Gerek üzerine basılan zeminde, gerekse sorunlara müdahale edebilme kabiliyetinde bir zayıflama hali yaşayan devrimciler, dünya ve ülke ölçeğinde sorunlarına çözüm ararken, yer yer Marksizm dışı alanlara kayabilmekte ve gündemin dışına düşebilmektedir. Bu, tabii ki DEVRİMCİ HAREKET’in tek başına başedebileceği bir sorun değildir. Ne var ki sorunun boyutu, bizlerin gayretini ne zayıflatmakta ne de önemini azaltmaktadır. Bizler, her konumda olduğu gibi dergi zemininde de solun sorun çözme etkinliğine, imkanlarımız ölçüsünde en aktif biçimde katılmaya devam edeceğiz. “Gündem”e dair hazırladığımız soru ve yanıtların da buna hizmet edeceğine inanıyoruz.
SORU: İnsanların önemli bir kısmının üniversitede “muhalif öğrenci”, üniversiteden sonra “yorgun demokrat” ve giderek sistemle işbirliğinin yararlarını keşfeden “yeni yetme sağcı” olmasının nedeni nedir? Bugün ortalıkta, “biz de bu yollardan geçtik, bedel ödedik, ama bir yere varamadık” diyen binlerce “eski devrimci” var. Nerede hata yapılıyor? Sistemin dışına çıkma tercihi neden giderek çok genç ve az sayıda insanın işi gibi algılanır oldu?
YANIT: Bu soruna biz, çeşitli dönemlerde çeşitli biçimlerde değindik ve bunun, salt Türkiye’ye özgü olmadığını, dünyada solun ortak sorunu olarak yansıdığını vurguladık.
“Gerçekte sol düşünce, daima kapitalist düşüncenin eleştirisi üzerine kurulur. Marksizmin ortaya çıkışı da, gelişimi de kapitalizmin eleştirisi üzerine olmuştur. Ülke ve dünya genelinde bunun en iyi başarılabildiği dönemlerde Marksizm, yükselme dönemlerini yaşamıştır.
Hiçbir şey donmuş ve durağan olmadığı gibi, kapitalizm ve burjuva ideolojisi de donmuş ve durağan değildir. Özü değişmemek koşuluyla, her dönemde farklı düşünceler, eğilimler ortaya çıkabilir. Her dönemde Marksizm, kapitalizmin ve burjuvazinin geliştirdiği düşüncelerin, kavramların köklü eleştirisini yapmak, alternatif düşünce ve kavramları üretmek zorundadır. Marksizmin gelişimi ve yükselmesi buna bağlıdır. Ancak son 40–50 yıl içinde bu konuda çok önemli eksiklikler yaşandığı görülüyor. Bu konudaki eksiklikler, günümüzde yaşanan sorunların en önemli nedenleri arasındadır.
Dünya genelinde “sol”un tarihinin en sıkıntılı günlerini yaşadığı, 150 yıldır dünya tarihinde ilk kez solun neredeyse bir alternatif olarak bile görülmediği bir dönemden geçiyoruz. Dünya genelinde sol’un bu konuma gelmesinin pek çok nedeni vardır. Bu nedenlerden bazıları solun kendi gelişimi, geçirdiği evreler, dünya genelinde yaşanan ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan devrimci deneyimlerin yarattığı olumsuzluklar, “sol” düşüncenin yeniden üretiminde karşılaşılan sorunlar gibi subjektif nedenler kategorisindedir. Bir kısmı, kapitalist gelişimin bugünkü düzeyinin neden olduğu, çoğunluğu konjonktürel nitelikteki kimi gelişmeler, devrimci çözümlerin üretilemeyişinin kapitalizme kazandırdığı görece üstünlüklerden kaynaklanıyor.” (ÖDP HALKIN VEYA MÜCADELENİN DEĞİL KURUCULARININ İHTİYACIYDI. Devrimci Hareket Yayınları. S: 16)
Bu kez sorunun daha çok sola özgü (içsel) olanını öne çıkaracağız. Çünkü bu sonuçta, sol ideolojinin güç/potansiyel anlamda en kötü koşullarını yaşıyor olmasının, bir irade dahilinde geliştirilen örgütsüzlüğün büyük oranda rolü olduğunu düşünüyoruz.
Genellikle bir arada yaşam ve bir arada hareket imkanlarının oluştuğu; okul, sendika, dernek ve bazı işkollarında; toplumsal sorunların ortak olmasının da etkisiyle; siyasallaşma; devrimci tutum geliştirme, ortak refleksler oluşturma imkanı daha fazla olmaktadır. Örneğin bugün okullarda, demokratik kitle örgütlerinde (sendika, halkevi, vb.) devrimci bir tutum içerisinde bulunan insanlar, daha yaygın. Fakat insanlar oradan çıkıp özel yaşamlarına geldikleri anda sistemin bütünlüklü saldırılarıyla karşı kaşıya kalmakta, kendini yalnız ve korunmasız hissetmektedir. Hele bir de bir arada hareket koşullarını sağlayan okul bitmiş veya sendikadan uzaklaşılmışsa; sistemin ideolojik ve kültürel çok yönlü saldırıları karşısında direnilemiyor ve bir süre sonra önce hareket alanı daralıyor, tavır alışlarında bir gerileme görülüyor ve sol düşünceden giderek bir uzaklaşma yaşanıyor.
