Sunu bölümünde de belirttiğimiz gibi Irak sorununu çeşitli açılardan değerlendirmiş olsak da, kimi boyutlarını “soru-cevap”larla derinleştirmenin, yanılgıya düşme olasılığını zayıflatacağını, kavrayışı ise güçlendireceğini düşünüyoruz. Bu nedenle, uzun süredir başvurduğumuz; “bir konuyu çeşitli sorularla ayrıntılandırma” yöntemini, bu kez de hemen herkesin gündeminde olduğunu düşündüğümüz, Irak’ın işgali ve Ortadoğu için uygulayacağız.
SORU : Türkiye’den asker talebinde ısrarlı görünen ABD, tezkerenin meclisten geçmesi sonrasında, sanki bu talebinden vazgeçmiş gibi görünüyor. Bu süreçte ABD’yi, tavır değişikliğine iten ne tür gelişmeler oldu; ABD, bu talebinden bütünüyle vazgeçmiş durumda mı?
YANIT: Bu tür gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için öncelikle haberleri (veri toplama işini) doğru kanallardan almak ve belirleyici halkaları tespit edebilmek zorunludur.
Türkiye-ABD ilişkilerinde koyu renkte bir bağımlılık söz konusu olsa da, meseleyi her durumda bir “komutan-asker” ilişkisi belirleyiciliğinde almak doğru değildir. Türkiye-ABD ilişkilerinin de gerilme noktaları vardır.
“ Türkiye ABD’ye, pek çok bağın oluşturduğu bileşke kuvvetle bağlıdır. Bu bağlar, hemen her durumda, birbirini zayıflatan değil, güçlendiren ve birinin diğeri için kullanılabildiği türden bir içiçelik arzeden konumdadır. Bu nedenle, bir konunun tartışılmasında, genellikle birden çok kart masaya sürülür. Irak sorununa yönelik olarak yapılan görüşmelerde de ABD; IMF’den Dünya Bankası’na, Ermeni sorunundan Kürt sorununa, Kıbrıs’tan Avrupa Birliği’ne, yardım paketinden bölgenin kaderi üzerindeki iradeye kadar pek çok kozu gündeme getirmiştir. Bu görüşmelerde para meselesinde bir tıkanma yaşanıyor izlenimi oluştuysa da gerçekte asıl sorun bu değildi.
Türkiye ile ABD arasındaki gerilme noktasını Kürt sorunu oluşturmaktadır. Türkiye egemenleri, koşulların el verdiği oranda ayak diretiyor görünse de gerçekte geniş bir hareket alanlarının ve manevra kabiliyetlerinin olduğu söylenemez.(…)
Kürt sorunu konusunda, işin başında veya sonunda, Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya gelebileceği bekleniyordu. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak sözünü ettiği projelerde, kapsamlı bir Kürt devleti oluşumuna yer verdiği, artık fazlaca gizlenen bir durum değildir. ABD bunu yıllardır düşünüyordu. Daha Molla Mustafa Barzani döneminde bile, İsrail’le bir bütünlük içerisinde hareket edecek bir Kürt devleti istiyordu.
Bu süreçte ABD’nin Kürt kartını kullanacağını herkes görüyor; biliyor ve tartışıyor. Ne var ki Türkiye bu konuda tam bir açmaz halini yaşıyor .” (Güncel Defterler:1, s:13-14)
Irak’a Türk askeri gönderilmesi konusunda ABD’nin ısrarı, sorunun bir boyutunu oluşturuyorsa, diğer boyutunu da, Türkiye’nin bu konudaki ısrarı oluşturmaktadır. Bugün gelinen noktada Türkiye “ çok da hevesli değiliz, ABD istedi diye gidecektik ” diyorsa ve hatta bu bir yanıyla “Hani Türkiye’nin çıkarları için gidiyordunuz?” biçimindeki eleştirilere/teşhire sebep oluyorsa da gerçekte Türkiye Irak’a girmeyi çokça istemiş, bu konuda ısrarcı olmuştur.
