ABD’nin Ortadoğu’da, BOP kapsamında çok köklü dönüşümler hedeflediğini bugüne dek çeşitli biçimlerde değerlendirmelerimize konu ettik. Yine artık büyük oranda görüldüğü/bilindiği gibi, bu köklü değişimlerin arkasında, ABD’nin 21. yüzyılın sonlarında bile kendi egemenliğinin devamına imkan tanıyan kalıcı, köklü, dönüşümleri/değişimleri bu bölgede yaratma amacı yatıyor.
Önemli petrol ve hammadde kaynaklarının büyük oranda Ortadoğu’da olması, temel ulaşım yollarının bu bölgeden geçiyor olması, bölgeyi vazgeçilmez kılıyor. ABD, bu bölgedeki bütün gelişmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilme, şekillendirebilme eğilimi içinde olduğunu, gizlemeden, çok net bir programla açıklarken; bu hesaplarını artık medyaya tümüyle yansıyan global düzeyde bir projeyle dile getirdi. Proje dikkatle incelendiğinde, ABD’nin bölgede dayandığı işbirlikçi güçler açısından da yeni duruma uygun yeni beklentiler içinde olduğu görülür. ABD bugüne dek bölgede başta İsrail’e güvenirken ihtiyaca bağlı olarak ikinci bir güç olarak genellikle Türkiye düşünüldü.
NATO kurulduğundan beri ABD, Türkiye ile yakın ilişkiler içersindedir. Yaklaşık 50 yıldır varlığı bilinen, ama içeriği bilinmeyen siyasal işbirliği anlaşmalarının gereği olarak, Türkiye ile çapı ve derinliği belirsiz (gizli tutulan) bir yakınlık söz konusudur. Örneğin, İncirlik’in hangi operasyonlar için kullanıldığı; havaalanlarının, askeri üslerin hangi amaçlar için, ABD’nin gizli/açık hangi hedef ve politikalarına alet edildiği genellikle gizli tutuluyor. Ancak dünden bugüne uzanan gelişmelere paralel olarak, Ortadoğu’daki politikalarda Türkiye’ye işbirlikçilik çerçevesinde önemli işlevler yüklendiği biliniyor. İşte tam da bu süreçte, Amerikan emperyalizmini teşhire yönelik olarak atılan adımlar, özellikle solun, 1960-80 arasındaki ABD saldırganlığını deşifre edebilmedeki başarısı, halkta büyük oranda “ABD karşıtlığı”nı büyütmüş, bölgedeki son saldırılarla bu oran yüzde 90’lar düzeyine çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler özellikle mevcut konjonktürde Türkiye’ye ikinci bir güç olarak ne denli güvenilebileceği sorusunu gündeme getirmiştir.
Bilindiği gibi ABD, Türkiye’deki varlığını halkın kanaatleriyle veya hükümetlerle değişmeyecek denli köklü ilişkiler üzerinden geliştirmiş; devletin en üst yönetiminde, özellikle askeri kadrolarla oluşturmuş olduğu yakınlıklar, inisiyatif ve egemenlik için bir çeşit güvence olarak işlev görmüştü. Bu durum, Türkiye’yi ABD açısından her koşulda, siyasi iktidarların niteliğinden ve kimliğinden bağımsız bir şekilde, “güvenilir bir dost” olarak düşündürüyordu. Ama Sovyetler’in dağılması sonrasında, NATO’nun en önemli varlık gerekçesini kaybetmiş olması ve aslında, sosyalizme karşı bir baraj olmanın ötesinde, doğrudan doğruya ABD çıkarlarını savunmak dışında bir işlevinin olmadığının daha net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte; Türkiye’deki etkili (asker,vb) kadroların (en azından bir kesiminde) ABD’ye bakışında da, ABD’nin bu kadrolardan beklentilerinde de bir değişim gözlendi. Artık ordu ABD için en azından “çantada keklik” değildi. Ayrıca bugüne dek ABD’nin AKP üzerinden yürüttüğü ilişki ve sağladığı avantajlar da AKP’nin yıpranması oranında zayıflamış durumda. İşte bu koşullarda ABD, genelde iktidar özelde ordu içindeki ilişkilerine güvenerek Ortadoğu’da çok daha radikal dönüşümlerin öznesi olarak Türkiye’yi yeterince ve istikrarlı biçimde kullanamayacağını gördüğü oranda söz konusu ihtiyacı yedekleme yoluna gitmiştir.
ABD, bölgenin ve döneme özgü geliştirmeyi tasarladığı politikalarının gereği olarak salt işbirlikçi bir siyasal güce değil, üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olduğu, toprağını da gücünü de istediği biçimde değerlendirebileceği ve gerektiğinde cephe gerisi olarak kullanabileceği bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. Bugün Ortadoğu’da bu tarzda bir işlevi sürdürebilecek bir ülke yok. Özellikle Irak saldırısından sonra Arap ülkeleri içersinde ABD’nin, gerek ülke yönetimleri gerekse halk nezdinde eski imajı/saygınlığı kalmamıştır. Bu koşullarda, Ortadoğu’da var olan ülkelerin hiçbirisine, sözü edilen türde bir işbirliğini kabul ettirmek mümkün görünmüyor. ABD’ye yakınlığı ile bilinen Suudi yönetimini bile, örneğin ülkesinin bütün Ortadoğu’ya yönelik bir saldırının üssü olarak kullanılmasına ikna etmek mümkün görünmüyor.
Tüm bu veriler gösteriyor ki ABD’nin bu boyuttaki işbirliği beklentilerini ancak başından beri bu amaçla kurulmuş/biçimlendirilmiş bir devlet karşılayabilir. İşte bu nedenle, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını İsrail’in yanında bir Kürt varlığına dayalı olarak sürdürme eğilimi ağır basıyor.
