MİT KRİZİ OLARAK YANSIYAN SORUNUN
ARKA PLANI VE AKTÖRLERİN İLİŞKİ-ÇELİŞKİ DİYALEKTİĞİ
Ülkemizde, bilimsel aklın yol göstericisi olması gereken devrimci-demokrat örgütlü kesimlerde, belki de ilk kez pragmatizmin ve subjektivizmin bu denli ağırlık kazandığı bir dönemden geçiliyor. Olgular, bilimsel ölçeklerin gerekleri dahilinde değil, konjonktürel duruşun (ve hatta pragmatizmin) gerekleri dahilinde okunurken; sınıflar mücadelesinin ilkeleri, ya by-pass ediliyor, ya da temennilerle ikame ediliyor.Örneğin 2001 11 Eylül’ü sonrasında emperyalizmin, Ortadoğu planları çerçevesinde 3’lü koalisyonu dağıtıp yerine özel yetkili AKP’yi getirme operasyonunu, “Ecevit Kürt sorununu çözecekti diye tasfiye edildi” biçiminde yorumlamak; sonra da 10 yıllık öğretici pratiğe rağmen bugün, orduya yönelik operasyonları, “Generaller Kürt sorununu çözmedi diye tutuklandı.” biçiminde değerlendirmek; T.Erdoğan’ın 2 kez, “bilinen” nedenlerle hastaneye yatırılışını, “Ecevit’in hastaneye yatırılarak tasfiye edilişi”ne benzetmek (bkz. A. Bayram, Gündem Gazetesi, 14 Şubat 2012) ve son olarak MİT-Yargı gerilimi olarak dışavuran olguyu da, AKP’nin düşüşüne işaret olarak görüp, yine Kürt sorununa kadar daraltarak okumak; bilimsel aklın gerekleri dahilinde sonuçlar olmasa gerek.
Şu aktardığımız kısacık kesitte göze çarpan, değerlendirme ve sonuç çıkarma bağlamındaki öznellik, farklı duruş ve bakış açıları eşliğinde, çok daha geniş bir zeminde yaşanıyor.
Kısa bir tarama/hatırlatma yapalım: Radikal Gazetesi yazarı Akif Beki, Hakan Fidan’a karşı olanları “MOSSAD’ın yerli işbirlikçileri” olarak suçladı. Star Gazetesi, “Hedef Fidan, KCK Bahane” diye başlık attı. Uludere katliamında, Cemaat’e yakın yazarlar, daha ilk günden MİT’i işaret etti. Kimileri, AKP-Cemaat ittifakının dağıldığını yazdı. F.Gülen’in “Dikkat et tepe taklak gidersin” biçimindeki uyarısını, “Cemaat, AKP’yi devirecek” diye yorumlayanlar oldu. AKP, vakti gelince nasıl kimi liberallerle yolunu ayırdıysa, Cemaat’le de yol ayrımına gelindiği sanıldı. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ne var ki bugün bizlerin örnek bolluğundan çok, olgunun büyük resim içindeki gerçek niteliğini okumaya ve süreçteki yerine bağlı olarak tutum geliştirmeye ihtiyacı vardır.
Bu, felsefi bir kuraldır; her soyutlama, gerçeğin bir yanını ihmal eder. Ama olgunun öğreticiliğini birikim haline getirip, bir başka pratiğe/zemine uygun biçimde taşıyabilmek için gerekli ve doğru bir yöntemdir. Devrimciler, elbette politik gündemleri gereği temel-tali sıralaması yapacak, yakıcı bir sorunun önemine dikkat çekmek gerektiğinde, altını kalınca çizecektir. Ancak, 10 yıllık tarihinde belki de en kapsamlı desteği almış olan ve varlığını/iktidarını konsolide etmek anlamına gelebilecek adımları yoğunlaştıran AKP için, “… Kürt sorunu üzerinde asla oynanmayacak kadar ciddi bir sorundur. Oynamak isteyeni mutlak yakar. Şimdi Tayyip Erdoğan’ın yıkılışının da burada olduğu görülüyor.” (A. Bayram, agy) değerlendirmesi yapıldığında ve bu sonuca, MİT bağlamlı gelişmeler üzerinden varıldığında, soyutlamalarda bilimselliğin değil, politikada özneliğin gereği yerine getirilmiş olur.