Yani olayın boyutları çok farklı ve ta geçmişe dek uzanıyor. Bunları görebilmek için devrimciler, Radikal’in manşetleri ve televizyonların akşam haberleri ile yetinmeyen bir kapsayıcılıkla, sorunlara yaklaşmalıdır.
Türkiye’deki devlet stratejisinden, devlet olma anlayışından kaynaklanan nedenlerle yıllardır, Kürt politikasıyla, Irak’a yönelik politika içiçe geçmiş durumdadır. Dikkat edilirse, Türkiye’deki egemen sınıflar, Kürt sorununu T.C sınırları içinde görüyormuş gibi yapsalar da gerçekte; Ortadoğu düzleminde, bütün Kürt ulusu üzerinde, onun kendi kaderini tayin etmesinin engellenmesi tarzında bir politika sürdürüyor. Herhangi bir ülkede Kürtlerin, şu veya bu şekilde, kendi kaderini tayin hakkını kullanma inisiyatifini kazanmasının, diğer ülkelerdeki Kürt mücadelesi için bir kaldıraç görevi yapacağı biçimindeki kanaat, Kürt coğrafyasında egemen olan tüm devletler için geçerlidir ve bu, Kürtlere karşı stratejinin temelini oluşturmaktadır.
Türkiye’nin 1 Mart öncesinde, yani Irak’ta bir ABD müdahalesine doğrudan doğruya katkı verip vermemesi olayında bile, devletin etkili ve yetkili kesimlerinin hareket noktası bu olmuştu.
Sürecin ileri aşamalarında, “masada yer alabilme” beklentisi/temennisi vardı. “Masa” kavramı kimilerince, Irak’ın doğal kaynaklarının ve ekonomik imkanlarının paylaşılması olarak yansıtıldı veya böyle anlaşılmak istendi. Gerçekte ise Türkiye’nin “Masa”dan anladığı, Kuzey Irak’taki Kürtlerin atabileceği siyasal adımların önünün kesilmesiydi. Sorunun ekonomik boyutu var ise de, temel nitelikte değildir. Aslında Türkiye, sürecin başından beri ABD ile girdiği, açık veya gizli temaslarda bunu defalarca ve çeşitli biçimlerde dile getirmiş; Kürtlerin müttefik olarak tercih edilmemesi karşılığında, onlardan beklenen her türlü rolün üstlenilebileceğini söylemişti. Ne var ki 1 Mart’ta tezkerenin meclisten geçmemesi ve işgal sürecinde ABD’nin, K. Irak’taki Kürtler dışında hemen hiçbir kesimde destek/sempati görmemesi; onu, Kürt kartına daha çok sarılmaya itti.
Kuzey’de bir Kürt devletine doğru gidiş söz konusuyken, Bush’a bile “ K. Irak’ta sorun yok” dedi rten olgu, Irak’ın bütününde işgale yönelik gelişen tepkiydi. Güney’de Şii bölgesinde şu aşamada güçlü bir direniş olmasa da, bunun bazı dengelerin sonucu olduğunu, bu dengelerin de her an kırılabileceğini bilen ABD; güvenebileceği tek kesim olarak Kuzey’deki Kürtleri görmüştür. Bu bölgenin kendi içerisinde giderek “bağımsızlık” yönünde bir seyir izlemesi, Türkiye’deki egemen sınıfları büyük oranda rahatsız etti. KADEK, bu rahatsızlıkta, faktörlerden sadece biridir. Bu süreçte KADEK’in ideolojik-politik duruşunu olmasa da K.Irak’taki nicel varlığını ve teçhizat imkanlarını geliştirmiş olması, Türkiye oligarşisini rahatsız etmiş olsa da; müdahale etmek istediği, gerçekte salt KADEK değil, bir bütün halinde Kuzey Irak’tır. Türkiye egemenlerinin, ABD işbirlikçisi düzeyinde de olsa Kuzey Irak’ta bir Kürt devletine tahammülü yoktur. Ve Irak’a asker göndermeye istekli olmasının ardında, özellikle bu bölgeye müdahale edebilme amacı yatmaktadır.