Kaldı ki İsrail’in böyle bir çaba içersinde olduğu, en azından 20 yıldan beri Kuzey Irak’taki İsrail gizli ajanlarının gerek KDP’nin gerek KYB’nin en üst düzeydeki yöneticileriyle çok yakın diyaloglar içersinde olduğu, askeri düzeyin ötesinde örgütleyici tarzda siyasal işbirliğinin de sürdüğü artık biliniyor. Hatırlanacak olursa, 1.Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak’tan 5 binden fazla ABD işbirlikçisi, uçaklarla Türkiye üzerinden Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia Üssü’ne götürülmüş, orda tekrar yeni bir eğitimden geçirilip aileleri ile beraber barındırılmıştı. Yani ABD’nin Kürt ilişkisi, Kürtler üzerindeki tercihleri, sadece Ortadoğu’da Türkiye’nin duruşuyla veya Türkiye’de Amerikan karşıtlığının uç noktaya varmasıyla ortaya çıkan yeni bir olgu değildir. Ama bu boyuttaki bir işbirliği artık giderek su yüzüne çıkmaya başladı.
ABD, yedekleyeceği Kürt varlığını, büyük olasılıkla, İran’a yönelik politikalarında da kullanacaktır. Irak Kürdistanı’nın İran’la geniş bir sınır oluşturması ve Kürtlerin İran’daki varlığı nedeniyle, söz konusu oluşum, ABD’nin İran’a yönelik politikalarında bir kaldıraç görevi üstlenebilir.
Dünya egemenliği hesaplarıyla hareket eden ABD, bunun, İran üzerinde bir egemenlik kurmadan mümkün olamayacağını iyi biliyor. Dünyadaki keşfedilmemiş petrol yatakları içinde İran’ın önemli bir yeri var. Bugün İran topraklarının önemli bir bölümü, ileri düzeyde petrol aramasına kapalı durumda. Şah döneminde ne yapılabilmişse, hangi teknoloji getirilebilmişse bugün salt ona sahipler. Halbuki İran, muhtemel rezervler hariç, dünya petrol rezervlerinde dünyada üçüncü, doğal gaz rezervlerinde ikinci durumdadır. Buna ek olarak, Basra Körfezi’ndeki havzaların oluşturduğu potansiyel de düşünülürse, ABD’nin İran’dan neden vazgeçemeyeceği ve dolayısıyla İran üzerinde bir hegemonya arayışının neden gündemde olacağı görülür. Mevcut veriler, böyle bir hegemonya ve ilişkilenme sürecinin bölgede ABD için ihtiyaç haline getirdiği işbirlikçilik için en uygun adayın Kürt örgütlülüğü olduğunu gösteriyor.
Tabii “Kürt örgütlülüğü” derken bunun Irak Kürdistanı ile sınırlı olmadığı biliniyor. Kuzey Irak’ın ilgi odağı haline gelmesinin nedeni, sorunun siyasal bir söylem halini aldığı ve devletleşme noktasına geldiği yer olmasıdır. Kürdistan’ın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilen Türkiyeli egemenler, Kuzey Irak’taki oluşumun yayılma ve benzerini tetikleme potansiyelinin önünü önceden kesme kaygısıyla hareket etmektedir. Yaratılan gerginliklerin, yapılan pazarlık ve görüşmelerin ABD üzerinde yaratması temenni edilen etki bu çerçevededir.
Irak işgalinden hemen sonra telaffuz edilen Irak’a dair projelerin hemen tümünde Kuzeyde bir Kürt devleti olasılığı yer almış ve bu olasılık, Türkiye coğrafyası dahil, bölgedeki Kürt örgütlenmelerinin beklentilerini şu veya bu oranda işgal güçlerine yedeklemiştir. Zaten son zamanlarda “Türkiyeli” örgütlenmeler, “K.Irak’taki Kürtlerin sahip olduğu tercihlere razı olduklarını”, dolayısıyla söz konusu politikaya araç edilmeye yatkınlıklarını açıktan dillendirmeye başladı. Bu gelişmeler, yukarıda da belirttiğimiz gibi ABD’nin Irak’ta bugüne dek girdiği müttefiklik ilişkilerinde yaşadığı sorunlardan elde ettiği sonuçlarla da ilişkilidir.
Kürtler açısından bakıldığında ise, halkının kaderini/geleceğini, iktidar (devlet) olmak uğruna ABD eline teslim eden örgütlülükler söz konusu. Halkın beklentilerine cevap verebilecek bir programı sunabilmekten yoksun olan bu yapılanmalar için önderlik tanımı da artık denk/doğru düşmüyor. Gerek güneydeki gerekse kuzeydeki Kürt siyasal odaklar, demokratikleşme mücadelesinden bütünüyle uzaklaşmış ve beklentilerini kukla da olsa bir devlet kurma sınırlılığına dek düşürmüştür.
ABD’nin Kürt coğrafyasına ve siyasal yapılanmalarına dair hesapları BOP kapsamındadır ve dolayısıyla yeni değildir. BOP’un hayata geçirilmesi süreci, hangi siyasal özneye ne türden misyonların yükleneceği, hangi ülkede ne türden değişimlerin gerekli hale geleceği hesaplarıyla beraber yürüdü.
ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinin belirli oranlarda aşınması ve en azından BOP’un gerektirdiği düzeyde bir güven ve işbirliğinin zayıf düşmesi birden bire olmadı. Hatta ABD Ortadoğu’da ikinci bir İsrail için ilkin Türkiye’yi aday görmüştü. ABD böyle bir politikada Türkiye’yi İsrail’den sonraki en yakın işbirlikçi olarak belirlerken, Türkiye’deki taşları da yerlerine o doğrultuda oturtmayı hedefledi. Böyle bir sürece daha başlangıçta karşı koyabilecek özellikle iki siyasal odak, Türkiye tarihinde görülen en yoğun bunalımlarla bir biçimde safdışı edildi. Bunlardan birisi MHP’dir; geçmişe uzanan ilişkileriyle milliyetçi geleneklerden gelen kesimleri örgütlemiş ve hükümet ortağı olmuştu. Bir diğer odak da Kıbrıs harekatıyla belirli bir popülerlik kazanmış olan, o günkü hükümetin diğer ortağı Ecevit ve DSP’dir. Anımsanacak olursa, 2002 seçimleri öncesinde, Türkiye’yi bir bütün halinde teslim almayı hedefleyecek tarzda suni bir krizin yaratıldığından söz etmiştik. İşte AKP böyle bir krizin ve hükümet odaklarına yönelik tasfiyenin sonunda örgütlendi.