Elbette Kürt sorunu, üzerinde oynanmaması gereken önemde/ciddiyette bir sorundur. Ancak, hafızamızın elverdiği oranda geriye/uzağa baktığımızda, hemen her dönemde hem ulusal hem de uluslararası zeminde Kürt sorununun üzerinde oynandığını görürüz. “Oynayanın yanacağı” meselesine gelince; bu, ancak propaganda malzemesi olabilecek bir vurgudur. Çünkü biz, Kuzey Irak’ta da ABD’nin Kürtlerle oynadığını, ama bu oyunun sonunda, bırakalım yanmayı, övgüler aldığını biliyoruz.
Konu bağlamında söylersek, MİT üzerinden dışavuran AKP-Cemaat geriliminde, Kürt sorunu bir neden değil, bir araç veya alt başlık olabilir. Hemen her konuyu Kürt sorunu ile açıklamak, nasıl önemini ve çözüm olasılığını arttırmıyorsa; bizlerin bu değerlendirmesi de önemini azaltmıyordur. Bu nedenle, kimse bize Kürt sorununun önemini anlatmaya çalışmasın. Çünkü bizler, tam da bu önemin ve ödenen bedellerin bilincinde olduğumuz için, bu değerlendirme ve uyarıları yapıyoruz. Örneğin, Suriye (ve devamında tüm bölge) halklarının başına çorap örmek üzere oluşturulan ve (Gündem Gazetesi yazarlarından M. Ali Çelebi’nin isabetli tanımıyla söylersek) “Dertleri ne insan hakları ne de demokrasi olmayan, kurtlar sofrasından” yükselen şaibeli sesler içinden, “Kürtlerin kendi özerk yönetimlerine sahip olacakları” cümlesini seçip, Tunus’ta yapılan “Suriye’nin Dostları Grubu” adlı, emperyalizm ve işbirliği kokan toplantıya –sınırlı da olsa- olumluluk atfetmek (bkz. A. Bayram, Gündem Gazetesi, 27 Şubat 2012), yukarıdaki tanım ve uyarılarda ne denli haklı olduğumuza dair sadece bir kesittir. Bu durum, Arap şair El Mutanabbi’nin 1000 küsur yıl önce yaptığı, “Eğer aslanın dişlerini görüyorsan, sakın sana gülümsediğini düşünme” uyarısını akla getiriyor.
Gerçekte, Cemaatle AKP, AKP ile ABD arasında, Kürt sorununa yaklaşım konusunda farklar olsa da, bu farklar görelidir. Ve hepsinin “ya tasfiye ya işbirliği” ortak paydasında buluşmasına engel değildir. Egemen güçler arasındaki çelişmelere bu denli önem verilmesinin ve yaşanan her gelişmeden Kürt sorununda “çözüm” veya “çözümsüzlük” damıtma ihtiyacı duyulmasının nedenleri ise, çok daha kapsamlı bir değerlendirmenin konusudur.
AKP-CEMAAT GERİLİMİNİN ÖZÜ NEDİR?
Gelişmeleri doğru kavrayabilmek ve sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için öncelikle, 10 yıllık süreç içerisinde Türkiye’de nasıl bir düzenin bina edildiği ve bu düzen içinde AKP’nin rolü doğru tanımlanmalıdır.
Bugün artık Türkiye’de, kazanılmış hiçbir hak, güvence altında değildir. Ne yasaların ne de anayasanın böyle bir işlevi kalmamıştır. İçişleri Bakanı’nın demeçleri, sözün maksadı aştığı sivrilikler olarak değil; egemenlerin ve devletin gerçek politikasının ne olduğunu gösteren bir ayna olarak görülmelidir. Bu sistem, geçici olmadığı gibi Tayyip Erdoğan’ın şahsi (veya AKP’nin parti olarak) tercihleriyle sınırlı olmayan, kapsamlı bir olgudur ve ABD’nin bölge politikalarına denk düşen bir düzenlemedir.
Bilindiği gibi AKP, bir süre önce, bazı liberallerle bir çeşit hesaplaşma içine girdi. Buna, ilişkinin yeni duruma uygun olarak düzenlenmesi de denilebilir. Dengeler değişmekte, yeni duruma uygun yeni dengeler oluşmaktadır. Ne var ki Cemaat’le ilişkileri, liberallerle ilişkilere benzetmek, yöntemde kolaycılık olur. AKP ile Cemaat, sorun yaşasa dahi, birbirinden vazgeçmeyecek denli iç içedir. Burada kısa da olsa, AKP’nin oluşturduğu bileşime değinmekte yarar görüyoruz.