Türkiye’nin uzun süreli bir çaba sonrasında Kuzey Irak’a yaygın biçimde yerleştiği, istihbarat birimleri dahil, güçlü bir askeri varlık oluşturduğu, en azından ABD’ce ayrıntılarıyla bilinmektedir. İlk etapta Irak’taki varlığı sallantılı olduğu için bu duruma göz yuman ABD daha sonra “çuval meselesi” ile Türkiye’ye, “benim alanımda oynama” mesajını vermiştir. O andan itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’taki varlığının aynı biçimde devam etme koşulu kalmamıştı. Ya bütünüyle çekilecek, ya da oradaki varlığı için ABD vizesini mümkün kılacak şekilde Irak’taki sürece dahil olacaktı. K. Irak’taki gelişmelere müdahale etme imkanının/aracının ele geçirilmesindeki önem ikinci tezkerenin ağırlıklı bir “kabul”le meclisten geçirilmesini sağladı.
Hatta diyebiliriz ki Türkiye, bu adımın risklerini de geri tepme olasılığını da biliyordu. Araplarla köprülerin atılması, bugüne dek süren ticari ilişkilerin kopması, Saddam döneminden kalma ve BM’nin de kabul ettiği 600 milyon dolarlık ticari anlaşmanın geçerliliğini yitirmesi dahil, pek çok riski göze alarak Irak’a girmekte istekli ve hatta ısrarlı davranan Türkiye’nin bu adımında, iddia edildiği gibi, ABD’nin vaadettiği 8,5 milyar doların da rolü var; ama, meselenin salt buna indirgenmesi, eksik ve yanlıştır.
Türkiye’nin ikinci tezkere ile attığı adımda, işbirlikçilik boyutu elbette ki vardı. Hatta Türkiye’nin, ABD’nin dayatmalarına, uzun süre direnebilme koşulu da yok. Ne var ki, bu son adımda; Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel yapısının, K.Irak’a müdahaleyi gerektirmesi ile ABD’nin talebi çakışmıştır. Tezkere sonrasında ABD’nin asker talebinden -şimdilik- vazgeçmesi, birdenbire ortaya çıkmış bir karar değildir. ABD sıkışmıştır ve çeşitli alternatifler denemektedir. Zamana yayılmış bir süreçte olasılıkların yer değiştirmesi, sıkça karşılaşılabilecek bir olgudur. ABD’nin içinde bulunduğu arayış, yeni değildir. ”KAOSUN SEBEBİ ABD’DİR” yazısında da belirttiğimiz gibi ABD, ilk eylemlerden kısa bir süre sonra, nasıl bir güçle/sorunla karşı karşıya olduğunu anladı. Bunlar, sıkça rastlanabilecek veya El Kaide gibi yapıların örgütleyebileceği eylemler değildi.
Askeri stratejide, uzun süre düşünüp, aylarca hazırlık yaptıktan sonra üst düzeyde bir eylemi gerçekleştirmek zor değildir. Bunu, sınırlı ilişkilere sahip çok dar bir örgütlenme de gerçekleştirebilir. Asıl zor olanı, sürecin gidişatını ve mevcut politikaları okuyup o gidişatı tersyüz edebilecek bir politika üretmek ve onun gereği olan eylemleri anında gerçekleştirmektir. Karar alma, olayları değerlendirme ve üretilen politikayı hayata geçirme araçlarına sahip olan böyle bir yapı, neredeyse bütünlüklü bir devlet örgütlenmesine yakın bir organizasyonu gerektirir.