AKP’yi örgütlemeye çalışan siyasal kadroların Anadolu’da hangi kesimlere dayanacakları ve kimlerle işbirliği içinde olacakları daha başlangıçta tartışarak oluşturuldu. Böyle bir süreçte siyasal islamın laik-Kemalist gelenek üzerinde oturan devletle ertelenmiş olan pek çok hesabının çözümünü ABD’nin ve AB’nin Kemalist ulus devletin parçalanması tarzındaki eğilimleri ile bütünleştirilecek tarzda yeni bir siyasal yapının örgütlemesinden bahsediliyordu. O dönemde AKP ile ilgili yaptığımız seçim değerlendirmesinde, AKP’nin ciddiye alınması gerektiğini söylemiştik. Çünkü AKP belki de Türkiye’de ilk defa politikalarını, kimle neyi nasıl yapacağını aşağıdan yukarıya insanlarla tartışarak, kimlerle politika yapacağını çok iyi belirleyerek örgütlenmiş ve yaklaşık iki yıllık bir hazırlık sonucunda ortaya çıkmış bir partiydi. Yani AKP Tayyip Erdoğan’ın ABD’de kırmızı halıyla karşılandığı törenden sonra popülerleşmiş olan bir siyasal yapı değildi. Tabii böyle bir örgütleniş döneminde kendi geleceğini ABD’nin BOP’a dair hesaplarıyla ilişkilendirebilen ve ABD politikalarını kendisiyle özdeşleştirebilen bir siyasal yapı olarak ortaya çıktı ve seçimde ABD’nin gizli ve açık desteğini aldı. Yani AKP’nin başarısında kendinden önceki siyasal yapıların özellikle 2001-2002’deki ekonomik kriz nedeniyle iyice yıpranmış olmalarının yanında, ABD’nin (emperyalizmin) sağlamış olduğu desteğin de rolü büyüktü. AKP’nin seçim öncesindeki bu işbirliği seçim sonrasında da devam etti. Ve bunun gerektirdiği desteği özellikle iki biçimde aldı. Birincisi, ekonomik sorunların çözümünden çok ertelenmesinde göze çarptı.
ABD ve ABD yönlendiriciliğindeki IMF, Dünya Bankası, vb. uluslararası kurumlar, bu konuda geçici tedbirler geliştirerek rol aldı. Tabii bu konudaki destek, Türkiye’nin bağımsız politikalar üretebilmesini sağlayacak tarzda sorunlarını çözmek düzeyinde değildi. Örneğin Arjantin, Meksika, vb. ülkeler sorunlarını radikal bir şekilde ya çözdü ya da erteleyebildi. Türkiye’de ise başvurulan yöntem, ertelemenin dahi kısa süreler için yapılması ve kriz tehdidinin hemen her dönem gündemde kalmasıydı. Böylece Türkiye’de AKP iktidarı döneminde her ekonomik kriz derinleştiğinde bir biçimde Dünya Bankası, IMF, vb. kurumlar devreye girerek, taze para girişi, vb yöntemlerle bu bunalım bir biçimde ertelendi.
Türkiye’deki ekonomik dengelerin o kritik görünümünün siyasal iktidarların hareketlerini kısıtlayan bir işlevi vardı. AKP’nin aldığı destek bu biçimde kontrollü bir destekti. Ve bunun karşılığında beklenen, Ortadoğu’ya yönelik bütün politikalarda açık işbirliği ve bunun gereği olan kurumlaşmalardı. AKP’nin tüm çabalarına rağmen işbirliğine dönük kurumlaşma yeterince gerçekleşemedi ve AKP büyük bir dirençle karşılaştı. Bu sonuca etki eden en önemli faktörlerden biri de milliyetçilik oldu.
Milliyetçilik devletin en önemli çimentosudur. Bu gelenek her geçen gün emperyalizmle girilen işbirliğine bağımlı olarak büyük oranda budanmış olsa da devletin elit kadrosu arasında her an için güçlü bir eğilim olarak varlığını korumuş; devletin geleneksel üst yapı kurumları olan Danıştay, Yargıtay, cumhurbaşkanı, anayasa mahkemesi, ordu, sivil toplum kuruluşları, vb. kesimlerde tepkinin tetikleyicisi olmuştur. Bu tepkiler, bir ulus devlet politikası olarak belirlenen çerçevenin dışına çıkmayı hala engelleyen boyutta bir etkiye/güce sahiptir.
AKP belki almış olduğu desteklerle, işlerlik kazanmayan ama tıkanmayan bir ekonomiyle de olsa geniş bir kesime başlangıçta bir umut verdi. 2001-2002’deki krizden kurtulmuş olmalarının vermiş olduğu rehavet, kimi kesimlerde AKP’nin uzun dönemde Türkiye’nin bütün sorunlarını çözeceği beklentisini geliştirdi. Ama bunun geçici bir olgu olduğunun ortaya çıkması uzun sürmedi. Çünkü özellikle AKP’nin dayanmış olduğu ve ABD’nin de bir biçimde teşvik ettiği AB süreciyle birlikte Türkiye’ye farklı bir ekonomik model dayatıldı. Bu, Türkiye’deki yerel ekonominin tümüyle tasfiyesi ve onun yerine emperyalist tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir ekonomik modelin yukardan aşağı kurulması
gibi çok köklü bir dönüşümü içeriyordu. Ancak, Türkiye’de yaklaşık 20-30 milyon insanı etkileyebilecek tarzdaki bu radikal dönüşümün yaratılmasının kolay kolay mümkün olmayacağı,
bunun karşısında çok güçlü bir direnişin ortaya çıkacağı biliniyordu. Bu nedenle olası direnişi geciktirmek ve maddi yaşam koşullarının öne çıkardığı çelişmeleri kamufle etmek amacıyla, dinsel talepler, ahlaki değerler öne çıkarıldı ve tarikatların da güçlenmiş olduğu o koşullarda AKP belirli oranlarda tabanda tutunma şansı buldu. Hatta sosyal devletin tasfiyesine yönelik ilk yaptırımlarının dahi, “hastane kuyruklarını ortadan kaldırma”, “okullarda kalabalık sınıflara son verme” gibi popülist bir söylem eşliğinde belirli oranlarda destek bulduğu da görüldü. Solun da bütünlüklü bir program eşliğinde sahnede varlık gösterememiş olması, geliştirilen karşı duruşun reaksiyondan ibaret biçimsel bir tepki olarak karşılanmasına sebep oldu. Özelleştirmelere karşı geliştirilen tepkilerin dahi, “bunlar vaktinde boğaz köprüsüne de karşı çıkmışlardı” biçimindeki ucuz yönlendirmelerle bertaraf edilebilmesi, belirli bir süre için de olsa, AKP’ye sermaye lehine düzenlemeler için rahat/boş bir alan tanıdı. Ama artık aradan geçen süre içersinde, alınan bu kararların gerçekte topluma maliyetinin ne olduğu, sonuçlarıyla beraber görülmeye başlandı.
