I – ÖZERKLİK TARTIŞMALARINA DAİR YÖNTEMSEL NOTLAR
Çok özel bir süreçten geçiyoruz. Bir travma, bir çeşit sol melankoli hali söz konusu. Deyim yerindeyse acılara tutunarak konuşuyoruz. Bunda Türkiye Kürdistanı’nda yaşananlar kadar, solda giderek yaygınlaşan özgüvensizliğin, dolayısıyla da günü kurtarma eğilimlerinin rolü var. Belki de tarihinde hiç bu denli reel politik, devrimci siyasetin, kimlik siyaseti de sınıf siyasetinin önüne geçmemişti.
Bu durum, ihtiyaç haline gelen tartışmalarda psikolojik ve duygusal değerlendirmelerin, politik değerlendirmeleri baskılamasını beraberinde getirirken, tartışmaların sağlıklı bir zeminde/içerikte yürütülmesini güçleştiriyor. Tam da bu nedenle, bugün hemen her yapının gündemine girmiş olan özerklik tartışmalarının daha sağlıklı, doyurucu ve üretken biçimde yürütülmesi için, günü kurtaracak açıklamalara değil, aceleye getirilmeyen ve mümkünse kolektif bir üretime ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyaç için ilkin meselenin yöntemsel boyutuna değinmeye çalışacağız.
Hakiki Sosyalistler’in yeni versiyonu mu?
Bugün gerçekte özü itibariyle sınıf ayrışmasına dayanan çelişmeleri Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek diye tanımlayan zeminde giderek bir yaygınlaşma söz konusu. Dikkatle bakıldığında bu duruşun yeni olmadığı görülür. Mesela Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, 1985’te yazdıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabında Radikal Demokrasi’den söz eder. Bugün yoğun biçimde bu tanımla ve yansıması olan duruşlarla karşılaşıyoruz.
Gerçekte bu nedir? Radikal Demokrasi, hakikaten Marksizme bir alternatif midir? İddia edildiği gibi Marksizm, kimlik sorunlarına değinmemiş midir; bu konuya kör ve sağır mıdır? Sanıldığının aksine bu bilimsel ve bütünlüklü öğreti içerisinde Yahudi Sorunu, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Kadın Sorunu, Köylü Sorunu, Din Sorunu işlendiği halde, Marksizm’e yönelik bir yok sayma ve itibarsızlaştırma söz konusudur. Benzer şekilde, halklar hapishanesi olarak bilinen Çarlık’tan sonra Sovyetler’in kimlikler konusunda da sağladığı mesafenin yok sayılması büyük haksızlıktır.
Böyle bir süreçte toplumun aklı ve yol göstericisi olması gereken sol, geçmişte hemen hiçbir yapının itibar etmediği fikirleri, ideolojik referanslarına bakmaksızın savunuyor. Yani bugün işimiz daha zor.
Bırakalım zorunlulukların bilincinde olup belirli bir amaç için değerlendirmeyi, bugün artık zorunluluklar bütün bir toplumu esir almış durumda. Kutuplaşmalar da saflaşmalar da sınıfsal ölçeklerden uzak kaygan bir zeminde yaşandığı için, hiç umulmadık kesimlerle yan yana gelinebiliyor. Güncel acil ihtiyaçlar öylesine bir baskılanma oluşturmuş durumda ki artık stratejik ufuktan (devrim hedefinden) söz edilemiyor; nasıl bir düzen amaçlandığı ve bunun bugünkü mücadele gerekleri tartışılamaz olmuş. Sendikalarda bile yoldaşlık, sınıf üzerinden değil kimlik üzerinden yapılıyor. Bu durum gerçekte, fikri ve fiili birikim sürecinde çok ama çok geriye düşmektir.
30 yıl öncesine gittiğimizde Ellen Wood’un “Sınıftan Kaçış”a dikkat çekişine ve “Yeni ‘Hakiki’ Sosyalistler” tanımı yaparak, radikal demokrasi perspektifli kimlik siyasetine karşı duruşuna tanık oluruz.
Kimlik siyasetiyle ilgili çok daha gerilere doğru bir takip yaptığımızda, 170 yıl önce yani 1845’te Marks ve Engels’in yazdığı Alman İdeolojisi’nde eleştirilen “Hakiki Sosyalistler”e ulaşırız. “Hakiki Sosyalistler”, sosyalizmi sınıf mücadelesinin sonucu olarak değil de sosyal çelişkilerin uzlaştırılması sonucu ortaya çıkacak sınıflar üstü bir teori olarak kabul eder. Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Wood da radikal demokrasi savunucularını ütopik sosyalistler ile sol Hegelcilerin eklektik karışımı olan bu “Hakiki Sosyalistler”le benzeştirerek “Yeni Hakiki Sosyalistler” olarak tanımlar. Yani biz bugün, Ellen Wood’un 30 yıl önce, Marks-Engels’in 170 yıl önce eleştirdiği “Hakiki Sosyalistler”in yeni versiyonu ile karşı karşıyayız.
Radikal demokrasi, parçalı mücadeleyi meşrulaştırır
Radikal demokraside köklü değişiklikler (devrim), dolayısıyla da sınıf tanımı/aidiyeti devre dışıdır. Kimlikler üzerinden parçalı (devrim düşünülmediği için parçalılık bir sorun olarak görülmez) bir mücadele söz konusudur. Amaç, düzeni değiştirmek değil insanileştirmektir. Gerçekte sınıflı toplumun ve giderek kapitalizmin ürünü olan kimlik sorunlarının bu düzen içinde çözüleceği varsayılır.
Gerçekte ise tersine kimlik siyaseti bakışı da, algıyı da, duruşu da darlaştırır ve parçalar. Bugün sendikaların parçalanmasının tek değilse de önemli nedenlerinden biri budur. Bu aynı zamanda sonucun nedenden koparılması, her sorunun en dar bağlamları içinde değerlendirildiği, dışavurumlarla yetinilen derinlikli olmayan bir duruş, bir kavrayıştır. Çelişmelerin dolayısıyla da çatışmaların sınıfsal bağlamlarından koparılarak kadın-erkek, Türk-Kürt, Şii-Sünni olarak tanımlanmasını beraberinde getirir. Bugün sınıf siyasetinin yerine kimlik siyasetinin geçmesinin, devrimci siyasetin reel politikle yer değiştirmesinin, dolayısıyla da örneğin Cizre meselesinde bütünlüklü bir değerlendirme ve duruş yerine bir çeşit travma halinin yaşanmasının sebebi budur. Bakışta ve yorumlayışta yanılgıya düşmeyi beraberinde getiren bu duruş, birleşik mücadele zeminini de zayıf düşürmektedir. Örneğin, toplum Kürt ölümlerine sağır demek eksik ve yanlış bir tanımlamadır. Toplum devrimcilerin ölümüne sağırdır. Özgecan için verilen tepkinin Dilek Doğan için verilmemesinin sebebi budur.
Özerklik, iktisadi süreçlerden kopuk ele alınabilir mi?
Hemen her konuda olduğu gibi özerklik meselesi de mücadelenin bütünlüğü, neden-sonuç ilişkisi ve çözüm diyalektiği içinde değil de öznelleşmiş dar tanımlar ve bağlamlar içinde ele alındığı için, yapılacak değerlendirmelerde öncelikle “Hangi Özerklik?” sorusuna yanıt arayarak başlamak gerekiyor.
Özerklik, mevcut iktisadi politik sistemden bağımsız, başlı başına ele alınıp değerlendirilebilecek bir olgu değildir; atfedilecek olumluluk da yapılacak eleştiriler de iktisadi yapıyla ilişki içinde bir değerlendirmeyi gerektirir. Yani sosyalizmde de kapitalizmde de özerklik mümkündür. Bir çeşit görece bağımsızlık veya diğer bir ifadeyle görece bağımlılıksa özerklik; “nereye bağımlılık, kime göre, nasıl” gibi sorular ihtiyaç haline gelir. Hangi merkezin yereli olunduğu, ilişki özerkleşse de önemlidir, hatta nitelik belirleyicidir.
Bugün yapılmakta olan tartışmalarda sapla samanın karışmasının; Osmanlı’dan da Avrupa’dan da örnek verilerek konunun iktisadi sistemden bağımsız başlı başına bir olumluluk içeriyormuş gibi ele alınmasının nedeni budur.
Sanıldığının aksine, tüm özerkliklerde bir “merkez” ilişkisi, dolayısıyla da bir üretim ilişkisi vardır. İdari boyutta da olsa merkezle ilişki devam etmekte, hatta yerelleşmenin merkezi politikalarla uyumunu gözeten bir planlama eşliğinde gündeme getirilmektedir. Böyle bir planlama örneğin, kolektif mülkiyete geçmiş bir ülke için (Küba vb.) sağlıklı sonuçlar üretirken, hatta demokratik yapılanmanın devamının güvencesi sayılırken; İspanya, İngiltere veya muhtemel Türkiye için, kapitalizmin dolayısıyla sömürü ilişkilerinin devamının güvenceye alınması anlamına gelmektedir.