Biz bunu büyük oranda sol yapılanmaların zaafına bağlıyoruz. Dikkat edilirse son yıllarda, bireyin çıkarlarını toplumsal çıkarın önüne geçiren ideolojik motifler; şu veya bu biçimde sol olarak anılan çevrelerce gündeme taşınmış, buna uygun bir ortamın hazırlanmasında etkili özneler olarak rol alınmıştır. Örgütsüzlük kişiyi salt korunmasız/yalnız bırakmaz aynı zamanda sahip olunan ideolojik direncin de adım adım aşınmasını beraberinde getirir.
Örgütlü ilişkiler, yaşanmakta olan sorunların panzehiridir. Yaratılan ilişkiler, kişinin yaşadığı ortama, en yakın çevresine kadar uzanmalı ve yaşamı bir bütün halinde (sadece boş zamanları değil) alternatif normlarla örebilmenin imkanları, yaşamın içinde somut sonuçlarla beslenmelidir.
Okulda öğrenci, politik tercihlerinden dolayı tehdit altında olsa da, buna karşı ortak tutum geliştirebilme imkanına sahiptir. Ama toplum/dışarısı çok örgütsüz. Bu örgütsüzlük, insanları atomize ettiğinden, sistemin baskısı altında olan kişi, bir yalnızlık ve ezilme hali yaşıyor. Ve dolayısıyla örgütsüzlük, insanları bireysel teslimiyete, gerici tutumlara, kişilik çözülmelerine doğru itiyor. Dikkat edilirse, toplumda memnuniyetsizlik, muhalefet, tepki var, ama bu örgütlü bir biçim alamadığı için sokakta fiili karşılığı yok.
Genellikle insanların salt siyasal tercihlerde bulunmaları halinde sistemin baskısına maruz kaldığı bilinir. Gerçekte ise, iş ararken veya iş bulduktan sonra ayakta durmaya çalışırken insanlar, sistemin baskısını ağır biçimde üzerlerinde hisseder. Normal koşullarda bu baskının, sistem karşıtlığını tetiklemesi gerekirken, örgütsüzlük sebebiyle böyle bir kalkışma gerçekleşmemektedir. Aynı şekilde, burjuva anlamda siyasal yapıların çok gerici noktada olmalarına ve açık biçimde emperyalizmle işbirliği yapmalarına rağmen hala yoksul kesimlerde güçlü destek bulabilmelerinin sebebi; örgütlü ilişkilerini insanların yaşadığı ortama dek sokabilmeleri, kişiye yalnız olmadığını hissettirecek şekilde doğrudan temas araçları geliştirmeleridir.
SORU: O zaman solda yaşanmakta olan sıkıntıların sebebi “devrimciliğin ateşten gömlek” olması değildir; diyebilir miyiz?
YANIT: Böyle bir faktörün rolü var ise de asıl sebep bu değildir. Çünkü, kendine güven, örgütsel iliş– kilere güven oluşturulabildiğinde, sistemin tehditleri karşısında kişi daha kolay ve kendinden emin biçimde ayakta durabiliyor. Halbuki, özellikle son 15 yılda kimi sol yapıların, “kahrolsun örgütlü ilişkiler” dedirtecek tarzda örgüt fobisini büyüttüğü, bireyi örgütlü yapılardan kopardığı; bunun ideolojik altyapısını ördüğü biliniyor. Yoksa, tek başına “zor”un, dünyanın hiçbir yerinde siyasal tavır alışı, böylesine geri bir noktaya çekebildiği görülmemiştir.
Sistemin zor araçları tek başına sonuç verecek olsaydı; Irak’ta bugün yaprak kıpırdamıyor olmalıydı. Ancak tersine; zor, ona uygun bir direnişi tetikledi ve ABD bugün Irak’ta, teknolojinin tek başına zafer kazanmaya yetmeyeceği gerçekliğiyle bir tokat somutluğunda tanışmıştır.
Devrimciler, yarattıkları iliş–kileri; bireyi, hayatın her alanında kapsayacak şekilde, yaygınlaştırıp geliştirebildikleri oranda daha kalıcı sonuçlar elde edecektir. Çevre sorunundan, gen teknolojisine çeşitli konuları da istismar ederek bir bilinç bulanıklığı yaratan ve sol değerleri yok etmeye yönelik bir saldırı içerisinde olan sistemin karşısına ha–yatın hemen her alanında güçlü alternatiflerle çıkılmalıdır.
Devrimciler, egemen ideoloji karşısında sol değerleri büyütüp yaygınlaştırırken, bunların bizzat yaşam içerisinde kavranmasını, içselleşip kökleşmesini sağlamalıdır. Bu başarılabildiğinde kişi, yalnız da kalsa, sistemle girdiği kavgada ayakta durabilmeyi başarır. Örneğin sorgu sürecinde hücrede yalnız kaldığında kişilerin, toplu yaşam mekanlarına oranla daha zayıf/daha dirençsiz olabilmeleri, aldıkları siyasal gıdanın niteliğiyle ilintilidir. Devrimciliği bir yaşam biçimi olarak kavrayan ve bunun gereklerini hemen her kesitte yerine getirebilen bir kişi, sorgu sürecinde de kendini yalnız hissetmez ve genellikle o sınavdan başarıyla çıkar.
Bugünün handikaplarından biri de, sistemli bir siyasal pratiğin olmamasıdır. Yılda birkaç kez mitinge katılmak, basın açıklaması yapmak gibi sınırlı fiillerden ibaret olan bir siyasal pratik, kişinin kendini dönüştürmesi için yeterli değildir. Aynı şekilde devrimci bir kişiliğin yaratılmasında önemli rol taşıyan iç eğitim de bugün çeşitli nedenlerle, temenni edilen oran ve nitelikte olamamaktadır.