İşte bu noktada AKP’nin seçim sonrasındaki 1-2 yıllık kısa dönemde halkta yarattığı, Türkiye’nin sorunlarının üstesinden gelebilecek potansiyele sahip bir yapı olduğu tarzındaki olumlu imaj, sönme sürecine girdi. Ve bu sönme süreciyle birlikte geçmişte AKP’ye dair sözünü ettiğimiz bir olasılığın eşiğine gelinmiş oldu.
Anımsanacak olursa, seçim sonrasında kimi kesimler, AKP’nin türban meselesi, vb. konularda radikal adımlar atacağı kaygısını öne çıkarırken; biz, AKP’nin böyle bir şeye yönelmeyeceğini, aksine denge politikalarını sürdüreceğini, çünkü bir biçimde geniş kesimleri kucaklamak zorunda olduğunu söylemiş ve ancak popülist söylemin sonuna gelindiği, yüzünün iyice açığa çıktığı ve güç yitirmeye başladığı koşullarda kendi dar kadrolarını kazanabilmek için dinci söylemi tekrar öne çıkarabileceğini vurgulamıştık. Bugün artık böyle bir sürece girildiğini söyleyebiliriz. ABD hala belirli oranlarda desteğini/beklentilerini kesmemiş de olsa, Türkiye’de AKP’ye sunulan destek, devlet-toplum ilişkisini din temeli etrafında örgütleme eğilimine destek veren kesimlere ve o kesimlerin temsil ettiği sermaye birikimine kadar daralmıştır. Bu durum AKP’yi, politik seçenekler açısından da sınırlıyor. Çok radikal bir tavır içerisine girmeksizin önümüzdeki dönemde bir siyasal çıkış yapabilmesi mümkün değildir. Bu süreçte AKP’yi eş zamanlı olarak köşeye sıkıştıran sorunlardan biri de, kendi tercihleri paralelinde bir adayı, oturacağı koltuk tartışılır hale gelmeden Cumhurbaşkanı seçtirmektir. Bu konuda, kendi içinde
bütünlüklü, yandaşlarını şu veya bu oranda ikna edebilecek bir öneriye AKP rıza gösterecek gibi görünüyor. İşte böyle bir sıkışma halinde, ABD’nin Ortadoğu politikasında öne çıkardığı Kürt kartı , AKP’nin ilgi alanına girmiştir.
Diğer bir ifadeyle, artık AKP’nin siyasal manevra alanı, ABD’nin Kürt meselesinde (veya benzer bir başka konuda) atacağı adımlara yakın durarak kendine alan açma noktasına dek daralmıştır. Bilindiği gibi AB konusunda da geliştirdiği popülist söylem duvara dayanmış, uyum yasaları için tanınan süre daralmış ve gerçekle yüz yüze kalınmıştır. İşte bu koşullarda ve seçim sürecinin de yaklaştığı bir konjonktürde AKP, kendisini siyasi iktidara taşıyabilecek iyi bir motivasyona ve işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Hemen hiçbir alanda yeni, farklı bir önerme geliştirme koşulunun kalmamış olduğu da düşünülürse, neden tekrar Kürt meselesine dönmek zorunda kaldığı daha rahat görülür. İşte üzerinde asıl durulması ve dikkatle incelenmesi gereken nokta burasıdır. Ger çekten demokrat olan bir siyasi iktidarın Kürt halkının güçlü demokratik talepleri karşısında yapacağı çok şey vardır.
Kürt coğrafyasında toprak sorunu dahi belirli oranlarda varlığını korumakta, feodal yapılar her geçen gün daha da güçlendirilmekte ve varlıklarını toprak mülkiyetinin ötesinde egemen bir sınıf olarak topluma dayatmaktadır. Bir tarafta yoksul topraksız köylünün, diğer tarafta kapitalist ilişkiyle giderek palazlanan Kürt burjuvazisinin varlığı koşullarında çelişkilerin giderek keskinleştiği bir yerde, gerçekte, liberal bir burjuvazinin dahi yapabileceği önemli atılımlar vardır. Ancak bunu dahi yapmaktan uzak, gerici bir çizgide duran AKP; ABD işbirlikçiliği ile kültürel özerklik, dil üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması ve yerel yönetimlerde kısmi özerklik gibi basit birtakım söylemlerle gerçekte sorunu aşmayı değil istismar etmeyi amaçlamaktadır.
Bugün zaten merkezi hükümetin pek çok görevi yerel yönetimlere aktarılmaktadır. Bu bizzat emperyalizmin talebidir ve aktarılan sınırlı yetkilerle olsa olsa halkın taleplerinin önü tıkanmakta ve işbirlikçiliğin çapı büyütülmektedir. Ancak Kürt halkının önderlik zaafına ve atılan adımların makyajlanarak sunulmasına rağmen, bu türden manevralarla Kürt halkının tümünün desteğini almak mümkün değildir. İşte açılım geliştirmekten ve çözüm üretmekten uzak bir duruşa sahip olan AKP, Kürt halkının desteğini almak yerine bu kesimler üzerinde politika yapan başka bir siyasal gücün (ABD’nin) desteğini almayı ve onun peşinden giderek siyasal kazanım elde etmeyi tercih ediyor. Yani siyasal bir güç olarak varlığını sürdürebilme arayışları AKP’yi, ABD’nin tercihlerine yakın durmaya zorluyor.
