Bahadır Deniz
12 Eylül sonrasında, yenilgi psikolojisiyle hareket etmek; rejimi değiştirme amacını, rejime kendini kabul ettirme ve mevcut düzen içinde yer edinme amacıyla ikame etmek; sol içinde hızla yayılan bir tutum halini aldı.
Örneğin Sinan Çetin,“kendini kurtaramayanlar, halkı kurtarmaya soyundu; birey bile olamadılar” derken; gerçekte halkı ve bireyi daha iyi kurtarabilecek bir solu amaçlamıyor; aksine, varolanı tahrip ediyordu. Eleştirinin yapıcı olup olmadığı, büyük oranda eleştiri sahibinin yaşamsal duruşunda yansır. Bugün Sinan Çetin’in ne yaptığı, o gün ne demek istediğinin somut ifadesidir.
Tabii S. Çetin’in farklı versi-yonları vardı ve hepsi bu denli kamuflajsız değildi. Örneğin kimileri solun açmazlarını kendine dert edinmiş gibi görünüp, rolünü solda durarak ve uzun süreli olarak oynadı. ÖDP, böyle bir çabanın iradi sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dün ifade edildiğinde, sol kültür açısından yakışıksız/ayıp sayılabilecek tercih ve duruşlar, uzun süreli örgütlü bir karşı çaba sonucunda, bir norm olarak benimsetilebilir hale geldi.
Dün devrimcilikten, solculuktan gıdalanmış, devrimciliği gerçekten yüreğinin sol yanı ile yaşamış bir kuşaktan bu örneklerin çıkması, sorunu daha da trajik kılı-yor. Çünkü 12 Eylül öncesinde biz, masalını da, şiirini de, gerçek ve düşünü de bağrında taşıyan bir devrimcilik yaşadık. Bu deneyim, bugün sağı keşfetmeyi değil, her şeyin çözümünü solda aramayı gerektiriyor. Tabii solculuk, CHP solculuğu olarak algılanmıyorsa. Bir şeyin aslı varken, uçuğunu veya çarpığını yaşamak isteyenlere değil sözümüz. Örneğin, kastettiğimiz sol; “eline sağlık” demek yerine “eline solluk” demek değildir. Bu, işi sulandırmaktan başka bir şeye yaramaz. Halbuki solu anlatmak, benimsetmek, sevmek ve sevdirmek için öyle çok sebep var ki… Hele ki günümüzde, postmodern duruşlarla normların bulandırıldığı bir atmosferde; netlik, değerlerde ısrar daha onurluca ve daha anlamlıdır.
Daha önce de yazdık; kapitalizme karşı durmadan anti-emperyalist olunamaz. Düzene karşı durmadan da sol olunamaz; sol olunamayınca da, bunca insandışılaşma içinde pusulayı şaşırmamak olası değildir.
Sosyalbilimin, zamana ve mekana göre değişebilen önermeleri sebebiyle belirli bir esnekliği var ise de bu, onun keyfi ölçülerle eğilip-bükülebileceği anlamına gelmez. Son 10-15 yıllık süreçte emperyalizmin, karşısındaki engelleri aşmak için bilim dahil, hemen her olguyu “yönlendirilebilir bir araç”a çevirdiği bilinmektedir. Tabii bunda, kendi öznellikleri sebebiyle hizmet eden kişi, yapı ve örgütlerin de rolü unutulmamalıdır.
Rejimlerin neye göre biçimlendiği, bunu tayin eden dinamikler içinde neden sınıf mücadelesinin belirleyici olduğu kavranmadan, basit mantıklar yürüterek veya kahvehane sohbetlerini aşmayan bir seviye ile; faşist bir rejimin şiddet kullanmadan “demokratik adımlar” için ikna edilebileceğini düşünmek/varsaymak; böyle bir rejimin devamından yana çıkarı olanların işine yarar.