AKP, bağrında kimi çelişmeleri de taşıyan, çok bileşenli bir blok; bir çatı partisidir. Bu blok içinde, “İsrail karşıtlığı”nı sıkça dillendiren duruşuyla Milli Görüş geleneği olduğu gibi, liberallerden cemaatlere dek uzanan ve İsrail ile ABD karşıtlığı içinde olmayan kesimler de var. Ayrıca, AKP’nin “Anadolu sermayesi” olarak anılan kesimin tam desteğini alan bir parti olduğunu da unutmamak gerekiyor. Kaldı ki, sermayenin kaynağında değişik motifler olsa da bir kez oluştuktan sonra, eğilimi sermayenin bilinen sınıfsal nitelikleri üzerinde oturur. Burjuvazinin bu sonradan palazlanan kesiminde, sermayenin edinilmesi sırasında İslami eğilimler öne çıkarken, bugün gelinen aşamada bir değişim söz konusudur. Bu kesim artık, azami çıkarların sağlanması ve azami kara ulaşma yönündeki kararları destekliyor, buna göre konum alıyor. Gülen’e yakın çevreler ise, daha farklı bir duruşa sahip. Gerek Türkiye, gerekse dünya özgülünde, çok daha uzun erimli kararlar alıp uyguluyor. Bir taraftan bölgede ABD-İsrail eksenli politikalara yakın dururken, diğer taraftan, ülkede kadrolaşmaya büyük önem veriyor.
AKP içinde, oluşumundan bugüne hep bir denge vardı. Bu, rakamsal dilimlerden öte bir oran üzerine oturmuş, çelişmeyi de uzlaşmayı da içeren bir dengedir. Gülen hareketi, 10 yıllık AKP icraatı sürecinde, askerden polise, yargıdan bürokrasiye kadar devletin en etkili bileşenlerinde kadrolaştı. Ne var ki, ne bu farklar, ne de MİT’in yeniden biçimlendirilmesi ve tercih farkları, mevcut gerilimin nedenlerini açıklamaya yeterli değildir. Bunlar, olsa olsa ilk bakışta görünen veya gösterilen nedenlerdir.
MİT KRİZİ DEĞİL İŞBİRLİĞİ VE TAŞERONLUK KRİZİ
AKP, başlangıçta sınıfsal olarak dayandığı kesimlere ek olarak, bugün artık bir bütün halinde tekelci burjuvazinin desteğini almış durumdadır. Eğer hareket noktamızı, su yüzüne çıkan, yansıma (veya araç) niteliğindeki olgular değil de, ona kaynaklık eden gerçek nedenler oluşturacaksa; örneğin, AKP ile TÜSİAD arasında, eğitimde 4+4+4 meselesi üzerinden yaşanan polemiği değil, bir süredir geçekleşmiş olan uzlaşmayı ölçü alarak, olgunun gerçek nedenlerine inebilmenin yöntemini geliştirmeliyiz.
Mevcut dengeler, bir kez daha, hükümet-sermaye ilişkilerinin sermayenin sınıfsal ihtiyaçlarının gözetilmesi temelinde geliştiğini; bu ihtiyaç giderildikten sonra, antidemokratik uygulamalar dahil, ülkede ne olursa olsun ilişkide bir soruna dönüşmediğini gösteriyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi AKP, bugün artık tüm burjuva kesimlerin temsilcisidir ve bu kesimlerin çıkarlarını temsil etmek zorundadır. Aldığı toplam destek, sandıktan çıkan oyu da aşan boyutlardadır. Bunda, kriz ortamında sağladığı istikrarlı görüntünün de rolü vardır. Tüm burjuva katmanların temsilcisi olması, bazı kesimlerde, iktidarı bir diğeriyle paylaşmak zorunda bıraktığı için memnuniyetsizliğe sebep olmaktadır. Bu bağlamda, mevcut dengeye rağmen, sermaye ilişkileri içinde bir rekabet söz konusudur. Ne var ki bu rekabet, bir çatışmaya dönüşecek boyutlarda değildir. MİT krizi olarak dışa vuran gerilimin gerçek sebebi de ne AKP-Cemaat çelişmesi ne de sermaye içi rekabettir. Olguyu daha net görebilmek için, resmi büyütmek gerekiyor.