SORU: Biz, 9 Haziran’da DEP’li tutsaklarla ve Kürtçe yayınla ilgili olarak yapılan hamlede, AB’nin beklentilerini karşılamak dışında, Kürt dinamiğini daha da sulandıran ve hatta parçalayan bir beklentinin de olduğu kanaatindeyiz. Bu kanaatimize katılıyor musunuz?
YANIT: Evet, bu kanaatinize katılıyoruz. Hatta KONGRA–GEL’in veya İmralı’nın duruşunun sulandırılmasından da öte; Kürt halkının demokratikleşme beklentilerini çok basit taleplerle sınırlayıp, bunları kabul ederek; Kürt hareketinin önünü kesmeyi hedefleyen ve devletin resmi politikasıyla uzlaşabilen bir işbirlikçi güruh oluşturma gayretinin olduğunu da düşünüyoruz. Bunun öznesi kim olabilir; bunun için şimdilik isim vermek erken. Ama, hem Kürt halkının taleplerini sınırlayan hem de onlar üzerinde etkili olabilen kişi ve çevrelerin bu yönde işlevlendirilmesi beklenmelidir. Kamuoyunun desteğini arkasına alarak, talepleri sınırlayabilecek bir merkez odak oluşturulabilmesi halinde; o odaktan farklı hamleler de beklenmelidir. Devletin geleneksel duruşunun, hiçbir zaman adım atmamak yönünde olduğu doğru değildir. Yeter ki adım, resmi propagandayı güçlendiren, işbirliği zeminini genişleten veya karşı tarafta parçalayıcı etki yapan nitelikte olsun; o noktada devlet, adım atmakta gecikmez. Böyle bir beklentinin sonuç alıp almayacağını ve öznesinin kim olduğunu şimdilik bilmiyoruz.
Devletin sınıfsal özü ve kökleşmiş geleneğiyle bütünleşen inkar ve imha anlayışı, PKK’nin uzun süredir denediği manevralarla aşılacak cinsten değildir. Ateşkesin bitirilmesi dahil pek çok mesaj ve adım, altı doldurulmadan, bir anlamda “tribünlere yönelik olarak” atılmakta ve sonuçta ciddiye alınır, etkili bir duruş oluşmamaktadır. Devlet etken, KONGRA–GEL ise edilgen bir duruş halindedir. İradi müdahalelerle demir tersine bükülmediği takdirde süreç; etken konumda olanın, ağırlığını hissettirmesi yönünde gelişecektir.
SORU: Deniyor ki, yarım saat de olsa, sabahın erken saatinde de olsa, hatta propaganda amaçlı da olsa, sırf Kürtçe diye bir dil olduğunun kabul edilmiş olması açısından bile, yapılan yayın, 80 yıllık inkardan vazgeçiş anlamına gelmektedir. Siz bu yaklaşıma katılıyor musunuz?
YANIT: Biz dergimizin bu sayısında da belirttiğimiz gibi, devletin sorununun veya direnç noktasının bu olmadığını düşünüyoruz. Örneğin aynı devlet, mahkemede Kürtçe konuşma izni vermezken, işbirliği ve itiraf amaçlı böyle bir konuşmaya memnuniyetle izin verebileceğini ve hatta tercüman kullanarak, “dili tanıma” durumuna düşmek” gibi bir kaygısının olmayacağını düşünüyoruz. Yani bu tür gelişmeler, hizmet ettiği bağlam içinde değerlendirilmelidir. Ve bizce burada asıl sorun, devletin resmi propagandasının Kürtçe yapılmış olmasını veya binbir eziyet ve aramadan sonra gidilebilen Kürtçe kursu bir başarı, bir kazanım saymaktır.
Halk zaten Medya TV izlemektedir. Ve gerçekte yayın, bir yanıyla da ona karşı düşünülmüştür. Kazanımı bu tür kırıntılara ve geçekte devletin iradesi dahilinde gelişen hamlelere indirgemek; Kürt halkının on yıllara yayılan mücadelesini ve bedellerini yok saymaktır; haksızlıktır. Kürt hareketi, bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Ölçü bulanıklılığında onun da rolü vardır. Bu nedenle, Kürt halkının demokratik talebinden, yani Kürt sorununda demokratik çözümden ne anladığını açık ve net biçimde ifade etmelidir.
SORU: Kürt hareketinde bugün egemen hale gelen duruşu, sınıfsal arka planla açıklayabilir miyiz? Yani siyaset yapıcılarının büyük oranda orta sınıftan olmasının bugünkü çizgisini belirlediğini ve dolayısıyla bir orta sınıf tavrı içinde olduğunu söyleyebilir miyiz?
YANIT: Kürt coğrafyasında sosyal, kültürel açıdan feodal olan, ama mülkiyet açısından orta sınıf diyebileceğimiz kesimler var. Bunlara örneğin aşiretler de dahildir. Çünkü bunlar artık kapitalist ilişki içerisine de girmiş; sahip olunan benzinlik, atölye, vb. ile beraber, güçlü bir mülkiyet oluşturmuştur. Mesela bir çiftlik sahibi artık, ürünü pazara giden bir kapitalist (orta sınıf) durumundadır. Hatta kimi Kürt aydınları da bu sınıf içerisinde sayabiliriz.
