerlerde 10-15 yıl içinde nasıl bir burjuvazinin oluşturulduğu anımsanacak olursa; ABD eliyle böyle bir gelişmenin çokça zaman almayacağı görülür.
Bu gelişmenin kendisi de muhtemel sonuçları da, zeminin kayganlığı nedeniyle farklılaşabilir; fakat biz yine de işin içinde ABD’nin olması ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin kalbinin Kürdistan’da atıyor olması sebebiyle, olası gelişmeler üzerine ipuçları verme ihtiyacı duyuyoruz.
ABD’nin Kürt olgusuna dair yaptığı müdahale ve yatırımlar, Türkiye coğrafyasında bağımsız hareket edebilen bir yapının oluşumunu gündeme getirebilir. Bu, abartılı görülmemelidir. BOP eğer nostaljik bir proje değilse veya fikir jimnastiği olsun diye ortaya atılmamışsa, ABD’nin bu kapsamda güvenilir partnerlere ihtiyacı olacaktır. Dikkatli bakılırsa buna en uygun aday, işbirliğine yatkın önderlikleriyle Kürt hareketidir. Söz konusu sorumluluklar Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin tek başına altından kalkamayacağı boyutlardadır. Bu nedenle Türkiye Kürdistan’ının bu hareketin bir parçası olması için özel bir gayret sarfedilecektir. Burjuvazinin ortaya çıkışı ise, işin siyasal boyutunu tamamlayan bir ekonomik gerekçe olacaktır. ABD kimlerle nasıl işbirliği yapacağını çok iyi biliyor. ABD tekellerini arkasına almak gibi bir avantaj için burjuvazinin yapmayacağı bir şey yoktur.
ABD’nin genelde Ortadoğu, özelde Türkiye dahil bu coğrafyada bir balkanlaştırmayı amaçladığı, bölgede 70-80 milyon nüfusuyla neredeyse bağımsız politikalar üretebilecek kadar güçlü bir devlete tahammülünün olmadığı biliniyor. Bu bağlamda, ABD’nin Türkiye’de toprak bütünlüğünü gözetmek gibi bir duruşu yoktur.
Tabii bu politikalar sonucunda Türkiye’nin bir elma gibi ikiye bölünmesi beklenmemelidir. Bunun birden çok yolu vardır ve geçiş için yumuşak sayılabilecek araçlar da belirmiş durumdadır. Hatta bunun için Kürtlerin ayrılması biçiminde bir adım da beklenmemelidir. Bunun yerine örneğin; Yerel Yönetimler Yasası’nın kapsamı biraz daha genişletildiğinde, böyle bir şekillenmenin önü açılmış olacaktır. Bugün eğitimin yerel yönetimlere devri, Karayolları, Köy hizmetleri vb. kurumların dağıtılıp hizmetlerin il özel idaresine verilmesi, gevşek bir federasyonlaşmaya gidişin başlangıcı sayılır. Devletin merkezi boyutu giderek aşındırılırken, bir güvenlik aracına, orduya kadar daralabilecektir. Hatta, bugün ulus temelinde bir örgütlenme olan yani ulusal kimliği bulunan ordunun da, bölgesel federasyonların yaygınlaştığı, bunun ideolojik altyapısının oluştuğu koşullarda, ulusal kimliğinin ikincil plana düşmesi ve ABD’nin istediği tarzda bir NATO figüranına dönüşmesi, olmayacak bir gelişme değildir.
Bugün iktidarın etkili kesimlerini kıskaca alan gelişmelerden biri de, AKP üzerinden devletin dini motifler etrafında yeniden örgütlenmesidir. Bir anlamda bu, dinci çevrelerin (İttihak ve Terakki’yi de sayarsak) yaklaşık yüzyıllık özlemlerinin karşılanması, Kemalist gelenekten rövanşın alınması anlamına gelecektir ki, AKP buna dünden razı. Böyle bir model, ulus devlet örgütlenmesinin önüne engel oluşturmak bağlamında da uygun düşmektedir. Ilımlı İslam modeline geçiş, sadece Ortadoğu ülkelerine bir model sunmayı değil, aynı zamanda, Türkiye gibi güçlü askeri örgütlenmesi olan ülkelerin bu örgütlenmesini parçalamadan kullanabilmeyi de amaçlıyor.