BÜYÜK RESİM İÇİNDE AKP-CEMAAT GERİLİMİNİN YERİ
Süreç, ABD’nin kriz sonrası döneme ilişkin tercihlerinin belirginleştiği, gerçekleşmesi için politikaların oluşturulduğu ve yol haritalarının izleyeceği muhtemel seyirlerin çizildiği, bir takvim bağlamında işliyor. Ortadoğu’ya dair stratejiler, çizilmiş ve büyük oranda tamamlanmıştır. Türkiye’deki hiçbir gelişme, bu sürecin doğrultusunu değiştirecek boyutlarda değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin rolü de, ona biçilen görevi uygulama çerçevesindedir.
Emperyalist planlama, Ortadoğu’yu da aşan ve devamında Asya’nın doğusuna, Pasifik bölgesine uzanan boyuttadır. Artık Ortadoğu’da olan süreç, verilen görevlerin yerine getirilmesi sürecidir. Hemen tüm aktörlerin görevi belli ve mevzilenilmiş durumdadır. Bu, yazının giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, ne halkların beklenti ve talepleriyle ilgilidir, ne de bölge ülkeleriyle girilebilecek “kazan kazan” uzlaşması üzerinden, doğrultusu değiştirilebilecek bir süreçtir. Hatta emperyalizmden ve işbirlikçilerinden bu bağlam içinde bir beklentiyi, yakın zafer hayalleri kurabilecek noktaya taşımak, başlı başına bir “sorun”a işarettir.
Bu süreçte artık ABD’nin Ortadoğu’da, emperyalist-kapitalist sistemin kıyısında kalmış toplumlara/devletlere tahammülü yoktur. Daha rahat sömürülmek üzere, sistem içine çekilmesi için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Benzer şekilde, emperyalizmin, taleplerinin dışında bağımsız politikalar üretebilen siyasal yapılara ihtiyacı ve tahammülü yoktur. Dolayısıyla ABD’nin, içinde bugünkü niteliğiyle Suriye, Hizbullah, İran’ın olmadığı bir Ortadoğu planlaması, geçici veya vazgeçilir türden değildir.
ABD’nin hesapları belirli bir takvime bağlı olsa da, saldırılar, birden çok noktada ve çeşitli aktörler üzerinden eşgüdüm halinde yürütülüyor. Geçtiğimiz günlerde ABD senatosu Dış ilişkiler komitesi bir oturum düzenleyerek, Belucistan için “kendi geleceğini belirleme hakkı” isteyen karar tasarısını Kongre’ye sundu. Bilindiği gibi Belucistan olarak anılan coğrafya, Pakistan’ın güneybatısını kapsamaktadır. Beluciler, Kürtler gibi, bağımsız bir devleti olmayan ve üç ülkeye bölünmüş bir halktır. ABD, yaklaşık 30 yıldır bu bölgedeki halkları, politikalarına malzeme yapmak üzere örgütleme/etkileme ilişkisi içindedir. Komitenin sunduğu karar tasarısı bu kapsam içerisinde, yüksek perdeden ve uluslararası zeminde dillendirildi. Peşinden, 3 ülkenin başbakanı Afganistan’da toplanarak, bunu kabullenmeyeceklerini söylediler.
Bu gelişme, ABD’nin İran’ı hangi noktalardan sıkıştırmayı planladığına dair, tehdit içerikli bir örnektir. Aynı şekilde, Kuzeybatı’da Azerileri örgütleyerek, İran’a karşı yönlendiriyor. MOSSAD o bölgede adeta karargah kurmuş durumda. İran ise bu süreçte, yıllarca sürecek nükleer gelişimi, çok kısa zamanda tamamladı. Eğer bir saldırı yapılacaksa, bunun nasıl olacağı netleştirilmiş durumdadır. Saldırı için İsrail’in hazırlanmakta olduğuna dair emareler gözleniyor. ABD, İsrail’in saldırması konusunda istekli; böyle bir durumda kendisi de füze savunma sistemiyle İsrail’i koruyacaktır. Suriye’den sonra, silahsızlandırılmak üzere, Hizbullah hedefte olacaktır. ABD bu amaçlarına ulaştığı oranda, sıranın İran’a gelmesi ve bir saldırının olması beklenmelidir.