Bir süredir özerkliğin (kapitalist özerklik) sermaye güçleri tarafından istenmesinin hatta yer yer dayatılmasının sebebi, sermaye hareketlerinin esnekleştirilmesi, dolayısıyla da önündeki engellerin azaltılmasıdır. Türkiye’de 2004 yılında gündeme getirilen Kamu Yönetimi Temel Kanunu da bu kapsamda bir adımdır. “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, Dünya Bankası ile imzalanan Kamu Sektörü Kalkınma Politikası Kredisi (PPDPL-Programatic Public Sector Development Policy Loan) serileri içinde önemli bir yere sahiptir. Kamu sektörünü piyasalaştırmayı, dolayısıyla da tekellerin insafına bırakmayı amaçlayan bir düzenlemedir.
Emperyalizmin, güçlü merkezi devletler yerine daha zayıf birimlerle muhatap olmayı tercih ettiğini gösteren adımlara giderek daha sık rastlanmaktadır. Ancak bu alanda, 20 yıldır varlığını sürdüren Bosna-Hersek kantonlarından Katalonya veya Bask’taki özerkliğe kadar halkların yararına sonuç doğurmuş; eşitlik ve özgürlük yönünde bir arpa boyu yol alınmasını sağlamış tek bir örnek yoktur.
Özetle, özerkliğin hangi iktisadi zeminde tartışıldığına bakılmalıdır. Kapitalist üretim tarzındaki özerklik ile üretim araçlarının kolektifleştirildiği sosyalist üretim tarzındaki özerklik bir ve aynı değildir. Lenin’in özerklikten söz ederken “demokratik bir devlet”in gerekliliğine dikkat çekmesinin nedeni budur. Ve daha da önemlisi, burjuvazinin demokratik taleplere önderlik etme niteliğini bütünüyle yitirdiği emperyalizm koşullarında, “sınıfsal kurtuluştan ayrı bir ulusal kurtuluş mümkün müdür?” sorusu üzerinde durulmalıdır. Bu tartışma, günümüzde ulusal sorunun biçimlenişinden proleter devrimler çağında (yani emperyalizm koşullarında) çözümden ne anlaşılması gerektiğine kadar kapsamlı bir çerçeve içinde yapılmalıdır.
II – GÜNÜMÜZDE ULUSAL SORUNUN BİÇİMLENİŞİ
Emperyalizm tarafından dünyanın pazar olarak paylaşımının tamamlandığı ve emperyalizmin (emperyalist sömürünün) bizimki gibi ülkelerde “içsel” bir olgu niteliği kazandığı günümüzde, ulusal sorunun çözümü nasıl olacaktır?
Günümüzde emperyalizmden bağımsız bir burjuvazi düşünülemez. Kapitalizmin tekelci bir nitelik kazanması ve bu tekellerin emperyalist tekellerle bütünleşmesi, Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin en belirgin özelliğidir. Bu koşullarda burjuvazinin bir “ulusal pazar” kavgasından bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde, diğer demokratik talepler gibi ulusal sorunun, burjuvazi önderliğinde çözümü olanaksızdır.
Bağımlı ulus burjuvazisi, genellikle egemen ulus burjuvazisi ile bütünlük içinde, emperyalist sömürüden pay kapmak için mücadele eder; dolayısıyla kendisi de emperyalist sömürünün bir aracıdır. Bu doğrultuda kendi kâr payını artırmak için diğer burjuva katmanları ile büyük bir rekabet halindedir. Bazı özel hallerde, bağımlı ulus burjuvazisi, emperyalist sömürüden aldığı payı artırmak için “ulusal devlet” doğrultusunda siyasal tercihte bulunabilir. Ancak, bu tercih, söz konusu ulusun demokratik talepleri için yapılan bir tercih değil, kendi sınıfsal talepleri için yapılan bir tercihtir. Bu nedenle, ezilen ulus açısından “ulusal sorun”un çözümünde bir model ya da alternatif oluşturamaz.
Günümüzde ulusal sorunun, burjuvazinin bir pazar sorunu olarak görülemeyeceğini, bu çerçeveden bakılamayacağını bilmek, doğru bir yaklaşım geliştirebilmek açısından önemlidir. Bunun yanında, üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer nokta da; halkların emperyalizme karşı mücadelesinde “ulus devlet”in ve “ulusal” eksende sürdürülen mücadelenin ne kadar demokratik olabileceği, ulusal sorunun çözümüne ne denli olanak sağlayabileceğidir. Kısaca diyebiliriz ki, Marksist ölçekler, sınıflar mücadelesinin gereklerine göre değil uluslara göre duruş sergileyen (örgütlenen) bir hareketin, halkı gerçek özgürlüğe taşıma şansının olmadığını tanımlar. Temel olan, sınıflar mücadelesidir. Ulusal sorun, buna tabi olarak ele alınır.
Günümüzde ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin bir parçası olarak görülmelidir. Bir toplumda hâlâ çözülememiş bir ulusal sorun varsa, tek başına bu bile gündemdeki devrim aşamasının “sosyalist” değil “demokratik” devrim olduğunu kanıtlar. Mesele, ulusal sorunun ve bu doğrultudaki demokratik taleplerin çözümü de dahil, tüm toplumu demokratikleştirecek bir demokratik devrimdir; sosyalist devrimin de kimi görevlerini üstlenecek olan demokratik devrim; hatta bazı burjuva katmanların ve küçük burjuvazinin de katılacağı bir demokratik devrim…
Kürt sorununda, bu perspektif dahilinde önemli olan, sürdürülen mücadelenin niteliği ve hedefleridir. Mümkündür ki, ezilen ulus burjuvazisi de emperyalizmle daha yakın ilişkide bulunmak ve emperyalist sömürüden aldığı payı arttırmak, dolayısıyla da pazarını korumak için mücadele edebilir; bu onun sınıfsal karakteri gereğidir. Ama özgürlük hareketinin mücadelesi; niteliği, içeriği, hedefleri, araçları ile burjuvazinin beklentilerinin, hedeflerinin ötesine geçebiliyorsa, gerçekten demokratik bir açılımı Kürt halkına vaat edebiliyorsa, “burjuva hareketi” olmanın ötesine geçer. Sorun, mücadelenin görünen biçiminde değil, gerçek demokratik niteliğindedir.
3.Bunalım Dönemi’nde, emperyalizmle ilişkilerin sonucu, ulusal sorunun ve bunun gibi önemli demokratik hedefleri içeren sorunların çözümünde burjuvazinin artık bir engel olduğu bilinmektedir. Bu sorunları ancak, toplumu bir bütün olarak demokratikleştirmeyi hedefleyen bir siyasal güç çözebilir. Bu da ancak işçi sınıfı olabilir. Bu nedenle devrimciler, ulusal sorunun çözümünü devrim sorunu olarak algılar.
“Sorun şöyle konulmalıdır: ezilen ülkelerin devrimci kurtuluş hareketinin devrimci olanakları artık tükenmiş midir, tükenmemiş midir? Ve eğer tükenmemiş ise, bu olanakları, proletarya devrimi yararına kullanmak, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin emperyalist burjuvazinin yedek gücü olmalarını önleyip devrimci proletaryanın yedek gücü olmalarını, proletaryanın müttefiki olmalarını sağlamak umudu var mıdır?
Bu soruyu Leninizm olumlu olarak yanıtlıyor, yani ezilen ülkelerin ulusal kurtuluş hareketinde devrimci olanakların varlığını tanıyor ve ortak düşmanın devrilmesinde, emperyalizmin devrilmesinde bu olanaklardan yararlanmanın mümkün olduğuna inanıyor. (…)
‘Egemen’ ulusların proletaryasının, ezilen ve bağımlı halkların ulusal kurtuluş hareketini bütün azmi ile ve etkin olarak destekleme zorunluluğu bundan ötürüdür. Kuşkusuz ki bu, proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel ve somut durumunda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir. Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır.” (Leninizmin Sorunları-Stalin, s.63-64, abç)
“ULUSAL SORUNUN ÖZÜ PAZAR SORUNUDUR” ÖNERMESİ
TARİHSEL BAĞLAM İÇERİSİNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalizmin gelişimi ile uluslaşma sürecinin ortaya çıkışı zamandaş olmuştur; kapitalist gelişim, uluslaşma sürecini hızlandırmıştır da diyebiliriz. Feodal parçalanmışlık ve kapalı ekonomik yapı tarafından belirlenen koşullarda, “dil, toprak, ekonomik yaşam ve ortak kültür biçiminde beliren ruhsal biçimlenme birliği ile tarihsel süreçte oluşan insan topluluğu” demek olan ulusların ortaya çıkması olanaksızdı. Ancak kapitalizmin gelişimi ile birlikte artan meta üretim süreci ve pazar sorununun yarattığı ilişkiler, ortak dilin oluşum sürecini hızlandırmış, üzerinde yaşam sürdürülen toprağın tümünün “pazar” olarak görülmesi de toprak bütünlüğünü dayatmıştır; topraklar, artık sadece bir “pazar” değil, aynı zamanda “vatan”dır.