Dikkat edilirse PKK’deki ideolojik kopuş, anti–feodal olmayı bir ilke olmaktan çıkarmasıyla başladı. Bu, pek çok şeyi tersine çeviren sürecin en etkili ilk adımlarından biriydi. Bunu, dini öğelere yönelmek izledi. Daha sonra da sol ve devrimci değerlerden kopuş başladı. Hatta yer yer, o güne dek solla girilmiş ittifaklardan bir “yük”müş gibi söz edildi. İşte bu bir orta sınıf tavır alışına denk düşüyor.
Önüne sistemle bütünleşmeyi hedef olarak koyan; özgürlüğü, yani ulusal mücadeleyi sadece kültürel özerklik gibi biçimsel bir noktaya çeken; bunun dışındaki Kürt halkının hiçbir demokratik talebine açılım getirmeyen bu duruş; burjuva bir tavır alışa tekabül ediyor. Bu duruş aynı zamanda; sistemin içinde, sistemle birlikte varolmak, var olan sınırlı çelişmeleri de sistem içi kanallardan çözmeye çalışacak; sistemle bir çatışmayı göze alamamak olarak da açıklanabilir.
SORU: Birgün Gazetesi, Kürt Sorunu konusunda “Barışçı, silahsız ve şiddetsiz bir çözüm için…” başlığıyla bir tartışma başlattı. İçeriğin böyle seçilmiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Öncelikle bu, solun yıllar önce tartışıp sonuçlandırdığı bir konuya en kaba yanından dönmek anlamında oldukça geri bir duruştur. Bu sayımızda, “terör nedir, terörist kimdir?” yazısında da işaret ettiğimiz gibi artık bırakalım solu, sistemi sınırlı boyutlarda da olsa tanıyan her akıl, bilmekte ve her samimi göz, görmektedir ki şiddetin nedeni, mevcut sistemin sahipleridir. Aynı şekilde, onlara yönelen haklı şiddetin, onların halka yönelttiği şiddetle hiçbir ortak yanının olmadığını bilmek için çok akıllı veya derin kavrayışlı olmaya da gerek yoktur. Bilinen bir örnektir; Engels, annesine 21 Ekim 1871’de yazdığı mektupta, şiddet konusunda uygulanan çifte standarttan yakınır:
“Sana bu kadar zamandır yazmamamın nedeni, siyasal etkinliğime ilişkin son düşüncelerine, seni kırmayacak bir biçimde yanıt vermek istememdir. (…) (Engels, Fransız basınındaki yalan haberlerden söz eder. bn.) Prusyalılar biçiminde kurşuna dizilen bir avuç rehine konusunda, Prusyalılar gibi ateşe verilen iki üç saray konusunda (çünkü tüm geri kalanı yalandır.) çığlıklar atılıyor., ama Versailleslıların hileyle silahlandırdıktan sonra toptan öldürdükleri 40.000 erkek, kadın ve çocuğa gelince, bir kişi bile bundan söz etmiyor!”
Bilindiği gibi Birgün Gazetesi, ateşkesin sona erdirilmesi sonrasında, biraz da DEP’li tutsakların sözlerini yorumlayarak, KONG-RA-GEL’e silah bırakma çağrısı yapmıştı. Birgün Gazetesi, bırakalım orduyu, polisi; acaba 55 bin korucuya silah bırakma çağrısı yapmayı düşünüyor mu? Veya hiç olmazsa böyle bir adımı, gerillanın silah bırakması için bir önkoşul olarak öne sürmeyi düşünüyor mu? Süreç bu biçimde iki yanıyla birlikte ele alınmadıkça, yapılacak olan silah bırakma çağrıları, devletin “teslim olun” çağrılarından farksız olacaktır.
SORU: Ulusların kendi kaderini tayin hakkının, ulusal-kültürel özerklikle ikame edilmesi, tarihte örnekleri olan bir tutum mudur; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Bugün çeşitli vesilelerle karşımıza çıkan ve kimi çevrelerin adeta ulusların kendi kaderini tayin hakkının yerine ikame ettiği bu “ulusal–kültürel özerklik” kavramı; yeni bir kavram değildir. 1912 yılının Ağustos ayında Troçki’nin inisiyatifi ile Viyana’da toplanan, Bolşeviklerin katılmadığı ve tamamen tasfiyeci nitelikte olan bu “Parti Konferansı”ndaki oluşum, Ağustos Bloku olarak anılır. İşte bu blok; 1903 yılında 2. Parti Kongresi’nde tartışılarak program maddesi olarak reddedilen ulusal– kültürel özerkliğin, ulusların kendi kaderini tayin hakkına ilişkin program maddesi ile bağdaşacağını iddia eder. Savaşın yaklaştığı 1913’ün başında bu durum Lenin tarafından tepkiyle karşılanır. Lenin’e göre bu, ulusal sorunda mevzileri terketmek, tüm mücadeleyi, sanki kültür tüm politik yapıya binlerce kopmaz bağla bağlı değilmiş gibi, sadece kültürel kurtuluş mücadelesiyle sınırlamak anlamına geliyordu; oportünizmin en vahimiydi. Lenin’in bu yanıtının konuya yeterince açıklık getirdiği kanaatindeyiz.
SORU: Güney’deki feodal Kürt önderliğinin son zamanlarda tekrar Türkiye’yle yakınlaşmasının arka planında neler yatıyor?