Mevcut durumdan vazife çıkararak harekete geçen bir diğer siyasal odak da Mehmet Ağar başkanlığındaki DYP’dir. Hatta solda kimi kesimler de Ağar’ın Kürt sorununu çözmek için görevlendirildiğine inanıyor ve sonbahardaki seçimlerde en azından iktidar ortağı olacağına kesin gözüyle bakıyor. Bu da benzeri pek çok proje gibi, çözümü halkın kendi gücü dışında arayan ve emperyalistler dahil egemenlerin hemen her biçimine yedeklenmeye yatkın olan sınıfsal yaklaşımdan uzak duruşların ürettiği bir değerlendirmedir. Belki siyasal söylem olarak
bir biçimde Ağar veya kadrosu içerisindeki bir ya da birkaç kişi böyle bir misyona, siyasi iktidar ve onun kazandıracağı olanaklar düşünülerek razı olabilir. Ama, çok dar bir ilişki ağı içersinde bulunan örgütünün bu politikaya evet demesi, oy verecek insanların da bu politikaya evet diyeceği anlamına gelmiyor.
Bugün Türkiye’de hiç kimse, Kürt milliyetçiliğinin ön plana çıkarıldığı bir noktada, onun karşısında devletin temelinde olan milliyetçilik olgusunu göz ardı ederek politika yapamaz. Tabii Türkiye devletinin oluşumunda çimento rolü oynayan milliyetçi duygularla MHP’nin dillendirdiği milliyetçiliğin karıştırılmaması gerekiyor.
Türkiye toplumundaki milliyetçi duyguların siyasal anlamdaki yeri, taşıdığı boyut, MHP’nin bugün siyasal gücüyle kıyaslanamayacak kadar güçlüdür. Hatta MHP’nin kanlı geçmişi, yaygın bağlamdaki milliyetçilikle bütünleşmesini önleyen bir engel olarak durmaktadır. Belki o süreç yaşanmasaydı, MHP bugün iktidara çok daha yakın bir odak olabilirdi.
Son dönemde İşçi Partisi, ADD, vb. yapılar da böyle bir süreci örgütleme çabasını yukardan aşağı sürdürmeye çalışmakta, ancak basit bir entelektüel aydınlar hareketi olmanın ötesine geçememekte; hatta “Özel Harp örgütlenmesi”ne kadar uzanan ilişkileriyle sempati değil, tepki toplamaktadır. Bu durum, milliyetçiliğin gücünün, kapsama alanının göstergesi değildir. Diğer bir ifadeyle, bu kesime desteğin az olması milliyetçiliğin Türkiye’deki tabanının bu kadar olduğu anlamına gelmiyor. Ama ne yazık ki Türkiye’deki sol kesimlerin önemli bir kısmı da milliyetçilik ekseninde hareket etme, Kürt sorununun çözümüne dönük adımların önünü kesme potansiyeli taşıyan kesimleri MHP, İP, ADD, vb yapılardan ibaret görme hatasına düşmektedir. Gerçekte ise milliyetçilik, siyasal partilerle de sınırlı olmayan ve “sessiz çoğunluk” denen kesimleri de kimi durumlarda harekete geçirme potansiyeli taşıyan, sanıldığından çok daha güçlü bir eğilimdir.
İşte Türkiye’de bu kadar güçlü milliyetçi eğilimlerin var olduğu koşullarda, Kürt sorununa yönelik politikaların masa başında, örneğin M.Ağar’ın “evet” demesiyle sonuç alacağını varsaymak, Türkiye gerçekliğine yabancı olmaktır. Benzer şekilde Kürt sorununun çözümü, politikalarını ABD işbirliğine dayayan AKP’yi de aşmaktadır. AKP, ABD’ye, ABD de belirli konularda AKP’ye mecbur olabilir; ama bu, Türkiye’de özellikle de Kürt sorunu gibi konularda mevcut dirençlerin üzerinden atlanarak siyaset geliştirilebileceği anlamına gelmiyor. Kaldı ki AKP’nin tercihten öte, salt ekonomiyi işler halde tutabilmek için de olsa ABD’nin açık desteğine ihtiyacı vardır. Ve bu desteği almadan da bırakalım siyasi iktidar olmayı, süreci seçimlere kadar taşıması bile mümkün değildir.
TÜRKİYE GERÇEKLİĞİNİ BİLMEK KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNÜ DOĞRU YERDE DOĞRU YÖNTEM VE ARAÇLARLA
GÜNDEME GETİRMENİN KOŞULUDUR
Türkiye’deki siyasal sistemin özellikleri dikkatle incelendiğinde, hükümetler ile devlet örgütlenmesi arasında görece özerk bir ilişkinin olduğu görülür. Hükümetler bazen devletin içersindeki örgütlü kesimlerle çok yakın ilişkiler içersinde olabilir ve sonuçta bir bütünlük görüntüsü oluşur. Bazen de hükümetler, devlet bürokrasisi, ordu, vb kesimlerle belirli mesafeler içinde olur; bu kimi durumlarda çatışmaya dek varır. Türkiye’nin siyasal zemininde bu durum sanki iki farklı erk varmış gibi bir görüntü oluşturur.
Halbuki Türkiye’de iktidar olgusu, sürekli faşizm kavramıyla örtüşecek tarzda, ABD işbirlikçisi tekelci burjuvazinin ihtiyaçları paralelinde, asker ve sivil bürokrasi dahil devletin içinde yukarıdan aşağıya teşkilatlanmış kurumlar aracılığıyla sürdürülür; bu işleyiş büyük oranda hükümetlerden bağımsızdır ve her durumda, belirli görece farklar içerse de varlığını korur.
Bugün AKP’nin ABD işbirliği içinde yürüttüğü ve Kürt sorununa dair müdahaleler de içeren politikalar değerlendirilirken, ordu ve devlet bürokrasisi içerisindeki kadroların bu konuya bakışının ne olduğu dikkate alınmak durumundadır. Diğer bir ifadeyle bu kesimlerin tavır alışları dikkate alınmadan Türkiye’de makro düzeyde politika yapmanın alanları sanıldığından çok daha dardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu sürece etki eden gelişmelerden biri de Sovyetlerin çözülmesi sonrasında yaşandı. NATO’nun ideolojik anlamdaki varlık nedeninin ortadan kalkmış olması sebebiyle, süreç içinde Türk milliyetçiliği ile NATO arasında bir açı oluştu. Çünkü artık ABD’nin politikalarını Rusya’nın iç kesimlerindeki kimi cumhuriyetlerin beklentilerine göre yapma zorunluluğu ortadan kalkmış ve yeni dengeler yeni ihtiyaçları gündeme getirmişti. Ve ABD bu süreçte Türk-İslam sentezi yerine ılımlı-İslamı öne çıkaran bir modele yöneldi. Bu yönelmeden sonra ordu ve devlet bürokrasisindeki ılımlı-İslama dayalı kesimlerle, milliyetçi kesimler arasında bir açı oluşmaya başladı. Bu açıyı giderek besleyip büyüten etmenlerden biri de Kürt sorunu üzerinden yaşanan gerilme olmuştur.