Bu nedenle, ulusların ortaya çıkışı ile kapitalizmin ve burjuvazinin ortaya çıkışı, hemen hemen zamandaş bir süreçtir. Ve burjuvazi açısından “ulus” ve “yurt” kavramları, “pazar” sorunu çerçevesinde ele alınmış; ulusal çitlerin ve sınırların belirleyici olduğu “ulus devlet” modeli toplumlara dayatılmıştır. Ulus devletler, daha çok burjuvazinin çıkarlarına denk düşen yapılanmalardır. Burjuvazi için, yaşamın üzerinde sürdüğü topraklar kendi pazarı olduğu sürece “vatan”dır; devlet, kendi pazarını güvence altına aldığı sürece kendi devletidir.
Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişimi ile ulus devletlerin ortaya çıkışı aynı döneme ait gelişmelerdir. Bazı özgünlüklerle birlikte, genellikle ulus devletler, burjuva demokratik devrimi ile kendilerini ifade ederler.
Günümüzde ise, kapitalist üretim biçiminin hemen hemen tüm dünyada egemen olması ile birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğe (dil, toprak, vb.) sahip tüm insan toplulukları, halklar, ulus niteliğini kazanmışlardır. Ulus niteliğini kazanmak, burjuva demokratik devrimi ile ilintili değildir; uluslaşma sürecini tamamladığı halde, burjuva demokratik devrimini yapmamış ülkeler olabilir (Türkiye, İran vb.). Burada asıl sorun, “bağımlı ulus” konumundan kaynaklanıyor. Bir toplum, uluslaşma sürecini tamamladığı halde, bağımlılık ilişkisi nedeniyle ulusal devletini oluşturamıyorsa, bu noktada ulusal bir sorun vardır. Egemen ulusun, burjuva demokratik devrimini tamamlamış olması durumunda, ulusal sorun da çözümlenmiş olacaktır. Burjuva demokratik devrimin yapılmamış olması, ulusal sorunun ortaya çıkışında önemli bir etkendir. Kısacası, burjuva demokratik devrim olmadan uluslaşma süreçleri tamamlanabilir, uluslar ortaya çıkabilir.
Geçmişten bugüne Kürdistan’daki gelişmeler tarihsel perspektif içinde incelenir ve mesele, bir kavram tartışmasıyla boğulmazsa, bugün için bir “pazar sorunu”ndan ne denli söz edilebileceği, açıklıkla ortaya çıkar.
Kürdistan’ın kapitalist üretime geçişi çok yeni bir olgudur. 1960-70’li yıllarda yaygın olarak bu bölge kapitalizm ile tanıştı; mücadelenin başlangıcında da burjuva eğilimler oldukça yaygındı. Günümüzde Türk ve Kürt burjuvazisi arasında pek yoğun olmamakla birlikte ekonomik, siyasi ve ideolojik alanda mücadelenin varlığından bahsedilebilir. Örneğin, sınır ticaretine pek iyi bakmayan burjuva katmanları, kaybedilen birkaç milyar dolarlık pazardan söz ediyor. Bu bile bir tartışma ve çatışma konusudur. Ancak, burjuvazi önderliğinde gelişecek bir hareketin, özgürlük mücadelesi olmayacağı bir gerçektir. Burjuvazi, emperyalizme karşı mücadeleyi de içeren gerçek bir özgürlük mücadelesinde yer almayacağına göre; geliştirilmesi gereken mücadele, Kürt halkının özgürlük mücadelesidir ve doğal olarak bunun “pazar sorunu” ile ilintisi olmayacaktır.
Aynı şekilde, geçmişte Kürdistan coğrafyasında yaşanmış olan ayaklanmaların da “pazar sorunu” ile bir ilintisi yoktur. Bu isyanlarda, merkezi otoriteye karşı kaybedilmek istenmeyen ayrıcalıklar, önemli bir etkendir. Bunun yanında; Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim isyanları yakından incelenecek olursa, görülecektir ki, “ulusal zulme karşı başkaldırı” hepsinde bulunan ortak bir niteliktir. Talepleri arasında dini, feodal öğelere rastlanması, onların bu özelliğini değiştirmez. Diğer bir ifadeyle, demokratik muhtevasını ortadan kaldırmaz.
“Genel olarak ulusal hareketlerin niteliği hakkında aynı şeyi söylemek gerekir. Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun kuşku götürmez devrimci karakteri ne kadar göreli ve kendine özgü ise, belirli bazı ulusal hareketlerin mümkün gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter öğelerin varlığını, hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi programının varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir mücadeledir; çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar.” (age, s.64-65)
Görüldüğü gibi hareketteki demokratikliğin akla gelen en öncelikli ölçütü, emperyalizme karşı olmasıdır; emperyalizmi zayıflatmasıdır.
ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
GEÇERSİZLEŞMİŞ MİDİR?
UKKTH’nın kimi yapılar tarafından ayrılmayı mutlaklaştıracak biçimde yanlış yorumlandığına daha önce de değinmiştik. “Ayrılma”, ulusal sorunun çözümünde bir yöntem olmakla birlikte, “tek” yöntem ve biçim değildir. Anımsanacak olursa PKK, mücadelenin belirli bir döneminde ayrılmayı mutlaklaştıracak bir yorumda ısrar etti. Bunda özellikle “Kürdistan’ın parçalanmışlığı”, “batı”daki sol hareketin güçsüzlüğü” vb. biçimde açıklanan gerekçelerin yanında, “Kuzey Irak’taki elverişli durum”(!) gibi açıklanmayan nedenler de etkili idi. Ancak bir süredir, Kuzey Irak’taki çıkmaz dahil çeşitli nedenlerle, ayrılmanın mutlaklaştırılmasının yanlışlığı anlaşılmış görünüyor. Ne var ki bu noktada, UKKTH’nın geçersizliği gibi diğer uçtaki bir yanlışlığın gündeme gelmesi olasılığı da göz ardı edilmemelidir.
UKKTH ve ulusal sorunun çözümü, her zaman için genel teorik ilkelerden çok, öznel sorunların ön plana çıktığı özgül çözüm biçimleri içermiştir. Ulusal sorunun çözümünde bölgesel, yerel sorunlar, genellikle teorik çözümlemelerin önüne geçmiştir. Bu nedenle ulusal sorunda çözüme dair katı teorik formülasyonlar yerine, çok genel teorik tanımlamalarla yetinilmeli; biçime ilişkin ayrıntılardan kaçınılmalıdır. Bu, sorunun pratik boyutuna dair ustalıklı bir uygulama olarak algılanmalı; belirsizliğe veya tahrifata açıklık olarak değerlendirilmemelidir. Günümüzde UKKTH, en demokratik haklardan biri olma niteliğini korumaktadır.
Ulusal sorunun çözümü, her dönemde çok karmaşık biçimler almıştır. Demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde bile çözümlenmemiş sorunlar vardır (İngiltere’de İskoçya, İrlanda sorunu; Fransa’da Normandiya, Korsika vb.). Demokratik devrimini yapmamış ülkelerde sorun daha da karmaşıktır. Özellikle emperyalizm olgusu, sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır.
Burjuvazi, ulusal sorunun yarattığı güçlü demokratik talepler, sistemi tehdit eder boyutlara ulaştığında sınırlı iyileştirmelerle/demokratik kazanımlarla güçlü talepleri pasifize etmeyi amaçlar. Bazen görünürde oldukça radikal “çözümler” burjuvazi tarafından gündeme getirilir. Örneğin Kosova meselesinde veya eski sosyalist ülkelerin parçalanması sürecinde, “ulus devletler”in oluşumunun burjuvazi ve emperyalizm tarafından desteklenmesi, çıkarları gereğidir. Burada önemli olan genel-özel ilişkisidir. Emperyalizmin çıkarları için özelde farklı tavırların sergilendiği görülür. Globalleşen emperyalist sömürü mekanizması içinde küçük “ulus devletler”, emperyalizme eşsiz olanaklar sağlayabilir. Bu türden “çözüm”ler, kuşku yoktur ki halkların özgürlük özlemini gidermeyecektir.