Ürdün Büyükelçiliği bombalandığında, ABD bunu basit bir terörist eylem olarak değerlendirdi. Ve sol dahil, hemen hiç kimse eylemdeki özü vaktinde algılayamadı. Peşinden BM binası bombalandı; yine benzer tepkiler verildi. “ BM”nin buradaki binasının bombalanması ile Irak’taki mücadelenin ne ilgisi var ” dendi; bu, olsa olsa ABD’ye yarar, yorumu yapıldı. Ama, Irak’ın geleceği açısından her önemli olayda, her ciddi açıklama ve tavır alışta, buna cevap şeklinde ve onu deşifre edip etkisiz hale getirecek nitelikte bir askeri eylemin anında meydana gelmesi, işin özünün çok daha farklı olduğunu gösterdi. Türkiye Büyükelçiliği’ne yönelik saldırı da meclis kararından sonra değil de, karardan bir hafta sonra, 3 Genelkurmay yetkilisinin yapmış olduğu basın açıklamasının ardından geldi. “
Konvoylarımız vurulursa, biz de gerekeni yaparız ” diyerek bir çeşit tehditte bulunan ve askeri gücü simgeleyecek tarzda mesaj veren yetkilinin açıklamasından bir gün sonra büyükelçilik vuruldu. Büyük bir olasılıkla bombalamanın mesajı, meclis kararına değil de, Genelkurmay yetkilisinin güç gösterisine, vermiş olduğu imaja yönelikti. Çünkü, işgalden şu ana kadar Irak’ta hiçbir politikaya cevap, bir hafta gecikmeli gelmedi.
ABD, gelişen 2-3 eylemden sonra, işin ayırdına vardı ve dış politikasında farklı sesler yükselmeye başladı. Gelişmeler ABD’yi, BM’de yeni bir karar çıkartmaya yöneltti. Çünkü Irak’ta hiçbir kesim Türkiye’yi istemiyordu; gelişecek tepkiler, süreci daha da karmaşık bir hale getirebilirdi. Ayrıca, Türkiye asker gönderse de bu, pamuk ipliğine bağlı olacaktı. Çünkü, en güvenilen siyasi iktidar bile, daha işin başında, yani tabutların gelmeye başlaması ile beraber sarsılıp, tüm dayanaklarını yitirebilirdi. Bunun yerine, daha köklü bir destek arama biçimindeki eğilim, ABD yöneticilerinin de eğilimi oldu. BM’ye götürecekleri teklifte bazı yüzeysel değişiklikler yapıldı; ama, işin özüne dokunulmamıştı. Özellikle Fransa’nın, veto etmeyeceğini bildirmesinden sonra, inisiyatif Rusya’nın eline geçti ve Putin, kendi istediği tarzdaki değişiklikler yapılmadan, tasarıya destek vermeyeceğini bildirdi. Sonuçta, bir yılı aşmayan bir takvimin verilmesi ve Irak’a komşu olan ülkelerden asker alınmaması kaydını içeren bir metin, BM’de tartışıldı.
ABD, zaten sıkıştığı için, yani beklemediği bir güçle karşılaşmış olmasından kaynaklanan bir nedenle Türkiye’den asker istemişti. Böyle bir talep bir çeşit, çözümsüzlük içinde bir çözümdü; ama bu arada ABD düşünmeye devam etti ve sonuçta Türkiye’den asker talebi, henüz hayata geçmeden, yerini başka olasılıklara bıraktı. BM kararı bu konuda ABD’ye zaman kazandırdı. Sorununu BM aracılığıyla çözmeye çalışacak. Eğer BM aracılığıyla, farklı ülkelerden böyle bir askeri güç oluşturamazsa; tekrar Türkiye’ye dönebilir. Dikkat edilirse zaten böyle bir olasılığa kapı tümüyle kapanmış değil; “görüşmeler sürüyor” deniyor.