YANIT: Irak’ta KDP ve KYB’nin, işgali önceleyen günlerde işbirlikçilik dozunu arttırarak verdiği destek, Amerikan şapkası takarak, katliamlara bizzat katılma boyutuna vardırılmış ve bunun karşılığında önemli mükafatlar beklenmiştir. ABD’nin maşası olarak çok önemli siyasi mevziler kazanılabileceği, uzun dönemde bağımsız bir Kürt devletini de düşündürecek adımların atılabileceği, artık uzun dönemli ve istikrar vaadeden kalıcı bir siyasal zemine girildiği kanaati, ne acıdır ki, Kürt potansiyel içinde yaygın biçimde gelişmişti. ABD’ye yakışık görülen uygarlık, modernlik, kurtarıcılık, vb. tanımlara; Talabani ve Barzani’ye toz kondurmama gayreti eklenmişti. Bu gidişatın, Kürtler’e hiçbir şey kazandırmayacağını ve en ufak bir denge değişikliğinde ilk bedeli onların ödeyeceğini, tarihlerinin bu tür örneklerle dolu olduğunu yazdığımız süreçte ateş püskürenler, bugün Talabani’ye yönelik kişilik tahlilleri yapıyor.
“Talabani, ilkel milliyetçi pragmatist bir kişilik. Kirli siyaset yapmada, kendini pazarlamada üstüne yok. Bugüne kadar yaşamasını da buna borçlu. Güç neredeyse, hakim kimse o da orada. Dayandığı aşireti de böyle temsil etmiş ve siyasette de böyle öne çıkmış. Bu nedenle Talabani ilk akla gelen güvenilmezlik…” (Gündem, 6 Temmuz 2004)
Talabani bu ifadelerin fazlasını hakkediyor; bu tamam. Ne var ki, bu durum daha dün Talabani’yi aynı nedenler üzerinden eleştiren devrimci yapılara yöneltilen suçlamaları (ve hatta hakaretleri) ortaya çıkaran mantık çarpılmasını düzeltmiyor. Çünkü bu da Talabani’ninki gibi pragmatizmdir.
KDP ve KYB, Kuzey Irak’ta sıkışmış durumdadır. Sırtlarını dayadıkları ABD’nin kendisinin dahi Irak’ta kalıcılığının tartışılır olması; yeni hükümetin üyelerinin ve onlara bağlı bürokratların dahi can güvenliğinin olmaması; ABD’nin kuklası bir siyasal yapının da kalıcı olamayacağını gösteren gelişmelerdir.
Kısa bir süre sonra Irak’ta, Kürtler ve hatta Türkmenleri de kapsayacak demokratik bir yapı, bir Irak direniş cephesi oluşumu beklenmelidir. İşte Kürtlerin de taraf olabileceğini varsaydığımız böyle bir yapı karşısında, KDP ve KYB önderliği, duruş belirleme güçlüğü çekecektir.
Bugüne kadar Irak’a yapılan ticareti denetleyen ve Habur sınır kapısından yılda birkaç yüz milyon doları bulan gümrük vergileriyle ayakta duran bir siyasal yapı, ayaklarının altındaki toprağın giderek kaydığını farketmiştir. KDP ve KYB, bu nedenle, daha dün tehdit edip, “gelir-seniz askerlerinizi vururuz.” dediği Türkiye’ye bugün yakınlaşma eğilimi içindedir. Çünkü politik bir açmaz içindeler ve ABD’den (BM’den) bekledikleri ilgiyi görememişler. Bu nedenle, ellerinde pazarlayabilecekleri tek kart olan “PKK karşıtlığı” ile bu kez, Türkiye’nin dizleri dibinde kendilerine yer arar hale gelmişlerdir. Tabii bu durum, PKK konusunda ABD’den umduğunu bulamayan ve bölgeye dair hesapları gündemden düşürmeyen Türkiye’nin de işine gelmektedir. Gerçi ilişkide henüz taşlar yerine oturmadı. Irak coğrafyası da kayganlığını koruyor. Ama, yapabilirse; Türkiye, içinde KDP ve KYB’nin olduğu ve hatta Türkmenlerin de dahil edildiği yeni bir şekillenmeyi zorlayabilir.
SORU: ABD, “Irak’ta yetki devri”ni iki gün erkene alarak, NATO Zirvesi’nden hemen önceye rastgetirdi. Bundan amaç neydi?
YANIT: Aslında bu hamlenin 3 gün önce 5 gün sonra olmasının hiçbir önemi yok. ABD’nin bu adımı bütünüyle “şov”a yöneliktir. Bir yıl sonra kaç tanesinin hayatta kalacağının dahi belirsiz olduğu koşullarda, bu işbirlikçiler güruhunun atanma tarihinin tayin edici hiçbir yanı yoktur.
Afganistan’da dahi sıkışan ve Taliban güçleriyle uzlaşmaya çalışan ABD’nin işi Irak’ta daha da zordur. Dikkat edilirse ABD, demokratik görünümlü atraksiyonlar denerken bile, “temiz” görevlileri değil, “sağlam” görevlileri tercih ediyor. Başbakan Allavi’nin CIA ajanı olması gibi, görevi sona eren Bremer’den sonra Irak’ta ABD’yi en yüksek düzeyde temsil edecek olan Büyükelçi John Negroponte de Vietnam’a kadar uzanan bir geçmişe sahip. Honduras ve Nikaragua’da kontra faaliyetlerini finanse eden Negroponte, ABD’nin Afganistan’a saldırı diplomasisini yürüten kişi olarak da biliniyor.