Günümüzde, emperyalizmin tercihleri/eğilimleri açısından ele alınacak olursa, çeşitli biçimlerde gelişebilen ulusal sorun ve UKKTH konusunda, Öcalan’ın yeni bir paradigma eşliğinde geliştirdiği yaklaşım ve çözüm önerileri başlı başına bir tartışma konusudur. Ancak en genel anlamıyla söylersek, bugün Ortadoğu’daki konjonktür, bir basamak olarak görülmekte ve bölgedeki emperyalist denklemler içinde bir aktör olarak yer alma perspektifiyle hareket edilmektedir. Sorunun bu boyutuna özerklik tartışmaları içinde daha ayrıntılı biçimde yer vereceğiz.
“Eskiden, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmaları ilkesi, genellikle, yanlış yorumlanırdı; bu ilkenin, ulusların özerklik hakları derekesine düşürüldüğüne sık sık tanık olunurdu. Bazı İkinci Enternasyonal önderleri, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkını, kültürel özerklikle yani ezilen ulusların siyasal iktidarının tamamını egemen ulusun elinde bırakarak, kendi kültürel kurumlarına sahip olma hakkıyla bir tutmaya kadar işi vardırdılar. Böylelikle, kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri fikri, ilhaklara karşı mücadele silahı olmaktan çıkıyor, ilhakları meşru gösterme aracı olma tehlikesine düşüyordu. Artık bu karışıklığın ortadan kaldırıldığını söyleyebiliriz. Leninizm, ulusların kendi kaderlerini tayin etme kavramını, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halklarının egemen devletten tamamıyla ayrılma hakkı, ulusların bağımsız devlet olarak yaşama hakkı biçiminde yorumlayarak, bu kavramı genişletti. Böylelikle kendi kaderini tayin etme kavramını, özerklik hakkı biçiminde yorumlayarak, ilhakları meşru gösterme olanağı giderilmiş oldu.
(…)
Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri sorunu tecrit edilmiş, kendi kendine yeten bir sorun değildir; bütüne bağlı ve bütün içinde ele alınması gereken proletarya devriminin genel sorununun bir parçasıdır. 1840-1850 yıllarında Marx, Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketini destekledi ama Çeklerin ve Güney Slavların ulusal hareketine karşıydı. Niçin? Çünkü o zaman Çekler ve Güney Slavları ‘gerici halklar’, Avrupa’da ‘Rus ileri halkları’, mutlakiyetin ileri karakolları idiler; oysa Polonyalılar ve Macarlar, mutlakiyete karşı mücadele eden ‘devrimci halklar’ idiler, çünkü o zaman Çekleri ve Güney Slavlarını desteklemek demek, dolayısıyla Avrupa’da devrimci hareketin en tehlikeli düşmanı olan çarlığı desteklemek demekti. Lenin der ki: ‘Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye düşmesi olanağı vardır; o zaman parça atılır.’” (age, s.61-62-64, abç)
Görüldüğü gibi söz konusu olan ulusal sorunun çözümü de olsa, proletarya devriminin genel sorununun bir parçası olarak, dolayısıyla sınıfsal bir perspektifle ele alınmakta ve mücadelenin genel çıkarları/ölçüleri açısından tartışılabilmektedir. Yani bu konuda bir dokunulmazlık/bir kutsiyet, “bırakın nasıl istiyorsa öyle yapsın” yaklaşımı geçerli değildir; desteklemeyi de desteklememeyi de gerektiren ölçüler söz konusudur. Savunulması gereken hakkın kendisidir, ölçüsüzce her türden kullanılış biçimi değildir.
III – ÖZERKLİĞİ DOĞRU ANLAMAK
Özerklik, demokratik çözümden ne anlaşıldığıyla doğrudan ilintilidir
Gerçekte bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında demokratik özerklik üzerinden yürütülen tartışma, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik”ten ne anlaşılması gerektiğini de kapsayan, sadece ulusal sorunun değil bir bütün halinde toplumsal sorunların nasıl çözüleceğine dair temel önemde bir tartışmadır; birbiriyle köklü farklar içeren iki ayrı paradigmanın, sorunlara yaklaşımındaki farkların dışavurumudur. Bu nedenle, çeşitli hassasiyetler gerekçe gösterilerek fikrini belirtmede tereddüt etmek, bırakalım eleştiriyi kaygı belirtmede bile çekinceli davranmak, Kürt halkının yararına değildir.
Yöntemli ve devrim ufuklu bir perspektifle yaklaşıldığında akla, “Kürt sorununun çözümünden ne anlaşılıyor olacak ki bunun özerklik ilanıyla sağlanabileceği düşünülüyor?” sorusu geliyor.
Meseleyi sorular eşliğinde irdelemeye devam edelim;
Eşitlik ve özgürlük amacı içermeyen bir çözüm olabilir mi?
Kapitalizme ait sınıf ilişki ve çelişmelerinin devamına imkan tanıyan özerklikle, eşitlik ve özgürlüğün sağlanması mümkün müdür?
Eşitlikten, yasalar karşısında biçimsel eşitliği değil, üretim araçlarının mülkiyeti bağlamındaki eşitliği anlıyorsak; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve artı-değer sömürüsü devam ettiği sürece, eşitlik söz konusu olabilir mi?
Eşitliğin olmadığı yerde, özgürlükten yani haklarını engelsiz biçimde kullanabilmekten söz edilebilir mi?
Gerçekte bugün var olan sınıf ilişkileri korunarak, pazarlıkla varılacak sonuç, olsa olsa özerk bölgelerde kendi kapitalizmini kurmaktır. Mülkiyet ilişkilerinin değişmediği koşullarda, kültürel kimi haklara ek bir yerel parlamento olsa dahi bu, egemen sınıfların bölgedeki siyasal karar mekanizması olacak, onların sınıfsal çıkarlarına halel getirebilecek kararlar alamayacaktır. Çünkü meclise kadınların kotayla girmesi veya dini ve etnik yapıların nüfusu oranında kendini temsil etmesi, ezilen sınıfların temsili anlamına gelmemektedir.
Egemen sınıflar açısından mesele, özerklik veya bağımsızlık değil, egemenlik ilişkileridir. Kuzey Irak’ta olduğu gibi bağımsızlık, Türkiye egemenleri açısından da sorun değildir. Bir başka örnek olarak Rojava da, bugüne dek girdiği angajmanlar eşliğinde ABD açısından bir sorun teşkil etmiyor.
Öyle görünüyor ki Kürt sorununda demokratikleşmeyi sınıfsal çelişmelerden yalıtılmış biçimde ele alan kavrayışta, ulusal sorunun burjuvazinin bir pazar sorunu olmasından yola çıkılıyor. Evet, belki ulusal sorun yukarıda da inceleme konusu yaptığımız gibi, tarihsel olarak ortaya çıkışı itibariyle burjuvazinin önderlik ettiği bir pazar sorunuydu. Ancak bugün artık ulusal sorunun bir pazar sorunu değil bir demokratik haklar sorunu olduğunu, dolayısıyla da mücadelenin eşitlik ve özgürlüğü kapsamak zorunda olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim ülkemizde bugün artık demokratik devrim, kırda toprak sorununun çözümünün bir aracı olmaktan çok, demokratikleşmeyi hedefleyen bir araçtır.
Özerklik, iktisadi süreçlerden kopuk ele alınamaz
veya
Sınıfsal kurtuluştan bağımsız ulusal kurtuluş olamaz
Öncelikle özerkliğin hangi iktisadi zeminde tartışıldığına bakılmalıdır. Kapitalist üretim tarzındaki özerklik ile üretim araçlarının kolektifleştirildiği sosyalist üretim tarzındaki özerklik bir ve aynı değildir. Mesele basitçe yerellikle, yerel inisiyatifle açıklanamaz. Hatta diyebiliriz ki sosyalizmde bile özerklik, bütünüyle sorunsuz bir ilişkilenme değildir; çünkü sosyalizm, merkezi planlamayı gerektirir. Örneğin Küba’da, yerel yapıların güçlendirilmesine ve toplum tabanlı inisiyatiflerin geliştirilmesine özel bir önem veriliyor. Ancak aynı Küba, yerel ölçekli ekonomik ve sosyal planların oluşturulmasında merkezi planlamayla uyum zorunluluğunu da sürekli olarak gözetiyor. Özetle, merkezi planlamasız sosyalizm olmaz, sosyalizmsiz de özerklik olmaz. Ulusal sorun, ister bağımsızlıkla isterse özerklikle çözülsün, ortaya çıkacak yapının demokratikliği, bölgedeki sınıf ilişki ve çelişmelerine bağlı olacaktır. Dolayısıyla da bu türden tercihler, devrim sonrasının yani mülkiyetin kolektifleştirilmesi sonrasındaki sürecin sorunudur.