Kamuoyuna yansıyan haberler; ABD’nin asker beklediği Pakistan, Hindistan, Portekiz, Bangladeş dahil hiçbir ülkeden olumlu yanıt almadığını gösteriyor. Yani şu an Türkiye hariç, bu onursuzluğa “evet” demiş hiçbir ülke yok. Ve yine gelen haberler, ABD’nin “bekçilik” için de “Kuzeydeki Kürtler”i düşündüğü yönünde…
Tüm bu gelişmelere rağmen halen ABD ile dostluk, stratejik işbirliği yapabileceğini düşünenlere, “ Bir parça kemik için esaret altında yaşanmaz ” diyen Fransız yazar La Fontaine’nin bir masalını “kıssadan hisse” bağlamında, aktarıyoruz:
“ Evvel zaman içinde bir gün, kısrak, keçi ve kızkardeşleri koyun bir aslanla birlikte olmuşlar. Yaman bir aslanmış bu, çevrenin derebeyi. Kazançta da, kayıpta da ortağız demişler. Ertesi gün bir geyik düşmüş nasılsa keçinin kurduğu ağlara. Hemen ortaklarına haber salmış keçi. Toplanmışlar ve aslan pençeleriyle sayıp ortakları tek tek, ‘dört kişiyiz’ demiş bu avı paylaşacak. Der demez de dörde bölüvermiş geyiği. Birinci parçayı kendine ayırmış, tabii aslan payı olarak: ‘Bu parça benim’ demiş, biliyorsunuz neden; benim adım aslan da ondan. Buna karşı bir diyebileceğiniz olamaz sanırım. Yasaya göre ikinci parça da benim hakkım. Dileyen kitapta yerini bulur; en güçlü kimse en haklı odur. Üçüncü parça en değerli ortağın olacak, ben değilim de kim o değerli ortak? Dördüncü parçaya gelince, ha bak! O parçaya el uzatanın kafasını koparırım, inanın!”
SORU : Irak’ın komşularından asker istenmemesi fikri, hangi gerekçelere dayanıyor?
YANIT : Irak’a asker gönderen komşu bir ülkenin, Irak’ta kalıcılaşma olasılığı yüksektir. Örneğin Türk askerinin Irak’a girmesi demek, oradan yıllarca çıkmaması demektir. Coğrafi olarak uzak olan ülkeler, cephe gerisi olmaması sebebiyle, bir süre sonra çıkmak durumundadır. Ancak burada süreç, Somali ve Vietnam’daki gibi olmaz. Yani ABD, “tasını tarağını toplayıp” çekilse dahi (ki böyle bir olasılık, Ortadoğu’nun özgünlüğü sebebiyle olanaksız görünüyor.) Türkiye yine de çekilmez. Gerekirse yarım milyon asker gönderir ve oradaki varlığını sürdürür. Aynı şekilde, İran’ın girdiğini varsayalım; İran-Irak savaşında olduğu gibi bir daha çok uzun bir süre çekilmez. Bu nedenle, komşu ülke askerinin girmesi, uzun süreli fiili bir işgali beraberinde getirir. Çünkü, Irak’a giren komşu bir ülkenin, kendi cephe gerisini kendisinin sağlama alması gerekir. Hatırlanacak olursa, Türkiye’nin girişi konusunda güzergahlar tartışılırken, “ havadan ikmal yapacaksak gitmeyiz ” deniyordu. Gidiş güzergahının, cephe gerisinin güvenceye alınmasından, karakol oluşturmaktan ve 2000 askeri orada konuşlandırmaktan söz ediliyordu.
Türk yetkililerden yapılan bir diğer açıklama da “ Biz orada Sünni kesimi örgütlemeye gidiyoruz” biçimindeydi. Şiilerin ve Barzani’nin; “Konsey’den çekiliriz” tehdidinin sebeplerinden biri de olan bu açıklama, aynı zamanda AKP’nin orada ideolojik altyapı oluşturma gayreti anlamında, komşu ülkenin özel bir amacını yansıtıyordu.
SORU : Direnişin ABD’yi zorladığı ve amacına ulaşmakta geciktirdiği/engellediği doğrudur. Ancak, bölgesel kalması halinde, ABD’nin lehine sonuçlar doğurabilecek dinamiklere de fırsat vereceği söylenemez mi?