SORU: İspanya’nın Irak’tan asker çekmesi ne denli önemlidir? Devletlerden gelecek bu tür adımlar mı Irak’ta tayin edici olacaktır?
YANIT: İspanya’nın asker çekmesi, direniş cephesinde pozitif bir etkiye sebep olduysa da gerçekte asıl önemli olan, emperyalist devletlerin veya işbirlikçi ortakların tavrı değil, direnişin bizzat kendisidir. Ve tayin edici de, o olacaktır. Devletler için asker kaybetmenin (yani askerin ve dolayısıyla insanın) hiçbir önemi yoktur. Onlar için asker, bir eşya gibidir; kaybedilen, yenisiyle ikame edilir. Fakat bu noktada halkların tavrı çok önemlidir. Tepkilerini yükselttikleri oranda, devletlerin işi zorlaşmaktadır. Nitekim İspanya’nın tavrının arkasında da halk muhalefeti vardır.
SORU: Mukteda El Sadr, bir süre işgale karşı silahlı direniş çağrısı yapmış, taraftarlarını çatışmaya sokmuş, daha sonra da ateşkes ilan etmişti. Kimilerinin, mücadeleye zarar vermekle suçladığı Sadr’ın duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Aslında biz bunu bir süredir çeşitli platformlarda dile getiriyoruz; Sadr’ın duruşu da, mücadelesi de, kullandığı araç ve yöntemler de Irak’taki koşullara denk düşmüyor. Direnme anlamında değil, ama askeri anlamda yanlış olan bu tarz; daha üst düzeyde örgütlülükler gerektiren ve salt milis gücüyle başedilemeyecek olan işgal güçleri karşısında bir başarısızlık yaşamıştır. Bugün gelinen noktada, sebep olduğu kayıplar ve moral bozuklukları da dikkate alınırsa; kendiliğindenci bir çıkışın daha geri bir tavır alışa dönüştüğü görülüyor.
ABD’nin teknolojisi de, üstün ateş gücü de başedilemez değildir. Ama bunun yolu tabii ki salt milis örgütlenmesi olmamalıdır. Zaten Irak’ta mücadele genellikle daha dar hücresel gruplarla uzun vadeye yayılmış olarak yürütüldü ve vur–kaç taktikleri tercih edildi. Şu andaki Irak direnişi, geçmişten kalan pek çok askeri yapı ve imkanı bağrında taşı–yor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Bağdat’da bir füze atıldı. Irak’ta çok miktarda olduğunu tahmin ettiğimiz bu uzun menzilli füze türü ilk defa kullanıldı. İşte bu tür araçlara, Sadr sahip değil. Ama Irak’taki farklı ve etkili bir direniş odağı, dünden bugüne devralınan imkan ve araçlara sahip ve bunları bir strateji dahilinde adım adım devreye sokuyor. Sadr’ın, sözünü ettiğimiz direniş iradesinden bağımsız var olabilme şansı yok. Onlarla bütünleşmesi halinde, “tamamlayıcı” bir rol oynayacak olan Sadr’ın milise dayalı gücünün, yalnız kalması halinde, en azından askeri nedenlerle sonuç alma şansı olmayacaktır.
SORU: Son zamanlarda Irak’ta direnişçilerin yeni taktikler denediklerine dair haberler geliyor.
Buna göre, işgalciler 150 civarında bir gerilla gücü tarafından önce kuşatılıyor, sonra vuruluyor. Direnişçiler böyle büyük kuvvetlerle olabildiğince hızlı bir biçimde vurup çekiliyor ve kayıp vermekten kurtuluyor. Uygulamaya başlanan bu yöntemin silahlı direnişte yeni bir aşamayı temsil ettiği kaydediliyor. Siz bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Direnişin daha organize biçimler aldığı ve daha nitelikli eylemler yaptığı doğru. Sözü edilen tarz, çeşitli yerlerde, hatta Kuzey’de “Kürtler”e karşı da denendi. Silahlar da giderek nitelik kazanıyor.
Az önce söz ettiğimiz füze, bunun bir örneğidir. Bu, mücadelenin giderek farklı bir düzeye doğru evrileceğini gösteriyor. ABD’nin; BM, AB, vb. olguları sürece daha fazla dahil etme ihtiyacı duyması; muhtemel bir çekilmeye, “BM çekilmesi” görüntüsü verme hesabıyla da ilintilidir.
Uyguladığı taktiklerle işgalcilerin petrole dayalı hesabını da bozan direnişçiler; işbirliğini de, işgale hizmetin hemen tüm araçlarını da hedef alıyor. Rehin alma eylemlerinin kimi ülke ve şirketlere geri adım attırdığı biliniyor. Petrole gelince; Irak, yakın zamana kadar günlük 1 milyon varil civarında petrol ihraç edebiliyordu. Bugün bu ihracatın da durduğu söyleniyor. Hatta petrol fi–yatlarının son olarak 44 dolara kadar tırmanmasının asıl nedeninin de bu olduğu kanaatindeyiz. OPEC, günlük 1 milyon varil üretim arttırma sözü vermesine rağmen bunu gerçekleştiremedi. Yakın zamana kadar Basra yöresindeki kuyulardan ihracat devam ediyordu. Bugün o da durmuş görünüyor. Kerkük’ten yumurtalığa petrol akışı zaten sağlanamıyor. Özellikle Basra’daki durum, direnişin artık Güney’e de yayıldığını ve sonuç almaya başladığını gösteriyor.