Bugün, egemenlerin kendi ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelen ve “AB uyum yasaları” olarak anılan düzenlemeler doğru kavranmadığında, ülkenin demokratikleşmekte olduğu, bunun için mücadeleye ihtiyaç olmadığı, sürecin kendiliğinden işlediği biçiminde bir kanaat oluşur; ki bu, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, oluşturmak için bin türlü zahmete katlandıkları bir sonuçtur. Emperyalist tekellerin ve onların düzenlerinin üstyapısal yansıması olan siyasal gericiliğin, kendiliğinden hak vermesi; yapısal niteliğine terstir. Bu, sömürücü egemenler açısından tarihin hiçbir evresinde rastlanmış bir durum değildir. Bu bağlamda “herkes hakkettiği biçimde yönetilir” soyutlaması bir gerçekliği yansıtır. Yaşamın azıyla, hakların azıyla, demokrasinin azıyla yetinmek; sağlıklı düşünebilen insanların tercihi olamaz. Bu nedenle egemenler, bir taraftan düşünsel yetenekleri akamete uğratırken, diğer taraftan inançsız, hedefsiz, plan yapamayan, düş kuramayan bir toplum için çaba harcar. Bu yolda, şiddet ve tehdit gibi caydırıcı unsurlardan, akıl çelmeleyici faaliyetlere kadar çeşitli araçlara başvuran egemenler, aynı zamanda kaleyi içten fethetmeye ve dolayısıyla Truva atları oluşturmaya da özel bir önem verir.
Koca bir tarih boyunca süzülerek gelen ve kuşaktan kuşağa devrolunan değer biriktirme sürecini, adeta tersine işletip tuğla tuğla sökme görevi üstlenip; solda örgütsüzlüğü, bireyciliği kamçılayıp, devrimci olanla mesafe oluşturduktan sonra; hatta böyle yapınca kitlesellik sağlanacağı propagandasını yaptıktan sonra; örneğin NATO karşıtı bir mitinge sadece 500 kişinin gelmiş olmasından yakınma hakkı kalmıyor.
BAK’ın Saraçhane’de 5 Haziran’da yaptığı mitinge, beklenenin aksine kitlelerin rağbet göstermemesi, Birgün Gazetesi’nde yazan Doğan Tılıç’ı şaşırtıyor. “Yahu, hani öyle sert sol sloganlar falan atmıyoruz. Sadece solcular olarak da dökülmüyoruz ortalığa. Alt tarafı ‘Bush gelme’ diyoruz.” diyor D. Tılıç. Görüldüğü gibi hala sol olanla problemi var bu şahsiyetlerin. Gerçekte ise sorun solda değil, solu yanlış kullanandadır. Ve ayrıca solun “aşırısı”, “sert”i olmaz. Bu, günümüzde burjuva ideologların, devrimcileri sosyal demokratlardan ayırmak, uç ve marjinal olarak göstermek için başvurduğu bir tanımlamadır.
Irak’ta Savaş’a Hayır Koordinasyonu’ndan ayrılıp BAK’ı oluşturan kesimler sadece Birgün Gazetesi’nde değil; yaşamın her alanında devrimcilik, solculuk ile mesafe koymayı bir alamet-i farika olarak tercih etmiştir. NATO toplantısını protesto için 27 Haziran mitinginde Kadıköy’de ortaklaştıkları kesimlerle 28 Haziran’da yollarını ayırmaları da bir tesadüf değildir. Hatırlanacak olursa zaten “Koordinasyon”dan ayrılma sebeplerini de “orada taş atan olay çıkaran örgütlerin varlığı” oluşturmuştu. Aslında onlar, tercihlerini çoğu kez açık biçimde ifade etmekten sakınmıyorlar. Açık veya örtük rollerini de oynuyorlar. Ama bazen, mesela 1 Mayıs’taki gibi, kimi dostlarımız onların ciddi ciddi radikalleştiklerine inanabiliyor.
Biz devrimciyiz; solda duruyoruz. Sınıf mücadelesinde sağ gibi elbette solun da yeri var. Ama bu, bir etiket bir isimlendirme farkı değildir. Sol; muhaliftir, düzene karşıdır; boyun eğmez, itirazının takipçisi olur ve fikrini eyleme döker. Karşıtıyla uzlaşarak idare etmeyi değil, onu yenerek, aşarak yoluna devam etmeyi bir tarz olarak benimser. Kısa günün karı hesabıyla yapılan ortaklıklar, atılan adımlar, kardan çok zarar getirir. Bulanıklık, düzenin devamından yana olanlara yarar. Bu nedenle devrimciler, her zaman ve her adımlarında kendilerini doğru anlaşılacak şekilde ifade etmeli, netlikten yana olmalıdır.