YANIT : Evet, bugün ABD’nin hala umudunu yitirmemiş olmasının temel nedeni, direnişin bölgesel kalmış olmasıdır. Başlangıçta ABD, Irak’ı bir sıçrama tahtası olarak düşünmüş; peşinden Suriye, İran, vb. ülkelere saldırabileceğini varsaymıştı. Ancak bunun, sanıldığı denli kolay olmadığını gördü. Ve şimdilik, Irak’ı elde tutmanın hesaplarını yapıyor. Direnişin yarattığı tüm güçlüklere rağmen, ABD “Saddam belası”ndan kurtulmuş ve Irak’ın emperyalist-kapitalist pazara entegrasyonu için küçümsenmeyecek bir adım atmıştır. Direniş, Irak’a iradesini koyamadığı sürece, dağınık ve parçalı durumu emperyalizmin lehine çevirme olasılığı zayıf değildir. Direnişle beraber de olsa, bu gidişat, taş taş üstüne konabildiği için, yani kapitalizme doğru evrilme durmadığı için, son tahlilde ABD’ye yarar. Ama direniş, mevcut gidişatı bozacak noktaya gelir ve Irak’ta merkezi bütünlük için irade oluşturabilirse; ABD için geri dönüşü olmayan bir karanlık başlar.
Dün Baas rejiminin çeşitli yöntem ve araçlarla tek merkezi yapı altında tutmayı başardığı kesimleri ancak sol bir alternatif, anti-emperyalist temelde bütünleştirebilir. Önümüzdeki sürecin biçimlenmesinde, direnişi sürdüren kesimlerin izleyeceği politika/strateji tayin edici olacaktır. Şu anda direniş; Bağdat, Bağdat’ın kuzey bölgeleri; Kürt bölgelerinin bir kısmı ve Şii bölgelerinin de bir bölümünde sürmektedir. Buna “Sünni üçgeni” demek yanlış. “Baas ideolojisinin egemen olduğu yerler” demek daha doğru olur. Direniş, ağırlıkla Arap milliyetçiliğinin egemen olduğu, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, ulusal temelde sürmektedir.
Halkın gönlünü kazanmak ve ortak değerler etrafında bir bütünleşmeyi sağlayabilmek için; direnişçi irade, önce halkın bütününe ilişkin bir politik önermede bulunmak zorundadır. Bir çeşit özeleştirel boyut da taşıması gereken süreç; Saddam’ın şiddetinden dolayı Şiiler’e hak verirken; onları ABD işbirlikçiliği sebebiyle eleştirmelidir. Veya Halepçe katliamı sebebiyle Saddam’ı yargılarken, bitmez tükenmez işbirliği denemeleri nedeniyle Kürtleri eleştirmelidir. Bu aynı zamanda taşların daha başlangıçta yerine oturması açısından gerekli bir adımdır.
Kısacası bugün orada oluşabilecek alternatif siyasal yapı, 10-15 yıldır yaşanan kopuşları, soğuklukları, mesafeleri aşacak türde bir ortak payda geliştirebilirse; direniş, bölgesel kalmayıp Irak’ın tümüne yayılabilirse, ABD’yi gerçek anlamda bir cehennemin içine sokar. Ve o zaman Ortadoğu, sadece ABD’yi değil, emperyalist-kapitalist sistemi yutacak bir karadeliğe dönüşür. Çünkü Ortadoğu ya da Irak; bir Vietnam, bir Afganistan, bir Küba değildir. 21.
Yüzyılda pazarlanabilir petrolün %60’ının bulunduğu bir coğrafyadır. Mesela, topraklarından kovulmuş 2-3 milyon Filistinli, Ortadoğu’yu cehenneme çevirmeye yetti. 40 yıldır Ortadoğu’da tek belirleyici politika Filistin’dir. Irak olayı, Ortadoğu’nun tümünü bir Filistin’e çevirebilir.
Sadece ABD için değil, emperyalist-kapitalist sistem için Ortadoğu, bir cehenneme dönüşebilir.
BM kararı sırasında Fransa’nın ve Almanya’nın geri adım atmasının, çok sınırlı ödünlerle, ABD’nin BM’deki kararını desteklemesinin arkasında yatan en önemli etken, Irak’taki direnişin kendilerini de kapsayacak biçimde bir tehdit oluşturur hale gelmesidir. Ve direniş yükseldikçe, bugüne dek ABD politikalarına farklı bir alternatifle karşı çıkıyormuş gibi görünen bütün emperyalist ülkelerin, ABD etrafında kenetlendiği görülecektir. Dikkat edilirse Suriye’nin bombalanmasına hiçbir Avrupa ülkesinden ciddi bir tepki gelmedi. Bugün ABD’den istedikleri tek şey, yalnız hareket etmemesi, onlarla beraber karar alıp uygulamasıdır. Yoksa, Irak işgali dahil, ABD’nin yaptıklarının hiçbiri, diğer emperyalist ülkeler için özünde ters değildir.