Direnişin niteliğini kavramak açısından, Irak’ta “yönetim devri” sonrasında yaşanan bir gelişme de öğreticidir. Hatırlanacak olursa, ilk günlerde eylemlerde bir durgunluk, bir seyrelme gözlendi. Kimileri bunu, “Sivil yönetime direnme konusunda direnişçiler arasında düşünce ayrılığı olduğu” biçiminde yorumladı. Halbuki o süreçte direnişçiler, Allavi hükümetini, onun bir CIA ajanı, katil olduğunu çeşitli araçlarla teşhir etmeyi seçti. Ve bu teşhir, amacına ulaştıktan sonra tekrar bilinen eylem çizgisine döndü. Direniş, bu yanıyla da öğretmeye devam ediyor.
SORU: İran daha önce de ABD ve İsrail tarafından tehdit edilmişti. Ancak son günlerde bu tehdidin dozu arttı. Sanki her an saldıracaklarmış gibi bir görüntü veriyorlar. Bunun nedeni nedir? ABD bu koşullarda İran’a gerçekten saldırır mı?
YANIT: Yapılan açıklamalar, büyük oranda kamuoyunu yönlendirmeyi ve İran’ı markaj altında tutmayı amaçlıyor. Çünkü İran, BOP’un yani emperyalizmin Ortadoğu’ya ve bütünüyle bölgeye en köklü müdahalesi anlamına gelen saldırının önündeki en etkili duruş noktalarından biri olarak görülüyor.
İran’ın mevcut Şii çoğunlukla kurmuş olduğu köklü ilişkiler sebebiyle, bütün Ortadoğu’yu kapsayacak tarzda bir Şii muhalefetinin oluşabileceği düşünülüyor.
İran’ın varlığı, onun üzerinden politika yapmaya eğilimli Rusya sebebiyle daha da önem kazanıyor. Son olarak aralarında, nükleer bilgi aktarımını da içeren bir işbirliğinden söz ediliyor.
Ortadoğu’da BOP kapsamında atılacak adımlar derinleştikçe, İran’ın Çin, Kazakistan ve Rusya ile ilişkileri geliştireceği tahmin ediliyor. Bunun dışında ABD, çok şey bağladığı, umutlu olduğu, İran’daki rejim muhalefetinden yakın zamanda sonuç alamayacağını görmüş durumda. Başlangıçta Gürcistan’daki gibi bir müdahale beklentisi vardı. Ne var ki seçimlerden tutucuların egemenlik sağlamış olarak çıkmaları sonrasında ABD, bu konuda umudunu yitirmiş ve İran’ı markaj altında tutma tercihini öne çıkarmıştır. Ancak bunun, yakın zamanda bir askeri müdahaleye dönüşeceğini sanmıyoruz.
Irak’taki Şii olgusu ise başlı başına bir önem taşımaktadır. Birincisi, İran’ı vurma tehdidi, Iraklı Şiiler üzerinde bir kontrol aracı olarak tutulmakta ve güçlenmeleri halinde bunun faturasının İran’a çıkartılacağı intibaı yaratılmaktadır. Sorunun bir diğer yanı da ABD’nin Irak’ta Şiiler dışında dayanabileceği bir gücün kalmamış olmasıdır. Dolayısıyla ABD’nin açıklamaları büyük oranda kamuoyunu meşgul etmeye yöneliktir. Gerçi ABD, Suriye’yi bu tür tehdit ve markajlarla oldukça geri bir duruş seviyesine çekebilmiştir. Son olarak Esat, sınır güvenliği konusunda işbirliği yapmayı kabul etmiş, Allavi’yi Şam’a davet ederek her türlü yardım konusunda vaatte bulunmuştur. Daha karmaşık boyutlar taşısa da İran’a yönelik hesapların özü budur.
SORU: Dergimizin bu sayısında, NATO dosyası içinde, NATO’nun miadının neden dolmadığını anlatıyorsunuz. Ama biz bu konuyu biraz daha açmanızı isti–yoruz. NATO miadını neden doldurmadı? Ve emperyalizm, NATO’ya neden hala ihtiyaç duyuyor?
YANIT: 2. Dünya Savaşı’nın ardından 1949 yılında NATO adıyla kurulan Kuzey Atlantik İttifakı’nın en bilinen yanı kapitalist dünyanın askeri gücünü, gerekmesi halinde, Sovyetler’e karşı harekete geçirme potansiyelini taşımaktı. NATO’ya karşı Sovyetler Birliği’nin de Varşova Paktı’nı kurması ve uzun yıllar süren bir “Soğuk Savaş”ın yaşanması; Sovyetler’in dağılmasıyla beraber, NATO’nun miadını doldurduğu değerlendirmelerine sebep oldu ve olgunun eksik, dolayısıyla yanlış değerlendirilmesini beraberinde getirdi.
Mevcut sistemde, ülkeler arası anlaşmaların hemen tümünde yansıyan bir niteliktir; üye ülkelerin (tarafların) kağıt üzerindeki eşitliği ile uygulama arasında her zaman bir açı olmuş ve bu açı, güçlü ülkelerin zayıf ülkeler üzerindeki tahakkümünün bir ifadesi olmuştur. Örneğin, dünyanın bütün devletleri BM’ye üyedir; ama, kararlar “veto hakkı”na sahip olan 5 devlet tarafından alınır. Kararların uygulanmasında da bu ülkelerin tercihlerinin doğrudan rolü vardır. Hakkında alınmış pek çok karara rağmen İsrail’in Filistin politikasında bildiğini okumaya devam etmesinin ardında da aynı neden yatmaktadır.