Ancak bu genel doğrulara rağmen bugün sanki tarihsel olanla güncel olan, güncel olanla stratejik olan birbiriyle ilişkilendirilemiyor; sınıfsal bakış açısı, günü kurtaran pragmatizmle ikame ediliyor. İşte tam da bu yöntemsel kavrayış sorunu sebebiyle, emperyalizm koşullarında sınıfsal kurtuluştan bağımsız olarak ulusal kurtuluş mümkünmüş gibi değerlendirmeler yapılıyor. Kürt sorunu statü talebi olarak görülüyor. Dolayısıyla da özerkliğin, böyle bir sorun için en uygun çözüm olduğu sonucuna varılıyor. Nitekim Leyla Zana da Erdoğan’la görüşmesi halinde Kürtler için idari ve siyasal statü talebinde bulunacağını söylüyor.
“Kürt sorunu mutlaka çözülmeli ama bunun Kürt emekçilerinin emekçi olarak kurtuluşu anlamına gelmediğinin unutulmaması gerekiyor,” gibi ifadeler, emperyalizm koşullarında hâlâ sınıfsal kurtuluştan bağımsız bir ulusal kurtuluşun mümkün olduğu varsayımı üzerine oturuyor. Burjuvazinin bütünüyle gericileşip bu türden demokratik taleplere öncülük etme niteliğini yitirdiği emperyalizm koşullarında, Lenin’in artık ulusal sorun dahil tüm demokratik talepleri proleter devrim kapsamında sorunlar olarak tanımlamasının nedeni budur. Yani aslında bugünkü tartışma, Lenin’in emperyalizme dair yaptığı proleter devrimler çağı tanımlamasına yönelik bir tartışmadır; iki farklı devrim anlayışının hatta iki farklı paradigmanın kavranışıyla ilintilidir. İlginç gelebilir ama sınıf paradigmasını reddeden ve onun yerine mevcut koşullarda “kazan-kazan” ilişkisi içinde çözüm öneren Öcalan, Leninizm’in bu konudaki temel teorik tezlerini reddetmeden özerkliği uygulanabilir en gerçekçi çözüm olarak görenlerden daha tutarlı duruyor.
Hangi özerklik?
Demokratik özerklikle bir halk kendi kaderini tayin mi ediyor; yoksa bu, toplumsal dönüşüm bağlamında doğruluğu kanıtlanmış pek çok önermeyi yok sayarak sosyalizme yatay geçişi öngören bir ütopik yaklaşım mıdır? Solun bu mesele karşısındaki duruşu ve yaptığı değerlendirmeler, kafaların yeterince net olmadığını gösteriyor. Çünkü demokratik özerklik, Kürt halkının kaderini tayin etmesi bağlamında dillendirilse de, “Demokratik Ekolojik Paradigma” dikkatle incelendiğinde görülecektir ki devrime alternatif, dolayısıyla da sosyalizme yatay geçiş için bir model olarak da düşünülmektedir.
Genel anlamda söylersek, Stalin (Lenin’in de sık sık gönderme yaptığı) “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı çalışmasında, özerklik meselesine geniş ve açık biçimde yer verir.
“İlk göze çarpan şey, tamamen anlaşılmaz ve kesin olarak haksız bir şekilde ulusal özerkliğin ulusların kendi kaderini tayin hakkının yerine geçirilmesidir. İki olasılık var: Bauer ya kendi kaderini tayin hakkının ne anlama geldiğini idrak edememiştir, ya da idrak etmiş ama bazı gerekçelerle kendi kaderini tayin hakkının anlamını kasten daraltmıştır. Çünkü şunlar kesindir: a) Ulusal-kültürel özerklik, mantıken çok uluslu devleti gerekli kılarken, kendi kaderini tayin hakkı çok uluslu devlet iskeletinin dışına çıkar. Ve b) Kendi kaderini tayin hakkı bir ulusa bütün haklarını verirken, ulusal özerklik sadece kültürel haklarını verir.” Ancak bu genel tanım, bugün Kürt sorunu bağlamlı olarak gündeme getirilen demokratik özerklik tartışmasını anlamak ve sonuçlandırmak için yeterli değildir. Konunun tartışılması çeşitli nedenlerle çeşitlenmiş ve boyutlanmıştır.
Sanıldığının aksine, komünal bir yaşama yatay geçişi öngören, devrimsiz devrim anlamına gelen söz konusu model, daha önce duyulmamış yeni bir model değildir. Robert Owen’in “kooperatifçi sosyalizmi” de ekolojik anarşist Bookchin’in “liberter belediyecilik/topluluk demokrasisi” anlayışı da, Tolstoy’un gençlik yıllarında Proudhon’dan etkilenerek savunduğu “köylü komünleri” meselesi de bugün demokratik özerkliğe yüklenen işlevlere benzer nitelikler taşımaktadır.
Sistem içi çözüm bağlamında dönem dönem işaret edilen bir diğer araç da Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’dır. AYYÖŞ, demokratikleşme için idari ve mali yerelleşmeyi yeterli bulan bir perspektif üzerine oturmaktadır. Evet, belki böyle bir yerelleşme bölgedeki belediyelerin yetkisini artırabilir, ancak bu siyasi bir statü anlamına gelmediği gibi Kürt halkının ulusal temeldeki haklarını dahi karşılamayacaktır. Daha da önemlisi, bu türden uygulamalar gerçekte tekellerin, küçük ölçekli yönetim birimleri oluşturup onların üzerinde daha güçlü biçimde tahakküm kurma amacından bağımsız değildir.
Bugüne dek Avrupa coğrafyasında yaşanan özerklik deneyimleri de, ekonomik planlamadan koordinasyona veya etnik zemindeki gerilimleri büyüten rolüne kadar (neden çözüm olamayacağına dair) çeşitli açılardan öğretici olmuştur.
Sosyalizme yatay geçişi öngören özerklikle Fatsa’nın benzerliği var mıdır?
Evet, belki halkın yönetime katılımını öngören alternatif iddialı tüm toplumsal projeler arasında ortak noktalar bulunabilir. Ancak Fatsa ile bugün Kürt hareketi tarafından savunulan özerklik arasında biçimsel açıdan bile benzerlikler kurmak zordur. Fatsa, demokratik halk devriminin bugünkü gerekleri açısından gündeme getirilirken, özerklik devrimsiz bir geçişin aracı olarak işlevlendirilmiştir.
Gerçekte Fatsa, farklı bir devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzının ürünü olarak, “öz örgütlenme + cephesel örgütlenme” perspektifiyle gündeme getirilmiş bir önermedir. O güne dek yaşanmış sosyalizm deneyimlerinde rastlanan bürokratikleşmeyi aşmayı, halkın bugünden başlayarak halk iktidar organlarının nüvelerini oluşturmasını amaçlayan ve süreçte giderek daha aktif biçimde rol almayı öngören stratejik bir yaklaşımın üzerine oturmuştur. Bugün bir çeşit taktik hamle veya pazarlık öğesi olarak (örgütlenen değil) ilan edilen ve dayandığı paradigma gereği sınıfsal sorunların çözümünü içermeyen özerklikle benzerliği, yok denecek kadar azdır.
Fatsa, bir belediyeye indirgenmeyecek boyutta bir alternatiftir. Devrimci Yol’un azami programı ve Direniş Komiteleri bağlamındaki cephesel yaklaşımı anlaşılmadan Fatsa da, aynı tarihsel süreçte gündeme gelen ve her biri kendi alanında özgün bir deneyim sayılan Tariş, Yeni Çeltek veya Çorum direnişleri de anlaşılamaz.
DTK’nın 14 maddelik deklarasyonu
DTK tarafından yayımlanan metin, sınıfsal ölçeklerden uzak inanç, din, kültür, kadın kategorileri üzerine oturuyor ve yoğunlukla yerellik vurgusu yapılıyor. Dolayısıyla deklarasyondaki 14 madde, bölgedeki kapitalizmin (mülkiyet ilişkilerinin) etkisini hesaba katmayan, soyut niteliktedir. Hatta diyebiliriz ki bölgedeki egemen sınıflarla uyumu varsayan bir demokrasiyi (radikal demokrasi) öngörmektedir.
Dikkatle bakıldığında görülecektir ki metinde pek çok madde, Türkiye’nin Yeni Demokratik Anayasası’na işaret ediyor; yani yeni bir demokratik anayasa yapılacağı varsayılarak, buna gönderme yapan talepler sıralanıyor. Veya halkın iradesinin TBMM ve merkezi yönetimde temsil edilmesinden bahsediliyor. Nitekim DTK Eş Başkanı Hatip Dicle, bu maddelerin devlete bir teklif olduğunu, bununla bir barış eli uzatıldığını söyledi, dolayısıyla da ortada bir “taktik adımın” söz konusu olduğunu işaret etmiş oldu.