Direnişin istenen boyutlara yükselmemesi halinde ise; kazanan, her halükarda ABD olacaktır. Direnişin sonuç vermemesi durumda, kimliği ve adı ne olursa olsun, şu veya bu biçimde işbirlikçi rejimler çıkacaktır. Bu nedenle ABD bugün çatışmaları olabildiğince yumuşatıp, kendisinin ortalıkta daha az göründüğü; BM şemsiyesi altında müslüman ülke askerlerinin rol aldığı, bir süreç tasarlıyor. Bugün Güney’de de Kuzey’de de ABD’nin yaptığı; içişlerine, belediyelere, şehrin yönetimine, vs. karışmadan; ekonomiyi ve dış politikayı elde tutmaktır.
Böyle bir sürecin giderek kapitalizme ve sonuçta kendisine yarayacağı hesabıyla hareket etmektedir.
SORU : Bilindiği gibi İsrail, Filistinli örgütlerin kamplarını gerekçe göstererek, Suriye’yi bombaladı; bunun gerçek nedeni nedir; İsrail’in bu tür saldırıları, ABD’nin bölgeye yönelik politikalarından bağımsız mıdır?
YANIT : Biz daha önce de bu soruna değinmiş, Suriye’nin kıskaca alınacağını söylemiştik. Bilinir ki bir halkı kendi yaşadığı topraklarda yenmek, onu sonsuza dek cendere altında tutmak olası değildir. Bu nedenle, onu kuşatmak, desteklerini kesmek ve karşıt cepheyi büyütmek, tercih edilen bir yöntemdir. Kuşatma fiili ayrıca, girişebileceği eylemlerin sesinin cılız çıkmasını, duyulmamasını sağlamak açısından da tercih edilir. Çünkü askeri eylemler, kitlelere politik mesajlar verir. Kitlelere bu mesajın ulaşması engellenebildiğinde, askeri eylemin sonuçları da engellenmiş olur. Bunun bir diğer yolu da dikkatleri farklı bir noktaya çekmektir.
Örneğin Gazze şeridinde ABD konvoyu pusuya düşürülüp 3 CIA ajanı öldürüldükten bir gün sonra, ABD askerleri Suriye sınırında, Suriye askerlerine saldırdı. Ve gündeme bu ikinci saldırı oturdu. ABD ajanlarının Gazze’de ne işi olduğu değil, ABD’nin Suriye’ye ne zaman gireceği tartışıldı.
Suriye’ye yönelik İsrail saldırısının da, Filistin’le ilintili boyutu var ise de bir diğer boyutu ABD’nin Irak’taki konumuyla ilintilidir. ABD, Irak’a girerek, tarihsel olarak çok büyük bir hata yapmıştır. 10 yılı aşkın süredir ABD uçakları Irak üzerinde uçar, istediği yeri bombalar, imha eder, sonra da çeker giderdi. Ambargo ile yaklaşık 1 milyon Iraklının ölümünden sorumluydu. Bu boyutuyla ABD, Irak halkı için, işgale dek, etkisi görülen ama kendisi görülmeyen bir düşmandı. Ama artık karaya inmiştir; Iraklının somut biçimde karşısındadır. ABD’nin bu tür bir savaşı uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değildir. Ve giderek, Irak’taki bir yengiden, bataklığa saplanma noktasına gelmiştir. Bu, ABD için çok büyük bir prestij kaybıdır. ABD, bugüne dek alışkın olduğu basit/kolay bir başarı ile bu kaybını kapatmak isteyebilir. Böyle bir durumda hedefin Suriye olması olasıdır. Bugün ABD’nin istediği, Irak’ın iç bölgesinin denetimini BM’ye ya da bir başka ülkeye bırakıp Suriye’ye veya bir başka ülkeye yönelik, teknolojiye dayalı yüzeysel bir bombardımanla, dünya genelinde kaybetmiş olduğu inisiyatifi kazanmaktır. “Ben güçlüyüm ve hala dediğimi yapıyorum” mesajını vermek için böyle bir saldırı yapabilir. Veya kendi desteğiyle İsrail’in, İran’daki nükleer reaktör inşaatını vurmasını sağlayabilir.