Devletin eğilimleri ılımlı İslam’a göre örgütlenir ve ordu dahil, Ilımlı İslam ekseni egemen kılınabilirse; uluslar farklılaşsa ve federasyonlar ortaya çıksa bile, merkezi ordunun artık ılımlı İslam’a göre örgütlendiği, onun bir parçası haline geldiği o durumda milliyetçi motifler bugünkü kadar öne çıkmayacaktır.
ABD, hatırlanacak olursa iki yıl önce, Diyarbakır’ı Kürdistan Belediyeler Birliğinin merkezi olarak düşündüğünü ifade etti. Geçtiğimiz günlerde de Abdullah Öcalan, Demokratik Konfederalizm önerirken; bunu Kadınlar Birliği, Belediyeler Birliği, Gençlik Birliği… vb. biçiminde ifade etmişti. Aslında fiilen farklı siyasal şekillenmeler de mümkün olabilir. Biz burada, bir yönelime, muhtemel gelişmelerin verdiği ipuçlarına dikkat çektik.
EMPERYALİZMİN MUHTEMEL HİÇBİR ÇÖZÜMÜ KÜRT HALKININ DEMOKRATİK TALEPLERİNİ KARŞILAYACAK İÇERİKTE DEĞİLDİR
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kürt Sorunu’nun çözümünü salt bir devletleşme, federasyon vb. adımlara indirgeyenler için sözünü ettiğimiz muhtemel gelişmeler, çözüm olarak algılanabilir. Gerçekte ise, bunun çözüm anlamına gelmediğinin en somut ifadesi; bugün K.Irak’ta fiilen varlık gösteren Bağımsız Kürt Devletidir. Böyle bir devletin varlığı nasıl ki Kürt sorununun çözümü anlamına gelmiyor ve halkın demokratik taleplerini karşılamayan, büyük oranda kukla bir oluşum olarak işlev görüyorsa; büyük olasılıkla T.Kürdistanı’nda da benzer bir durum amaçlanacaktır. Fiilen varlık gösteren; politikası, çerçevesi, sınırları olan, karar alıp uygulayan yapının; yerel parlamento mu, belediyeler birliği mi olmasından çok, ABD güdümlü olması ön plana çıkacaktır. Bugün partileşme sürecinde olan çevrelerin (DTH) taleplerini tuttuğu sınırlılık, dün yola çıkarken vaadedilen hemen her adımdan vazgeçilmiş olması, ABD’nin yörüngesinde kendine yer edinme amaçlıdır. Dikkat edilirse, sorun kültürel özerklik bile sayılamayacak denli sıradan taleplerle özdeş tutulmakta ve asıl amacın, icazet çerçevesinde de olsa siyaset yapmaktan ibaret olduğu görülmektedir. Gerçekte bu, Kürt halkının hiçbir sorununa çare olacak bir adım değildir.
Emperyalizmin açık müdahaleye varan varlığı, anti-emperyalist temelde, Kürt yurtseverleriyle sınırlı olmayan çok daha kapsamlı bir karşı duruş örgütlemeye zemin hazırlamaktadır. Demokr atik halk devrimi perspektifiyle; anti-emperyalist, anti-feodal temelde tüm Türkiye coğrafyasında geliştirilecek bir ortak mücadele; emperyalizm ve oligarşi ile çıkar ilişkilenmesi içinde olan dar bir kesim dışında herkesi kapsama potansiyeline sahip olacaktır. Bu, bir ütopya veya eskimiş bir tarz değildir. Emperyalizm somut bir olgudur ve giderek daha açık biçimde halkların geleceğini karartan projelerle bölgede ağırlığını arttırmaktadır. Bunun karşısında ne daraltılmış örgütlenmelerle, ne de daraltılmış programlarla durulabilir. Demokratik halk devrimi; niteliği gereği böyle bir ihtiyacı karşılamaya en uygun araçtır. Bu nedenle, bugünden atılacak kısa ve uzun vadeli adımlar, böyle bir perspektife hizmet etmelidir.
Emperyalist kulvarlarda, işbirliği temelinde tüketilen zaman da, enerji de halkların birikimini, kendine güvenini zayıflatmakta, nihai çözümün ve gerçek özgürlüğün mümkün olduğuna dair iddiayı zayıf düşürmektedir. Bu nedenle, defalarca denenen ve Kürt halkının tarihine hep yenilgi, kayıp olarak yazılan tarzların tekrarından uzak durulmalı; bahşedilmiş özgürlüklerin özgürlük sayılamayacağı görülerek; bugünden yarına sonuç vermeyecek de olsa, halklara yakışan onurlu bir duruş tercih edilmelidir
.
Sayı 16 (Şubat – Nisan 2005)