“Dolmabahçe Mutabakatı” hatırlanacak olursa, o metindeki 10 maddeden sadece biri olan “Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar” meselesi, başlı başına devrimsel önemde/boyutta bir taleptir. Benzer şekilde dönem dönem çözüm bağlamında dillendirilen, “yerel güvenlik birimlerinin merkezi güvenlikle uyum içinde çalışması” talebi, faşizmin bu kurumlara yüklediği işlevi ıskalar durumdadır. O çok vurgu yapılan yeni demokratik anayasayı gerektirir ki bu, mevcut sistemde olası değildir. Sınıf egemenliği üzerine bina edilmiş bir devletin varlığının devamını da içeren (mevcut devletle sorunumuz yok vurguları hatırlanmalıdır) modelde, demokratik siyaset nasıl mümkün olacaktır? Gerçekte deklarasyondaki tüm paradokslar gelip, “devrimsiz devrim” anlamına gelen ve sınıfı değil kimliği öne çıkaran paradigmada düğümleniyor.
Siyasetin sınıfsal çelişmeler üzerine oturan temel eksenleri dururken, bölgede çatışma ve saflaşma halinde olan aktörlerin biçimsel veya taktiksel boyutta yansıttığı fotoğraflar içinde kendine yer, statü vb. aramak, olsa olsa yanılmayı veya kullanılmayı beraberinde getiriyor.
Tam da bu bağlamda akla şu türden sorular geliyor: Bugüne kadarki özerklik ilanları birer “taktik deneme” ise, ortaya çıkan sonuç ve Erdoğan tarafından “Özerklik isteyenlerin başına bu dünyayı yıkarız” biçiminde ifade edilen duruş, nasıl değerlendirilecektir? Kürtlerle beraber ortak kuruculuk atfedilen mevcut devletin sınıfsal niteliğinin bir kez daha değerlendirilmesi düşünülmekte midir? Bu soruların yanıtı aynı zamanda önümüzdeki süreçte, giderek keskinleşen sınıflar mücadelesinde doğru yerde saf tutup tutmamanın da ölçütü olacaktır.
Paradigmada ütopik sosyalizmin ve anarşizmin izleri var
Gerçekte Kürt sorununa dair özerklik dahil yapılan hemen her tartışmanın, Öcalan’ın Marksizmi aşma iddiasıyla gündeme getirdiği Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma ile doğrudan ilintisi vardır. Bu paradigmanın oluşturulması sürecinde, Bookchin’in özellikle “Ekolojik Topluma Doğru” kitabı Öcalan için bir pusula işlevi görmüştür. Nitekim Öcalan, kendini Bookchin’in öğrencisi olarak tanımlar. Söz konusu kitabında Bookchin, rekabetin ve sınıfsal ilişkilerin toplumu çürüttüğünü söyler. Ancak çözümü, kentlerin eko topluluklara ayrılmasında bulur. Ve kapitalist modernitenin karşısına “demokratik modernite”yi çıkarır. Onun yolundan gittiğini ve fikirlerini Mezopotamya’da yaşatacağını söyleyen Öcalan ise, kapitalist modernitenin enstrümanı olarak gördüğü ulus-devlet, azami kâr-endüstriyalizm hedeflerine alternatif olarak demokratik ulusa, kârsız sosyal pazara, ekolojik endüstriye ulaşmayı amaçladığını ifade ediyor.
9 Kasım 2014’te, demokratik özerklik içinde ekonomik özyönetimi kurmak üzere toplanan “Demokratik Ekonomi Konferansı” bu tezlerin somutlanma adımlarından biri oldu. Konferansa, Ticaret ve Sanayi Odaları temsilcilerinden sendika, oda ve emek örgütlerine, belediye temsilcilerine ve Rojava’dan gelen seçilmişlere kadar 223 delege katıldı.
Konferansta DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek’in “Kürdistan’ın Demokratik Ekolojik Paradigma’yı benimseyen her sermaye yatırımına açık olduğunu” ifade etmesi ve Kürt sermayedarları Kürdistan’a yatırıma davet etmesi, altı çizilen “öz yeterlilik”ten ne anlaşıldığını ortaya koymuştur. Kaldı ki devamında hiçbir somut adım atılmamış, alternatif söylemler bir temenni olmaktan öteye geçmemiştir. Hatta Barzani hükümeti bunu hayalcilik olarak değerlendirmiştir.
Son olarak Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Ekonomi Komisyonu’nun düzenlediği “Yerelde Ekonomi” başlıklı çalıştayda gündeme gelen “devleti küçültme, kapitalizmi sınırlama” tanımlamaları veya “Özel mülkiyete evet, tekelleşmeye hayır” şeklindeki yaklaşım, başlı başına bir tartışma konusudur. Daha önce yaptığımız ve bu kitabın ekinde sunduğumuz “Çözümsüzlüğün Ekonomi Politiği” çalışmasında da yer verildiği gibi kapitalizmin sistem olarak sınıf ilişki ve çelişmeleri içinde doğru anlaşılıp anlaşılmaması ile ilintilidir; sınıfsal uzlaşma eksenli kimlik paradigmasının somut duruma uygulanışında ne türden açmazlarla karşılaşılacağının göstergesidir. Bir başka ifadeyle söylersek bunlar, pek çok biçimine rastladığımız postmodernizmin kapitalizmi kutsayan tezlerinin Kürt coğrafyasına özgü olarak yeniden üretimidir.
Bugün artık yeni sömürgecilik, dönemin ihtiyaçlarına uygun biçimde güncellenirken ve giderek güç biriktirip kapsam büyüten tekellerin sömürüsünü en ücra köşelere dek taşıma anlamına gelecek şekilde merkez-yerel ilişkisi düzenlenirken, böylesi adımlardan olumluluk beklemek, Marksizmin kapitalizme ve devletin sınıfsal niteliğine (örneğin sermaye – devlet ilişkisine) dair en temel önermelerini reddetmektir. Dolayısıyla, tekellerin yeni düzen tasarımı ve saldırıları karşısında yanlış yerde saf tutmaktır; daha da kapsamlı saldırılar içeren sürecin karşısına, silahsız-donanımsız çıkmaktır.
Kısacası, bir kez daha, özerklik dahil bu kapsamdaki tartışmaların, paradigma gerçekliği üzerinden atlanarak tartışılamayacağını, her alt başlığın doğru anlaşılabilmesi için ardındaki paradigma eşliğinde ele alınması gerektiğini görüyoruz. “Devleti küçültmek” derken kast edilen nedir? Kapitalizmi sınırlamak, mevcut sistemde, devrimsiz nasıl mümkün olacak? Tekellerin giderek kapsam büyüten hakimiyetine, sınıf mücadelesi verilmeden “köylü komünü”yle mi karşı durulacak? Bugüne dek devletin küçültülmesi mevcut hakim sınıflar tarafından daha hızlı karar alma, bürokrasiyi azaltma bağlamında tartışılmıştır. Hatta devletin kapsamı dışına çıkarılan işlevleri tekeller üstlenmiştir. Zaten önemli olan devletin kimlerin devleti olduğudur; yoksa ne kadar büyük veya küçük, ne kadar hantal veya kıvrak olduğu değil. Bu gelişmelerin en düşündürücü yanlarından biri de, Marksizm’i ölçü alma iddiasındaki devrimci sol yapıların büyük çoğunluğunun bu konudaki ideolojik sessizliğidir.
IV – ULUSAL SORUN ANCAK DEVRİMLE ÇÖZÜLEBİLİR
Yukarıda yansıtmaya çalıştığımız tabloda da görüldüğü gibi bir süredir, özellikle Rojava’daki kantonlaşma ve Türkiye Kürdistanı’ndaki özerklik ilanından sonra, özerkliğe dair yoğunlaşan tartışmalar, sınıfsal perspektiften uzak ve “dağınık” diyebileceğimiz bir zemin ve içerikte yürütülüyor.
Evet, tarihte yöneten-yönetilen çelişmesini aşan, halkın kendi kendini yönetmesi bağlamında alternatif oluşumlara çeşitli zaman ve biçimlerde rastlanmıştır. Birincisi, bunların zaman-mekan olgusunu atlayarak toptancı bir yaklaşımla ele alınması, örneğin Fatsa’dan Rojava’ya, kantondan halk meclisine, Karmatilerden bugüne her deneyimin aynılaştırılması doğru değildir; bu türden özensizlikler, konunun sağlıklı biçimde tartışılmasını güçleştiriyor.
İkincisi, özerklik konusunda yapılan tanımlarda bile yere ve zamana göre farklılıklar söz konusu. Demokratik konfederalizm bağlamında ele alınacak olursa (ki DTK’nın çizdiği çerçeve bu içeriktedir) meselenin, sınıflar mücadelesi yerine sınıflar uzlaşmasını koyan, özgürlüğe devrimsiz ulaşılabileceğini varsayan bir paradigmanın alt başlığı olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Halbuki Lenin’de de bölgesel özerkliğe dair yapılan vurgu, bu modelin ulusların iradesini özgürce ortaya koyabileceği, tam hak eşitliğinin sağlandığı koşullarda (demokratik bir devlet tarafından) ezilen ulusun yaşadığı bölgede toprağa dayalı olarak uygulanabilirliğidir. Yani “ayrı devlet mi bölgesel özerklik mi” ikilemi devrim sonrasında, devrimin sağladığı koşullarda geçerliliği olan ve sonuca götürebilecek bir ikilemdir.
