Dünyada ‘90’lı yıllarla beraber hızla yayılan tasfiyecilik, değerlerde aşınma ve giderek sisteme yakınlaşma olgusu, bir taraftan buna denk düşen örgütsel yapıları ortaya çıkarırken, diğer taraftan solda genel kabul gören hemen her ölçek eğilip-bükülmeye başlandı. Ve bugün artık adeta bir ölçeksizlik cinnetine doğru gidiyoruz.
Bir bakıyorsunuz, onyıllarca kan-revan içinde hak arayan ve kendini özgürlük hareketi olarak adlandırmaya özen gösteren Kürt demokratik hareketi, sisteme ve emperyalizme dair ne varsa keşfediyor ve kendisini demokratik kılan ne varsa terkediyor. Üstelik bu halinin yadırganması yerine, onu destekleyenlerin ve sahiplenenlerin sayısı günden güne artıyor; hatta, onu eleştirenler ağır ithamlarla muhatap ediliyor.
İstanbul’da bombalama eylemleri oluyor, iki gün sonra, kendini devrimci-demokrat sayan pek çok yapı; “Teröre Karşı Miting” için, TİSK’le, ATO’yla; Tercüman, Hürriyet, Milliyet, Star, Yeni Şafak gazeteleriyle aynı çağrıyı yapıyor ve önceki örneklerinde “devlet mitingi” olarak anılan bir organizasyona ortak oluyor.
Saddam, ABD tarafından tutsak alınıyor. Mesele kişiselleştirilerek ABD adeta alkışlanıyor. Halen aşiret ilişkilerine dayanan ve büyük oranda feodal kültürün etkisinde olan bir yapı; modernizmi keşfediyor, bu tür “geri-feodal diktatörlükler”in ABD tarafından yıkılmasındaki kerameti övmekle bitiremiyor. Öyle ki işi “Darısı K.Kore’nin başına” diyecek kadar ileri götürüyor.
YÖK yasa tasarısı hazırlanırken, sırf kendilerinden fikir alındı diye Eğitim-Sen adına, Teziç’e ve yasaya yönelik olumlu görüşler belirtiliyor. Ve beklendiği gibi dağ fare doğurunca da “hayal kırıklığına uğradık” deniyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de gördüğü en kapsamlı saldırılardan biri olan Kamu Yönetimi Temel Yasası, mümkün olan tüm yöntem ve araçlar denenerek önü kesileceği yerde, ne tür yararlılıklar içerdiği tartışılıyor, keşfediliyor. Ve bu fikrin yer aldığı, DEHAP ile SHP arasındaki uzlaşma protokolü, Evrensel Gazetesi’nde Umur Hozatlı tarafından devrim niteliğinde bir adım olarak karşılanıyor. KESK’e bağlı Tüm Bel-Sen bile, yasanın birçok olumlu yanının olduğunu keşfederek, duruşunu ona göre biçimlendiriyor.
ÖDP’nin kuruluşu döneminde yerli Promethe olarak onurlandırılan ve onursal başkan olarak benimsenen Sadun Aren’in, geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesinde çıkan röportajına rağmen kıymetinden bir şey kaybetmediği görülüyor. Mahir’in yıllar önce oportünist ilan ettiği Sadun Aren’e; solda birliğin inşası, yöntemi ve programı konusunda bir makale hazırlama görevi verildiği ve bu makalenin Blok için bir temel oluşturacağı basına yansıdı. Bırakalım solu, sağlıklı bir kafa adına bile savunulamayacak fikirlerle Hürriyet gazetesine konu olan Aren’e büyle bir rolün verilmesi, Blok’un da ne denli sol olduğunun göstergesidir.
Yukarıdaki tablo eşliğinde bir seçim sürecine gidiyoruz. İşe, “demokrasi güçlerinden biri olarak birlikteliğe sıcak bakmayan CHP’yi” eleştirerek başlayan ve sonra SHP’nin bu ülke geleceği için taşıdığı önemi keşfederek devam eden DEHAP’ın başını çektiği eğilim, ne yazık ki giderek genişlemekte ve görünen o ki, bu ölçeksizlik cinnetini paylaşanların değil, paylaşamayanların devrimciliğinin masaya yatırıldığı bir “sosyal demokrat atmosfer”e doğru sürükleniyoruz.
Hatırlanacak olursa, 3 Kasım seçimleri öncesinde de birlik adı altında burjuva siyaset tarzının “sol zeminde” yeniden üretildiğini, “sol” adına, sistem partilerinde görmeye alıştığımız tüm seçim öncesi manevraların denendiğini; oy avcılığı, iktidar vaadi, abartı, liste kavgaları dahil hemen her yönteme başvurulduğunu görmüştük. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte “Ne var ki, bunlar da partidir; bunlar da solcudur; diğer devrimci yapılardan ne farkı var?” diyerek oy verme yanılgısına düşebilecek kişi ve yapıları şimdiden uyarmak istiyoruz. Bu duruş, halkın umutlarını gerçek kılmaya değil; o umutları sömürüp, sistem potasında eritmeye aday bir duruştur. Devrimciler, solcular, halktan yana olanlar; iradesiz, umutsuz değildir; oy verirken “hiç yoktan iyidir” demezler.