Irkçılık biçiminde kamçılanan Türk milliyetçiliğini birçok nedenle Kürt milliyetçiliği ile aynı kefeye koymamak gerekiyorsa da Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbirinin kaldıracı rolünü oynadığını söyleyebiliriz. Karşılıklı olarak yaşanan tetikleme ile birlikte, ordu ve devlet bürokrasisiyle AKP iktidarı arasındaki açı farkı toplumda da giderek geniş bir yankı bulmaya başladı. Bunun nedeni tabii ki AKP’nin daha ileri bir modele/çözüme sahip olması değildi. Ancak bilinçli yönlendirmeler sonucu, ordudan veya devlet bürokrasisinden gelen tepkiler, toplumun önemli bir kesiminin AKP’ye yönelik tepkisiyle aynı koordinatlardaymış gibi buluşturuldu. Öyle ki, bir general, bir yargı kurumu başkanı, anayasa mahkemesinden bir yetkili, vb kişiler tabi oldukları kurumdan bağımsız olarak aynı düşünceye sahip insanlar olarak yansıdı. İşte bu örtüştürmede, Kürt sorunu üzerinden kamçılanan milliyetçilik veya geliştirilen istismar önemli bir rol oynadı.
Bu sürecin olumsuz yanlarından biri de halktaki sisteme karşı gelişen çeşitli tepkilerin alternatifsizlik ortamında; AKP karşıtlığı, laiklik, vb üzerinden ortak paydada buluşturularak bir anlamda farklı kanaldan sisteme tekrar yedeklenmesidir. Öyle ki, belirli dönemler devrimci ideoloji ile tanışmış, örgütlü yaşam sürmüş kişilerde bile, YÖK gibi cunta ürünü kurumları savunma eğilimi gelişmekte, gericilik kamufle edilmekte ve sonuçta sol adına hareket eden kimi yapılarda dahi, demokratiklik veya alternatif duruş, AKP karşıtlığına dek daraltılmaktadır. Bu eğilim bilinçleri öylesine köreltmiş durumdaki, insanlar BİM, YİMPAŞ, vb. yerlerden alışveriş yapmamayı ilericilik saymakta ve alternatif olarak Migros’tan alışveriş yapmaktadır. Veya düne kadar darbe yapan bugün de aynı duruş ve eğilimi koruyan ordu, sanki demokrasinin bekçisi gibi algılanabilmekte, sistemle bağı yok sayılmakta ve sistemi demokratik yönde zorlama ihtimali olan tepkiler böylece, laik-antilaik ikileme kurban edilmektedir. Benzer bir yöntem sorunu ve bilinç bulanıklığı Kürt Sorunu’nda da yaşanmaktadır. Bugün Kürt Sorunu konusunda, ABD ve dolayısıyla AKP’ye atfedilen “çözüm”ler de DTP veya PKK’nin çözümmüş gibi öne çıkardığı talepler de, Kürt halkının Kürt olmaktan kaynaklanan sebeplerle yaşadığı sorunların çözümünü tanımlamıyor.
İŞBİRLİĞİ KANALLARINDA UMUT TÜKETMEK DÖVÜŞEREK YENİLMEYE BENZEMEZ
Ezilenlerin mücadele geçmişinde yenilgi, sıkça rastlanan bir olgudur. Bu nedenle, yenilgi sonrasında yola devam etmek de ezilenlerin, haklı bir dava uğruna mücadele edenlerin niteliklerindendir. Sınıflar mücadelesi tarihinde hiçbir yapı yoktur ki salt zaferlerden oluşan bir yol izleyerek nihai amaca ulaşmış olsun. Dövüşerek yenilmek kimseyi küçük düşürmez. Aksine, dövüşmeden yenilgiyi kabul etmek ve mücadele yerine uzlaşmayı ikame etmek küçük düşürür; ezilenlere ve onlar adına önderlik rolü üstlenen hiçbir yapıya yakışmaz.
Bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında geliştirilen uzlaşma projelerinin hemen hepsi koşulların güçlüğü ile gerekçelenmekte ve mevcut zorluklar sanki salt bu coğrafyaya özgü gelişmelermiş gibi yansıtılarak, işbirliğiyle malul duruş aklanmak istenmekte, çözümsüzlüğe, “çözüm”müş gibi teslim olunmak istenmektedir. Gerçekte ise ezilenlere ve dolayısıyla devrimcilere yakışan nitelik, koşullara teslim olmamaktır. Faşizmin kuralsızlığı, geliştirdiği şiddetin boyutu, dayatılana rıza göstermenin gerekçesi olamaz. Zulmün kendiliğinden(mücadele edilmeden) halkın lehine şekil değiştirdiği hiçbir coğrafyada görülmemiştir. Ayrıca emekçiler söz konusu olduğunda sermaye sermayeyi destekler ve zulüm sektörü dünya ölçeğinde deney aktarır. Bu nedenle cellat cellada benzer. Örneğin DEP’li milletvekillerine, dokunulmazlıklarına rağmen parlamentoda yapılan saldırı, sanıldığının aksine sadece Türkiye oligarşisine özgü bir tarz değildir.
Naziler, Sovyetler Birliği’ne saldırdığı sırada, Bulgaristan Parlamentosu’nda bulunan Komünist milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmış ve polise teslim edilmişlerdi. Üstelik milletvekillikleri düşmeden önce de tutuklanmışlardı. Bu tür benzerlikler, özellikle “Bizim ülkenin faşizmi başka yere benzemez; karşı durmak olası değildir.” biçiminde düşünme eğilimi gösterenler için önemlidir. Önemlidir; çünkü, faşizmi yenecek olanlar, faşizmin yenilebilirliğine kanaat getirmelidir. Tarihin hiçbir evresinde zulmün şiddeti, ezenlerin yenilmezliği için bir ölçü olmamıştır.