Lenin’in, ulusların kendi kaderini tayin hakkını “kültürel özerkliğe” indirgeyen yaklaşımı reformizm olarak değerlendirdiği bilinir. Reformizm, ulusal sorunu bir devrim değil bir hukuk, kültür sorunu veya idari bir sorun olarak görür. Ve bunlar, üniter devlet vurguları eşliğinde dillendirilir. Çünkü Lenin’in dediği gibi “Reformizmin özü kötülükleri azaltmaktır, onları yok etmek değil.” (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s.196, Sol Yay.) Bu bağlamda karar vermek gerekiyor. Amaç, ulusal sorunun köklü biçimde çözülmesi midir; yoksa ulusal hareketin kimi reformlarla yatıştırılması mıdır?
Avusturyalı sosyal-demokratlar Otto Bauer ve Springer tarafından ortaya atılan, Yahudi milliyetçileri Bundçular ve çeşitli milliyetçilerce desteklenen ulusal-kültürel özerklik tanıma göre, merkezi devlet (sınıfsal egemenlik, gericilik vb.) olduğu gibi kalmalı, devlet içinde yaşayan bütün uluslara ve azınlıklara topraktan bağımsız kültürle sınırlı özerklik hakkı tanınmalıydı. Gerçekte bu “çözüm” ilhakı da meşrulaştırır. Halbuki “… İlhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir, halkın iradesine karşı olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır.” (Lenin, age, s.176)
Hatırlanacak olursa, Türkiye Kürdistanı’nda yapılan özerklik açıklamalarında, devletin olduğu gibi kalması mealinde vurgular vardı. Merkezi devletin olduğu gibi kalması demek, devletin birliği ve bölünmezliği demektir. Bu yaklaşımı savunan Bauer, “Biz ilkönce, Avusturya uluslarının şimdi içinde yaşadıkları devlet içinde kalacaklarını varsayıyoruz…” der. (Stalin, Eserler-cilt: 2, s. 274)
Özerkçilik, sınıf ayrımı yapmaksızın ulusun bütün fertlerini aynı toplamda ele alırken, niyet bu olmasa da sonuçta ezen ve ezilen ulustan emekçiler arasındaki farkı büyütür; ortaklaşma olasılığını zayıf düşürür. Ezilen ulusun emekçilerini sınıf kardeşlerine değil kendi burjuvazisine yakınlaştırır. Ulusal farkların altını çizerken, sınıfsal farkları yok sayar. Ve sonuçta, bu “çözüm” ulusal baskıyı ortadan kaldırmazken, ezilen ulus emekçilerini, çeşitli biçimlerde egemen sınıfların yedeği haline getirir.
Ulusal-kültürel özerklik “sadece ulusların birbirinden ayrılmasına değil, fakat aynı zamanda yekpare işçi hareketinin parçalanmasına da zemin hazırlar. Ulusal özerklik düşüncesi, yekpare işçi partisinin tek tek milliyetlere göre inşa edilmiş partilere ayrılması için psikolojik önkoşullar yaratır. Parti gibi sendikalar da parçalanır…” (age, s.287-288) Hatta diyebiliriz ki etnik, dini tüm azınlıkların kendini ayrı kantonlarda ifade ettiği ama sınıf/mülkiyet ilişkilerinin değişmediği koşullarda (Bosna’daki 10 kanton gibi) bu durum çok daha parçalayıcıdır ve sonuçta halkların yararına değildir. Bugün Türkiye’de kimi sendikalarda, sınıf kardeşliği yerine kimlik ölçülerine göre hareket ediliyor olmasının doğurduğu sonuçlar bir de bu bağlam içinde değerlendirilmelidir.
UKKTH meselesinin yanlış kavranışının bir ucunda reformizm, diğer ucunda milliyetçi yaklaşım vardır
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir.” (age. s:152)
Bu hak, kültürel kimi iyileştirmelere indirgenemez. Ancak ayrılmanın mutlaklaştırılması olarak da görülemez. Yani ayrılmak bir yükümlülük değil bir haktır. Lenin bunu boşanma özgürlüğüne benzetir. “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ayrılmayı isteklendirmeyi suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır…”(age)
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmak, ulusal her hareketin desteklenmesi anlamına gelmez; gerici nitelik taşıyan, sınıflar mücadelesinin çıkarlarına ters hareketleri destekleme sorumluluğu yüklemez. Örneğin inanç özgürlüğünü savunmak nasıl bu konudaki istismarlara ve gerici duruşlara prim vermeyi gerektirmiyorsa, Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak gericiliğe savrulmanın karşısında durmaya engel değildir. Ulusal hareketlerin desteklenmesi konusunda temel ölçüt, anti-emperyalizmdir.
Ulusal sorunun bir devrim sorunu olarak görülmemesi, sonuçta mülkiyet ilişkilerinin devamına imkan tanıyan bir “çözüm”süzlük üretir. Lenin sorunun bu boyutuna şu şekilde dikkat çeker:
“Reformist bir değişiklik, egemen sınıf iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir. Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar, ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. ‘Özerk’ bir ulus, ‘egemen’ bir ulusla haklar bakımından eşit değildir.” (UKKTH, s:195)
Yeni Sömürge ülkelerde demokrasi bir devrim sorunudur
Ulusal sorunun çözümünün burjuva demokratik bir hak olduğu, dolayısıyla bu konudaki talepleri burjuvazinin karşılayabileceği iddiası, sınıfsal bakış açısının dolayısıyla da stratejik ufkun yitirilmiş olmasıyla doğrudan ilintilidir.
Bugün demokratik devrimle ifade edilen hemen tüm haklar, tarihsel olarak burjuva demokratik haklardır. Ancak emperyalizm çağında burjuvazinin gericileşmesi ve demokratik dönüşümlere önderlik edemez hale gelmesi sebebiyle artık tüm demokratik hakların kazanılmasına proletarya öncülük edecektir. Bu nedenle bizimki gibi ülkelerde demokrasi bir devrim sorunudur.
Bugün artık ulusal soruna, çağımızın sömürgeci gücü, savaşların ve ilhakların müsebbibi, sömürünün ve zulmün kaynağı emperyalizm olgusu yok sayılarak çözüm üretilemez. Emperyalizm, tekel-öncesi sömürgeciliği de içerip güncelleyerek, dünyanın geri bıraktırılmış tüm coğrafyalarını, kendi egemenlik alanları haline getirmiştir. Ve 20. yüzyılın başında dünyanın uluslararası tekelci kapitalist birlikler tarafından paylaşılması tamamlanmıştır. Devamında iki büyük savaş da bu sebeple çıkmış, yeniden paylaşım savaşları olarak tarihe geçmiştir.
Emperyalist küresel aktörler bugün de hammadde, enerji kaynakları, ucuz işgücü, pazar vb. ihtiyaçları için girdikleri yarış ve rekabeti sıcak savaş noktasına taşımış durumda. Bu nedenle, ulusal özgürlük amacıyla yola çıkan her hareket, emperyalizmin askeri, iktisadi siyasal hegemonyasına karşı çıkmak zorundadır. Emperyalizme karşı çıkmadan (dolayısıyla devrimsiz) ulusal sorunun çözülmesi, ulusal bağımsızlığın kazanılması olası değildir. Tersine ulusal sorun, emperyalist boyunduruktan kurtulma meselesidir. Bu nedenle anti-emperyalizm, bu türden yapılanmaların olmazsa olmaz niteliğidir; emperyalist denklemler içinde bu sorunun kısmi çözümleri de yoktur. Kuzey Irak’ta emperyalizmle işbirliği içinde geliştirilen süreçte olduğu gibi kazanım görünümlü anlık, yanıltıcı gelişmeler, uzun vadede daha büyük kayıpları beraberinde getirmektedir.
V – SONUÇ YERİNE
Bugün Kürt halkına yönelik olarak gerçekleştirilen baskı, zulüm ve katliamların karşısında durmanın, halkı sahiplenmenin ve kardeşliği büyütmenin gerekliliği tartışmasızdır. Ancak sahiplenme eksenli bu duruş, doğru çözümün nasıl olması gerektiğine işaret etmenin, sınıf algısı ve mücadelesinde ısrarın önüne geçmemelidir.
Çatışmaların belirli bir noktasında ABD, NATO gibi güçlerin davet edilmesi veya Newroz gibi bir günde sınıf kardeşliği dururken “Eşme ruhu”nun, “İslam kardeşliği”nin öne çıkarılması; yıpratıcı bir tartışma başlatmak üzere değil ama müttefik seçimindeki sakıncalar, dolayısıyla da “çözüm”den ne anlaşıldığı bağlamında üzerinden atlanmaması gereken bir meseledir.