Yeni oluşacak muhtemel dengelerden zarar görme olasılığı olan ülkelerin başında Rusya ve Çin geliyor. İran’ın en büyük petrol alıcısı olan Çin, gerek Rusya’yla gerekse çeşitli Arap ülkeleriyle yaptığı anlaşmalarla kendini bu sürece, belirli oranlarda hazırlamış görünüyor. Hatta BM’de İran ve diğer ülkeler konusunda eskisi gibi katı bir tutum sergilemeyeceğine dair belirtiler gözleniyor.
Türkiye açısından da tayin edici önemde olan asıl sorun, Rusya’nın durumudur. Rusya, Hazar havzasındaki çıkarları dahil, sürecin kendisini ilgilendiren pek çok boyut nedeniyle, gelişmelerden oldukça rahatsız; bu bağlamda tarafsız kalması düşünülemez. Zaten tehditlerini resmi ve gayrıresmi olarak yaptı ve yapmaya devam edecek gibi görünüyor. Rusya ve İran’ın geliştireceği karşı tutumdan Türkiye, doğrudan etkilenecektir. Hatta, daha bugünden bunun işaretleri veriliyor.
Bilindiği gibi Türkiye, enerji ihtiyacının %70’ini Rusya ve İran’dan sağlıyor. Bir saldırı halinde, rol alıp taraf olacağı da düşünülürse, hiçbir şekilde enerji temin etme şansının kalmayacağı görülür. Bu, Türkiye ekonomisinin durması demektir. AKP’ye destek veren tekelci burjuvazinin en büyük kaygısı budur. Enerjide bağımlılık bu boyuttayken ve doğalgaz kullanımı sanayide %30’ları geçiyorken, muhtemel bir çatışmada, telafisi olanaksız bir açmaza düşülecektir. İşte, yaşanan gerilimin gerçek kaynağı budur; ABD, Cemaat üzerinden AKP’yi yapması gerekenler konusunda zorlarken; Rusya, deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyor; Türkiyeli burjuvazi ise, alarm veriyor; AKP, bu basınç altında karar vermeye zorlanıyor. Ya ABD’nin yanında; Suriye, İran, vb. konusunda radikal adım atıp, açıkça taraf olacak; ya ayak sürüyüp, bunu götürebildiği yere kadar götürüp Suriye sorununun kendisinin doğrudan müdahil olmasına gerek kalmadan çözümünü bekleyecek; ya da “bu işte ben yokum” diyecektir. Kaldı ki AKP’nin bağımsız politika üretebilme şansı yoktur. Tüm bu yaşananlar Ekonomi ve enerji dahil, bir bütün halinde bağımlılık ilişkisi içerisinde olmanın bir sonucudur tüm bu yaşananlar. ABD’nin, Cemaat ilişkileri olmasa dahi, AKP’yi sıkıştırıp kendi politik tercihleri dahilinde hareket ettirme güç ve potansiyeli olduğu da hatırlanmalıdır.
İşte bu sorun, “MİT krizi, Özel yetkili savcı krizi, vb.” biçiminde, görünen boyutuyla okundu. Böyle okununca da, kimi kesimlerde, Özel Yetkili Mahkemelerin miadının dolduğu, AKP’nin bundan vazgeçeceği beklentisi oluştu. Bu, sistemi de AKP’yi de doğru değerlendirememenin sonucudur. Halbuki, daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi, özel yetkili mahkemeler, ne Cemaatin ne de AKP’nin özel tercihidir. Daha geniş bağlamda sistemin ihtiyacıdır. Emperyalizmin ihtiyacı temelinde taşların yeniden dizilmesi sürecinde, toplumsal muhalefetin sindirilmesi için doğrudan kullanılmıştır. Bundan ne AKP, ne Cemaat, ne de burjuvazinin şu veya bu katmanı rahatsızdır. Ve hızla yaklaşan ekonomik ve siyasal kriz ortamında bu tür yapılanmaların rolü daha da artacaktır.
Genelde muhalif kesimlerin, özelde devrimci-demokrat güçlerin yapması gereken, umudunu/geleceğini egemenler arası çelişmelere bağlamak değil, süreci doğru okumak ve kendi özgücüne güvenerek rol ve konum almaktır.
DEVRİMCİ HAREKET
12 MART 2012