Halk yığınlarının aktif mücadeleye katılımının sağlanması, başarı için ne denli önemliyse, bu katılım öncesinde devrimcilerin, geleceği kazanacağına olan inançla yürütecekleri mücadele o denli önemlidir. Devrimcilerin özelliği, henüz ufukta görünmemiş de olsa; kurtuluşu, somut bir olgu olarak algılayabilmektir. Önderlik için bu nitelik, olmazsa olmaz koşuldur.
Kürt halkının bugün içinde bulunduğu açmazlardan biri de bu türden bir önderlikten yoksun olmaktır. Sonuçları itibarıyla birbirini tekrar eden ve hiçbir açılım getirmeyen ateşkeslerden birini daha gündeme getirmiş olmak, daha önce yaşanan ve saman alevi gibi sönen heyecan ve ilgileri bile tetiklememiştir.
Bilinmesi gereken gerçeklerden biri de ateşkesin başlı başına bir olumluluk taşımadığıdır. Bu tür adımlar yüklendiği işlev çerçevesinde değerlendirilir. Örneğin ateş salt sınıf düşmanına jest olsun diye kesilmişse; ya sınıf düşmanı yanlış tanınıyor ya da böyle bir sınıfsal fark/düşmanlık yok demektir. Kaldı ki öncekilerinde olduğu gibi son ateşkeste de iktidar çevrelerinden ateşkese gelen yanıtlar, bir şeyin değişmediğinin ilk belirtisi oldu. Başbakan sıfatıyla Tayip Erdoğan “Eğer başarabilirsek en iyisi kökünü kazımaktır” dedi. Tabii bu noktada ateşi kesenlerin hangi beklenti ve hesaplar içinde olduğu özellikle önemlidir. Gündem gazetesinde bu konuda bir dosya hazırlayan Doğan Çetin’den aktarıyoruz.
“Ordu ise bilinen tavrını sürdürüyor. ‘Silahlı tek bir terörist kalmayıncaya dek mücadelemiz sürecek.’ biçiminde ifade edilen tahrik edici açıklamalar eski yaklaşımın aşılmadığı, ateşkes sürecinin yeni bir yaklaşımla ele alınmayacağını ortaya koydu. Bu belli ki kimi çevrelerde de hayal kırıklığı yaratmış durumda .” (13 Ekim 2006)
İnsan ister istemez sorma ihtiyacı duyuyor; önce ateş kesilip ondan sonra mı bir şeyin değişip değişmediğine bakılıyor? Yukarıdaki ifade dosyada geçen bir ifade de olsa, önceki ateşkeslerde olduğu gibi bir duruşu/yaklaşımı ele veriyor. Ateşkesi ihtiyaç haline getiren veya ihtiyaçmış gibi öne çıkarıp kıymet kazandıran nedenler yanıtlanabildiği oranda, bugüne kadar ki tekrarların, başarısızlıkların ve çözümü halkın kendi gücü/örgütlülüğü dışında farklı güçlerde aramanın nedenleri de ortaya konmuş olacaktır.
PKK’nin içinde bulunduğu kronik çözümsüzlüğün nedenlerinden biri de sorunu devletin niteliği ile ilişkilendirmeyerek kişilere özel önem atfetmesidir. Halbuki Bush, Hitler, Mussolini gibi halk düşmanlarının dahi icraatlarının doğrudan kişisel özellikleri ile değil, sistemle ilişkilendirilmesi gerektiği hemen her kesim tarafından bilinen genel bir doğrudur. Türkiye’de adları değişen ama söylemleri aynı kalan başbakan, bakan ve genelkurmay başkanlarının yansıttığı duruş, sorunun “yetkili kişi” tercihinden öte olduğunu yeterince gösteriyor. Ancak tüm bu göstergelere rağmen PKK, “mücadele etmeyerek sorunu çözme” tercihinde bulunduğundan beri, sistem tarafından atılan hemen her adımdan olumluluk damıtma yoluna gitmiş ve her seferinde hayal kırıklığı yaşamış/yaşatmıştır. Son olarak, bugüne kadar alışılmışın dışında bir adım gibi görünen koordi natör atanması meselesi de PKK tarafından yanlış değerlendirilmiş, hatta çözüm bağlamında bir şey çıkmayınca dahi sorun, koordinatörün kişisel özellikleriyle, psikolojisiyle açıklanmıştır.
“Türkiye’nin atadığı koordinatör Edip Başer’in siyasal sürecin çok gerisinde kaldığı anlaşılıyor. Kürt sorununu çözme üzerine yoğunlaşma yerine ne kadar milliyetçi yaklaşım içinde olduğunu ortaya koyuyor. Ordunun üst kademelerinin söylemi dışına çıkmamaya çalışıyor. Bu emekli generalin açılım ve çözüm üretmeyen pozisyonda durmasının psikolojik nedenleri var. Geçmişte Kara Kuvvetleri Komutanı olacakken, emekliye sevk edilmesi bir kompleks yaratmış. Anlaşılıyor ki, bunu kendine bir güvensizlik olarak değerlendirmiş. Şimdi kendisinin ne kadar güvenilir ve milliyetçi olduğunu göstermek için PKK konusunda katı olduğunu gösterme ihtiyacı duyuyor. Bu Türkiye için talihsiz bir durum. Dolayısıyla koordinatör seçimi yanlış olmuştur. Bu tür kompleks içinde olanlar, bunun psikolojisiyle hareket edenler, gerçekçi ve doğru tutum takınamazlar.
Duygularıyla hareket ederler. Edip Başer’in tüm tutumu ve sarf ettiği sözler bunu doğrulamaktadır .” (Mustafa Karasu, Gündem, 13 Ekim 2006)
PKK koordinatörünün işinin Kürt Sorununu çözmek değil PKK’yi tasfiye etmek olduğu ilk günden açıkça ifade edildiği halde, ondan çözüm beklemek ve o yönde adım atmamasını psikolojik nedenlere bağlamak; soruna sınıfsal çerçevede bakılmadığı takdirde yaşanabilecek çarpıklıklara dair verilmesi gereken özel bir örnektir. Kaldı ki koordinatörlük olgusu bir bütün halinde biçimseldir, işlevsel değildir ve dolayısıyla o kişilerin tercihlerini çokça aşmaktadır.