CHP’yi, YTP’yi, SHP’yi sol görüp, onlarla demokrasi platformları oluşturmak; demokrasiyi değil, demokrasisizliği besler. Kendileri bütünüyle renk yitimine uğrayıp, şekilsizleşip (küreselleşip) düzen partileriyle farkını anlatamaz hale gelenlerin, bu partilerle el ele vermekten başka şansları kalmamış olabilir; ama bizim onlara verecek ne elimiz, ne de oyumuz vardır.
Yerel seçimlerin bir özgünlüğü olduğunu biliyoruz. Tanıdığımız, halktan yana niyetinde tutarlı ve samimi olduğunu bildiğimiz adayları yukarıdaki tablonun dışında tutuyoruz. Bizler bu ülkede FATSA yaratmış bir gelenekten geliyoruz. Ama Fatsa’nın da bir “seçim zaferi”nin değil, devrimci bir çalışmanın ürünü olduğunu biliyoruz.
Aslında Blok’un da amacı yerel yönetimlerle sınırlı değil. Yerel yönetimleri zaten belirli oranlarda kazanacaklar. Asıl amaçları, bu Blok’u genel seçimlerde AKP’nin karşısına dikebilmek; ABD ve AB ile girilen ilişkiler sonrasında kendini alternatif olarak benimsetmektir. Ve öyle sanıyoruz ki bu çevreler, AKP’nin sıradan bir tercih olduğunu, yani Türkiye düzleminde alternatifsizlikten kaynaklanan nedenlerle dönemsel olarak ön plana çıkarıldığını düşünüyor. Gerçekte ise AKP, bütün müslüman ülkeler için alternatif bir iktidar biçimi olarak yaratılmış ve sadece ABD tarafından değil AB tarafından da desteklenmektedir. 3 Kasım seçimleri öncesinde ABD’ye gidip icazet alan Erdoğan, Ocak ayının son günlerinde bu kez de yerel yönetimler konusunda feyz almak üzere aynı adrese gitmiştir.
Sol adına hareket ettiğini söyleyen ittifak bileşenleri; 28 Mart seçimlerinde büyük olasılıkla belediye sayısı açısından CHP’yi geride bırakacak olmanın hesaplarını; anamuhalefet olmak, iktidara aday olmak, ABD tarafından AKP karşısında desteklenmek noktasına kadar vardırmaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye, seçim sonrası çok önemli tartışmalara; çok ciddi ayrışmalara, saflaşmalara sahne olacaktır. Buna bugünden hazırlıklı olmak gerekiyor.
Bizler ne yerel yönetim olgusunu ne de seçimleri küçümsüyoruz. Mümkün olan yerlerde bağımsız adaylarla veya ittifaklarla seçilmek, tabii ki bir avantaj sağlamaktadır. Ve önemli olan bu avantajın nasıl kullanılacağıdır. Seçim propagandalarından, seçildikten sonraki faaliyetlerine kadar bir bütün halinde düzen partilerine öykünenler, adları sol da olsa; seçildiklerinde yarar değil zarar da sağlayabilirler. Örneğin Kürt ulusal hareketinin iradesiyle seçilen çeşitli yöneticilerin, bu konumlarını bugüne kadar, halkın yönetime katılımını sağlamak için mi; yoksa, sistemle yakınlaşmanın araçlarını zenginleştirmek için mi kullanmış olduğu; bundan sonrası için de veri olmaktadır. Mesela Karayalçın’ın bizzat kendisi daha önce belediye başkanlığı yapmıştır. O gün ve iktidardayken yaptıkları, yarın yapacaklarının teminatıdır. Bu bağlamda ölçü, sol veya sosyal demokrat etiketli olmak değil, demokratik bir programa sahip olmak ve bu programı güvenceye alacak araçları yaratabilmektir.
Yoldaşlarımız, destek verdikleri adaylarda bu ölçüyü aramalı ve sonuna kadar takipçisi olmalıdır.
“Yeter ki seçilelim, gerisi önemli değil” diye düşünenler varsa; seçildikten sonra, sol adına atacakları adımların halkta sola ve devrime olan inancı aşındıracağını bilmeliler. Hatta bugün hangi sebeple olursa olsun DSP, CHP, YTP, SHP, vb.’nin sol olarak anılması bile başlı başına bir sorundur ve zaten sola karşı ikircikli olan kitleleri sisteme yedekleme olasılığını arttırmaktadır.
Yoldaşlarımız, seçim süreci boyunca, geniş ufuklu ve devrimci normları an’a izdüşürebilen bir tarzı esas almalıdır. Pragmatik, ufak hesaplar, parçası oldukları bütünden koparılmadan değerlendirilmelidir. Oy vermemenin edilgenlik olduğunu, sisteme gözyummak anlamına geleceğini propaganda edenler olacaktır. Bu doğru değildir. Bizim ufkumuz seçimle sınırlı değildir; biz bu ülkede seçimden sonra da devrim amaçlı bayraklarla var olmaya devam edeceğiz.
Sayı 12 (Şubat – Nisan 2004)