Kapitalizmin tarihi boyunca egemen sınıflar, sömürü düzeninin yeniden üretimi ve devamının sağlanması için pek çok araç ve yöntem geliştirmiş, hemen her şeyi araçsallaştırma yoluna gitmiştir. Bunun karşısındaki en tutarlı dolayısıyla da en büyük tehdit olarak görülen duruş, sınıfsal eksenli olanıdır.
Böyle bir süreçte kimliklerin öne çıkarılması, çözüm getirmediği gibi sistemi besleyen, güçlendiren ve dolayısıyla da alternatif güçleri parçalayıp zayıf düşüren bir rol oynar. Son saldırılarla beraber AKP’nin milliyetçiliği kamçılayarak, HDP’ye yönelik olarak giderek kabul görmeye başlamış olan “Türkiye Partisi” imajını nasıl zayıflattığını anımsayalım. Gerçekte egemen sınıflar, sömürüyü dolayısıyla da sınıflar mücadelesini gölgelemek için, etnik ve dinsel kimlikler arasındaki farkı kaşıyarak mesafeleri büyütmeyi tercih ederler. Bu nedenle, kimlik sorunlarına dair çözümler, düzen sahiplerinin manevralarıyla kesişme olasılığı olmayan, sınırların nitelik farkıyla çizildiği bir zeminde aranmalıdır.
Bugün solda yaşanan tartışmaların ve farklı tutum alışların özünde, emperyalizmin temel niteliklerinin ve buna karşı çözüm yöntemi olan proleter devrimin kavranamamış olması yatıyor. Sol yapıların önemli bir kısmı, emperyalist odakların yeni düzen arayışını da kavramakta güçlük çekiyor. Bütünlüklü bakış yönündeki tüm ısrarlarımıza rağmen, örneğin Sur’u Sur’a, Cizre’yi Cizre’ye kadar daraltıyor ve insan haklarını aşmayan bir bağlam içinde değerlendiriyor.
Hendek meselesi değil sistem meselesi
Gerçekte bugün Türkiye Kürdistanı’nda yaşananlar, yapılan yönlendirmelerin aksine bir hendek meselesi değil bir sistem meselesidir. Orada Türk-Kürt çatışması yok, devletin direnç halindeki halka yönelik topyekûn saldırısı vardır. Yani bugün Türkiye Kürdistanı’nda tek bir ilçeye 10 bin asker ve polisle, tanklar ve generaller eşliğinde operasyon yapılıyorsa, boş binaya bile bin kurşun sıkılıyorsa, insanların cenazelerini kaldırmalarına dahi izin verilmiyorsa bu, egemen sınıfların dünya ölçeğinde halklara nasıl bir gelecek öngördüğünün ifadesidir; yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonudur. Sanıldığının aksine saldırılar, yalnızca Kürt coğrafyasına yönelik, yalnızca Kürt sorunu bağlamlı değildir; aksine tüm ezilenlerin bütünü için geçerlidir. Dilek Doğan’ın evinde ailesinin önünde vurulması da, Gaziosmanpaşa’da iki kadının infazı da veya okulda afiş asan öğrenciye ters kelepçe uygulanıp tutuklanması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ayrıca resmi bütünlemesi açısından ülkenin bir tarafında çatışmalarda insanlar ölürken diğer tarafında ayda ortalama 157 işçinin öldüğü bilinmeli, sınıflar mücadelesini ifade eden tablo bir bütün halinde görülmelidir. Bu bütünlüklü bir yaklaşım bize, sınıfsal niteliği itibariyle emperyalizmin izdüşümü olan faşizmi, Cizre aynasında görme şansı verir.
Cizre aynasında faşizm
Bir süredir Cizre’de yaşananlar gerçekte bir sistem dersidir; sistemin alternatif bir toplumsal yönelim karşısında neler yapabileceğinin, dolayısıyla alternatifin nerede ve nasıl aranması gerektiğinin göstergesidir; emperyalizmin Ortadoğu’da halklara karşı “terör” gerekçesiyle yaptığının, faşizm tarafından bir ilçede güncellenmesidir.
Bu konu sadece dayanışmayla geçiştirilemez. Üzerinde, neden-sonuç ilişkisi kurularak durulmalıdır. Ne olduğu da ne olmadığı da tartışılmalıdır. Cizre bir çeşit kesit/numune gibi alınıp incelendiğinde, faşizmin niteliğine ve bugün vardığı boyuta, dolayısıyla faşizme karşı mücadelenin neden ve nasıl güncellenmesi gerektiğine dair önemli ve öğretici verilere ulaşılır.
Cizre elbette direnişiyle de bir derstir ancak eksiktir. Mesele halkın zulme boyun eğmemesi, açlığa da ölüme de teslim olmaması ise, buna ezilenlerin yaşamından pek çok örnek vermek mümkündür. Ama bu direncin alternatife dönüştürülmesi konusunda genelde Türkiye’de özelde Cizre’de-Sur’da bir sorun vardır. Eksiklik burada yaşanmaktadır.
Kiminle yan yana, kiminle de karşı karşıya gelinmesi gerektiği; kimden, neyin, nasıl isteneceği veya alınacağı; mücadelenin programatik boyutunu oluşturur, devrimde sınıfların mevzilenmesi, temel-tali ilişki bu programatik gereklilikler içinde belirlenir. Kısacası, dost-düşman tanımları, ittifakların içeriği, kapsamı ve ne denli geniş olabileceği, kimlerle olup kimlerle olamayacağı, keyfi veya duygusal bir olgu değil, programatik-ilkesel bir meseldir.
Cizre-Sur bir de bu temel gereklilikler çerçevesinde ele alınmalıdır. Orada gerçekte sistemin sınıfsal yüzü açığa çıkmış, Marksizmin antagonizma (sınıfsal uzlaşmazlık) tanımının neden uzlaşma paradigmasıyla ikame edilemeyeceği, somut biçimde deneysel olarak yaşamış, görülmüştür.
Artık, karar vermek durumundayız, Cizre’deki saldırıları Dünya savaşı, dolayısıyla da ülkedeki sınıflar mücadelesi içerisinde mi ele alacağız; yoksa objektifi daraltıp yalnızca Cizre’yi mi göreceğiz? “Emperyalizm Dünya halklarına saldırıyor” diyerek bütünlüklü bir bakış açısıyla mı hareket edeceğiz, yoksa en daraltılmış perspektifle ve yanlış okuyarak “Türkler Kürtlere saldırıyor” mu diyeceğiz? Bu, ağaca bakıp ormanı görememe hali, tartışmanın güncel boyuttaki karşılığıdır.
Bilinir ki, emperyalizm çağında ezilenlerin, kimlik problemleri dahil halkların tüm sorunlarını kapsayan demokratik halk devrimi seçeneği varken, bu bütünlüklü programın içinden tek bir sorunu alıp tüm diğer sorunların önüne çıkarmak, tıkayıcı rol oynar; dolayısıyla demokratik bir tutum değildir.
Bizler, “kapitalist sistem içinde çözüm mümkün değildir” derken, zaman zaman yakıştırıldığı gibi “oturup devrimi bekleyin” mesajı vermiş olmuyoruz. Tersine bugünden yarına yapılacak çok şey var. Bugünün görevleri yerine getirilmeden devrim de olanaklı değildir.
Dönem dönem ve ısrarla belirttiğimiz gibi mesele iyileştirmelerin, reformların reddi değil, bunlarla yetinmenin yani reformların temel alınmasının reddidir. Programatik olarak söylersek, ekonomik demokratik mücadelenin politik mücadeleyle ilişkilendirilmesidir.
Sistemsel yapılanmanın içinden sınıf bilincini ve ahlakını aldığımızda geriye mekanizmalar kalır. Hangi sistem varsa onun mekanizmalarıdır bunlar. Bugün yerellik adına Osmanlı’yı olumlamaya kalktığımızda, yerel silahlı birimler diye Hamidiye Alayları’nı olumlar duruma düşeriz.
İşte tam da bu nedenle, sapla saman karışmasın diye, ufkumuz burjuva özgürlükler sınırını aşmalı, günü kurtaran ama uzun vadede kayıpları büyüten pragmatizm eksenli duruşlardan vazgeçilmeli; çözüm, “kurtlar sofrasında” değil onun tam karşısındaki halklar sofrasında aranmalıdır. Çünkü emperyalizm çağında artık, kadın sorunundan inanç meselesine, ulusal sorun ve azınlıklar sorununa kadar demokrasi mücadelesi kapsamındaki tüm sorunların çözümü proleter devrim programının bir parçasıdır; sınıfsal kurtuluştan ayrı bir ulusal kurtuluş olasılığı yoktur.
12 Şubat 2016
DEVRİMCİ HAREKET