Bilindiği gibi PKK, Marksist çevrelerin sınıfsal uzlaşmazlığı ve dolayısıyla sınıflar mücadelesini abarttığını, bu sorunların çatışmasız da aşılabileceğini iddia etmekte ve sınıfsal çelişmenin yerini ekolojik sorunların aldığını ve bu sorunlar karşısında işçinin de patronun da aynı konumda olduğunu söyleyerek, uzun zamandır egemenlerden “bu gerçekliği kabullenerek”(!) çözücü adımları kendiliğinden atmalarını beklemektedir. Mustafa Karasu’nun yukarıdaki değerlendirmesinin hemen her satırında bu yaklaşımın izleri var. Ancak bilinir ki ezilenlerden yana tutum aldığını söyleyen bir yapı ezenlerin duruşunu ne denli hafife alırsa alsın ezenler her tarihsel kesitte ve her coğrafyada sınıfsal kimliklerine uygun biçimde hareket etmekte, hatta bu konudaki deneyimleri geliştirerek daha tavizsiz davranmakta ve ezilenlerin edilgenliğini veya uzattıkları uzlaşma elini olsa olsa amaçlarına varmak için bir basamak, fırsat olarak kullanmaktadır. İşte bu gerçekliği ıskalayan, sınıfsal bakış açısını yitiren herkes, uzatılan ateşkes eline rağmen ezenlerin geleneksel tutumunda değişiklik olmamasını şaşkınlıkla karşılar ve Karasu’nun yaptığı gibi çözümsüzlükte ısrarı “görevlinin kişisel nitelikleriyle” açıklar.
Gerçekte ne ABD ne de Türkiye oligarşisi Kürt Sorunu’nu bir koordinatör’e bırakmış değildir. ABD bölgede çok daha kapsamlı projelerin adımını koordinatörü de aşan bir irade eşliğinde atmaktadır. Türkiye ile en çok gerildikleri nokta olması itibarıyla Kürt Sorunu üzerinde bir kopma/kırılma yaşamak yerine ABD zamana yayma, alıştırma ve hedefe en uygun yerden başlayarak gitmeyi tercih etmektedir. Oluşturulan koordinatörlüğün bir çeşit iki ülke arasında diyalogu resmileştirme adımı olduğu ve hatta “dikkate alınmamaktan kaynaklanan kompleksi” yumuşattığı da söylenebilir. Yani koordinatörün bu denli ciddiye alınması da PKK’nin duruşundaki zafiyetin ürünüdür.
KÜRT SORUNU’NDA DEMOKRATİKLEŞME “AF” SORUNUNA İNDİRGENEMEYECEK DENLİ KAPSAMLI BİR PROGRAMIN KONUSUDUR
Dikkat edilirse, bir süredir Kürt Sorunu üzerinde kopan fırtınaların da çözüm diye öne çıkarılan taleplerin de, hatta spekülatif içerikli haberlerin de odağında “af” konusu bulunmaktadır. ABD zaten Irak’a girdiği andan itibaren PÇDK dahil bölgedeki Kürt örgütlenmelerin ilgisini ve sempatisini çekmiş, o günden itibaren çözüme dair tüm hesaplar ABD bağlamlı olarak düşünülmüş, diğer bir ifadeyle çözüm ABD iradesine havale edilmiştir. Bu duruşun koşullarla, Saddam’ın Kürt düşmanlığıyla veya değişen dünya ile gerekçeleniyor olması gerçekliği değiştirmiyor. Demokratikleşme, Kürt halkının önünde bir sorun olarak dururken, önderlik iddiasındaki yapı, gündemine bu sorunun çözümünü değil, bir dönem bu sorun için mücadele etmiş örgütlü yapısını tasfiye ederek sistemle bütünleşmeyi almış durumdadır.
Burjuva basının ve dolayısıyla devletin Kürt Sorunu’nu Kandil Dağı’ndaki gerilla varlığıyla örtüştürmesi, meseleyi ABD’ye bombalattırılacak bir bölge veya ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilecek birkaç yöneticiden ibaret görmesi sınıfsal duruşu gereği anlaşılır bir durumdur. Anlaşılması güç olan nokta PKK’nin de kendisini bu tanımın içine sığdırmaya rıza gösterir konumda olmasıdır. Kürt Sorunu PKK’nin Kuzey Irak’taki gerilla varlığına indirgenince, sorunun çözümü de “af”la özdeş görülebiliyor. Bu nedenle de gerçekte Kürt halkının hiçbir sorununu çözme eğilimi taşımayan gerici bir teşkilatlanma olan AKP, ABD’nin bölgesel politikalarına yedeklenme sonucu da olsa, çözüm öznesi olarak ortaya çıkabiliyor. Kaldı ki meclisteki çoğunluğa dayanarak bir af çıkarmak dahi tek başına AKP’nin karar vereceği bir olgu değildir. Ve büyük olasılıkla gündeme taşınması dahi ortamı geren tartışmaları tetikleyecek ve gündemdeki pek çok sorunun gölgelenmesini beraberinde getirecektir.
İster af ister başka nedenlerle olsun, Kürt Sorunu’nun dikkate alınmasını sağlamanın ve tüm kutuplaşmalara rağmen gerginliği büyütmeden tartışabilmenin yolu, sorunu, diğer demokratik taleplerle beraber bir program kapsamında gündeme getirmektir. Bunun için, toplumda ciddi demokratikleşme talebinin olduğu bir dönemde, toplumun farklı kesiminden sınıf ve katmanların sürece ilişkin beklentilerini, uzun ve kısa vadeli hedeflerini gözeten ve bunları karşılıklı bir uzlaşma içinde çözmeyi hedefleyen bütünleştirici bir programa ihtiyaç vardır. Aksi takdirde bugün yapıldığı gibi kutuplaşmanın bir diğer tarafını oluşturarak hareket etmek çözümsüzlüğü büyütecektir. Belki bugün toplumdaki milliyetçi kutuplaşma ortak bir program etrafında duruş sergileyebilmeyi de belirli oranlarda engelliyor. Buna rağmen böyle bir programın çok kısa vadede olmasa bile en azından orta vadede toplumsal bir çatışma olasılığını da engelleyebileceği göz ardı edilmemeli ve bugünden böyle bir öngörü dahilinde sorumluluk yüklenilmelidir.
DEVRİMCİ HAREKET (Sayı:23, 2006 Kasım)