IMF tüzüğüne bakılırsa; Türkiye, İngiltere, ABD, vb. ülkeler gibi bu oluşumun ortaklarındandır. Ancak uygulamada, bunun ifade edilmesini bile komik kılacak denli bir eşitsizlik söz konusudur.
NATO, Birleşmiş Milletler Şartı’nın “meşru müdafaa”yı öngören 51. Maddesine dayanarak kurulmuş gözükse de, gerçekte “meşru müdafaa”yı da, “Sovyet tehdidi”ni de aşan bir amaç üzerine oturmuştu. Bilinen gündeminin dışında bir de “gizli gündemi” vardı. Buna göre, sistemi tehdit edecek, toplumsal dönüşümü tetikleyecek her hareketi önlemek ve rejimleri güvenceye almak NATO’nun görevleri arasında yer alıyordu. Ancak, NATO her olaya doğrudan müdahale etmeyeceğine göre, işçi-köylü hareketlerini, halk ayaklanmalarını önlemek için “örtük” çaba ve müdahaleler içinde olacaktı. Adı “Kuzey Atlantik İttifaki” olsa da, kuruluşundan hemen sonra Türkiye ve Yunanistan’ın üye yapılması; hareket sahasının çok daha geniş olduğunu gösteriyordu. Türkiye’nin üyeliği, Sovyetler’le komşu olmakla açıklanabilir. Ancak Yunanistan’ın üyelik nedeni, o gün için devrime gebe bir ülke olarak görülmesiydi.
Sosyalizm nasıl Sovyet deneyimine indirgenemeyecek bir olgu ise, NATO’nun tehdit algılaması da Sovyetler’den ibaret değildi. Meşruiyet kaygısıyla, dün Komünizm, bugün terörizm gerekçe olarak gösterildiyse de, NATO’nun Amerikan egemenliğini Avrupa’da tesis etmek için de kullanıldığı bilinmektedir. Avrupa’nın NATO’ya ihtiyaç duymayacak bir askeri güce sahip olmamasının ardında, ABD’nin engelleme gayretleri yer almış ve bir “Avrupa Ordusu”nun oluşumunu çeşitli atraksiyonlarla önlemiştir.
NATO aynı zamanda silah tekelleri için önemli bir kar kaynağıdır. NATO üyesi devletler, kuruluşundan bugüne, ABD’nin yönlendirmesi ile milyarlarca dolarlık askeri harcamalarda bulunmuş ve bu alışverişte NATO standartları (gerçekte Amerikan silahlarında var olan standartlar) gözetilmiştir.
ABD, başından beri müttefiklik, üyelik gerekleri, iç veya dış düşman tehdidi gibi gerekçelerle NATO üyelerini silaha daha fazla para ayırmaya zorlamıştır. Dünya’nın en büyük silah üreticisi 10 devletinin 6’sı NATO üyesidir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü, 1996 yılında, dünyadaki toplam askeri malzemenin yüzde 80’inin NATO üyeleri tarafından üretildiğini kanıtlamıştır.
NATO emperyalizmin vurucu gücüdür. Bu açıdan da ona en az dün kadar ihtiyaç vardır. Konjonktürel anlamda öne çıkan “Sovyet tehdidi” kalktı; ama, emperyalizm var olduğu sürece; sömürgeci boyunduruğa, baskı ve zulme karşı çıkan, özgürlük isteyen “halkların tehdidi” devam edecek ve bu nedenle de emperyalizmin bir “NATO”ya ihtiyacı olacaktır.
2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1947’de Dışişleri Bakanı Marshall’ın “ABD’nin tüm hür dünyaya yardıma hazır olduğu” biçimindeki açıklaması ve aynı yıl kurulan CIA, Hitler Faşizmini yenen ve halkların gönünde taht kuran Sovyetler’in bu prestijine karşı atılmış adımlardır. NATO, bunun devamı bir adımdır. Kurulduğu andan Sovyetlerin dağılmasına dek doğrudan hiçbir saldırıda bulunmayan, ilk saldırısını 1995’te Yugoslavya’da gerçekleştiren NATO’nun asıl faaliyet alanını Kontr-gerilla örgütlenmelerini geliştirmek, beslemek, ülkelere yaymak ve saldırıları bu bağlamda dolaylı kılmak oluşturmuştur.
NATO 1949’da kurulmuş, ancak “gizli örgütlenme”ler için 1947’den itibaren adım atılmıştır. 18 Temmuz 1948’de ABD Ulasal Güvenlik Konseyi’nden geçen NSC 10/2 isimli gizli belgede “propaganda, ekonomi savaşı, sabotaj, kaşı sabotaj, imha ve tahliye önlemleri dahil önleyici doğrudan önlemler”den söz edilir. Buna göre “Düşman devletlere karşı, yeraltı direniş hareketlerinin, gerillanın desteklenmesi, aynı zamanda özgür dünyanın tehdit altındaki ülkelerinde yerli antikomünist güçlerin teşviki dahil yıkıcı faaliyet” gösterilecekti. Daha sonra pek çok ülkede uygulandığına tanık olduğumuz gibi “antikomünist her hareket sonuna kadar her yönden desteklenecek, gizil operasyonlar teşvik edilecek ancak ortaya çıktığında, ‘ABD hükümetinin hiçbir sorumluluğu anlaşılmayacak’tı.”
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)