Popüler kültürün biçimlendirdiği ölçeklerle yaşamı karşılayan kitlelerin durduk yerde devrimcileri keşfetmesi, kurtuluşun müjdecisi olduklarının ayırdına varması olası değildir. Kendiliğinden bir akış içinde ve tabii sistemin insafına terkedilerek büyüyen bir genç için, yolda sayısız tuzaklar vardır. Bu nedenle insanlar arabesk müzik dinliyor, Brezilya dizileri veya seks filmleri izliyor, futbol maçlarını kaçırmıyor diye kızamayız; ama, olumlayamayız da.
Belki burada, örgütlü ile örgütsüz kesimleri ayırmak gerekiyor. Ve iki taraftan da ilgimizi esirgememek koşuluyla; örgütsel yönlendiricilik altındaki kesimin, popüler kültürle bir türlü kesilmeyen bağını masaya yatırmak gerekiyor. Hatta coşkuyu, motivasyon ve bağlılığı arttırmak için başvurulan kimi yöntemlerin ve kamçılanan kimi niteliklerin, kişileri devrimcileştirme yönünde mi, yoksa taraftarlaştırma yönünde mi, biçimlendirdiği üzerine kafa yorulmalıdır. Mesele; atılan sloganlar, taşınan bayraklar veya motivasyonun rengarenk araçları da değildir. Bunlar zaten, tek başlarına değil, hizmet ettikleri düşünce ile ilişkilendirilerek, ondan koparılmadan anlamlandırılması gereken olgulardır. Aksi takdirde emek, amaçtan bütünüyle kopar ve kişi, aracın esiri olur.
Taraftarlığın, rekabetin, hırs ve bencilliğin toplum kesimleri içerisinde en az bulunacağı yerin devrimci zeminler olduğunun ve motivasyonu aşındırmamayı gözeterek değerlendirme yapmak gerektiğinin bilincindeyiz. Son tahlilde, artılar da eksiler de hepimizindir. Ancak, yine de ve hepimizi ilgilendiren ölçekler adına uyarma ihtiyacı duyuyoruz. Gerek alanlardan gerekse alanları sayfalarına yansıtan gazete ve dergilerden aldığımız kesitler, kaygı verici düzeyde bir taraftarlaşmanın varlığını yansıtıyor. Aynı barikatı, her dergiden farklı biçimde okumak; aynı eylemin birlik özneleri olarak her yapının, artıları ve “ilk”leri sahiplenme gayreti; bizleri, kendimize en yakın gördüğümüz dost devrimci yapılar adına kaygılandırmıştır.
Devrimcilerin taşın suyunu sıkarcasına övünç sebepleri aramaya ihtiyacı yok/olmamalıdır. Devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzında taşınan önemli farklara rağmen, hemen her yapının Okmeydanı’nı salt “başarılı bir savaş karesi” olarak ve çok benzer bir üslupla aktarması, ideolojik-politik hat ile fiili duruş arasındaki çelişmeyi ele veriyor. Kaldı ki hemen her yapının geçmişinde, övünç sebebi olacak, destansı pek çok pratik vardır.
Değişen koşullar, gelişen teknoloji, araç ve yöntemlere de yansır. Ancak öz, her zaman korunur.
Devrimciler, en güçlü olduğu dönemlerde dahi, iktidar güçleriyle karşı karşıya gelinen her alanı, güç testi için bir sınav yeri olarak görmemiştir. Ama en zor koşullarda dahi (hapishanede veya dağda) fiziki teması mümkün kılan bir yaratıcılık ve cesaret örnekleri sergileyerek zarar vermeyi başarmıştır.
Bugün, yaşanan kuşak kopmasının sebep olduğu hafızasızlık, en alt düzeyde seyreden siyasal pratikle ve giderek düşen yaş ortalamasıyla birleşince; ortaya ne yazık ki devrimcilerin ağırlığını aşındıran bir görüntü çıkmaktadır.
Biz Devrimci Yolcuyuz. Veli Eskili’nin, Necdet Erdoğan Bozkurt’un, Zekeriya Aydemir’in, …. yoldaşlarıyız. “Zorlama kahramanlıklara” ihtiyaç duymak; tarihimizi yazan binlerce isimsiz kahramana haksızlık olur. Bugün pratiğin düşen ivmesiyle yetinmek ve onun arasında övünç sebepleri aramak yerine, devraldığımız mirasın büyüklüğü ve kalitesine yakışır bir grafik çizebilmek için, hareketin teorik ve pratik mirası doğru okunmalı; gıda, doğru yerden alınmalı ve bizi tanımlamayan rekabet öğeleri ve ölçekler dikkate alınmamalıdır.
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)