SORU : Irak’taki son gelişmelerden sonra ABD’nin dili yanmadı mı ki; hala bir yerlere saldırmayı düşünebiliyor?
YANIT : ABD’nin, kara savaşıyla bir ülkeyi işgale çalışmak biçimindeki tarz açısından dili gerçekten yanmıştır. Zaten, kara kuvvetlerine dayalı olarak bir savaşın kazanılıp kazanılmayacağına dair bir tartışma, özellikle ABD’de mevcut. Irak olayı, ABD için faturası ağır, öğretici bir deneyim oldu. Bir kez daha görülmüştür ki, hava kuvvetlerine dayalı olarak, vurup geçerek savaş kazanılamaz. Savaşın nihai olarak kazanılacağı yer göğüs göğüse çarpışmaların yaşandığı karadır. Irak’taki son gelişmeler, bunu göstermiştir. ABD, bundan sonra, hele hele Irak’taki direnişin alabileceği boyuttan sonra, bir daha böyle bir tarihi hatayı yapmayacaktır. Vietnam yenilgisinden sonra 40 yıl kendine gelememiştir. Irak’ta gerçekleşebilecek ağır bir yenilginin sonuçlarını ise, kestirmek bile zor. Tabii bu, ABD ordusunun, teknolojik üstünlüğüne dayalı olarak bir ülkeye binlerce füze ve uçakla saldırmayacağı anlamına gelmez. Ayrıca, ekonomik ambargoya dayalı olarak bir ülkeyi açmaza almak; askeri gücünü kullanarak kendisini destekleyen bir hareketin önünü açmak; ABD’nin her zaman başvurabileceği yöntemlerdir. Bu bağlamda, bir önceki soruya da bağlı olarak, İsrail’in Suriye’yi bombalayarak aslında sorunu kaşıdığını söyleyebiliriz. İsrail’in attığı hemen hiçbir adımın ABD’nin bölge politikalarından bağımsız veya en azından, kendisinden habersiz olduğunu söyleyemeyiz.
İsrail’li mizah yazarı B.Michael, ABD-İsrail ilişkisi için şöyle diyor: “ Efendim beni besler, ben de onun ısır dediklerini ısırırım. Buna stratejik işbirliği denir.”
SORU : Suriye’nin Filistin’e destek vermesindeki ısrar, aradaki bağın kopmazlığı nereden geliyor?
YANIT : Uzun bir tarihsel sürecin diyalektiği tarafından belirlenen bir içiçelikten sonra, bu tür bağları kestirip atmak mümkün değildir. Aynı şekilde Türkiye de bir Kıbrıs meselesini kestirip atamıyor. Çünkü siyasi iktidarları belli politik önermeler ayakta tutar, bunlar etrafında bir şekillenme yaşanır. Bugün Ortadoğu’daki, özellikle ABD işbirlikçisi olmayan rejimlerin en önemli ideolojik motifleri Filistin sorunudur. Ve hatta bütün Arap halklarını bir arada tutan tek ortak motif olduğunu söyleyebiliriz. Bu, en koyu ABD yanlısı rejimlerden en radikal görünenine kadar, Arapların ortak olabildikleri tek sorundur. Çünkü yıllardır en radikal biçimde siyasal tavır alış Filistin’de görüldü. Bu, bütün Arap halklarının kendi içerisindeki milliyetçi duyguların da simgesi oldu. Ezilmişliğin, horlanmışlığın bir direnişe dönüştüğü yer olarak Filistin’in öne çıkmış olması, bir kimlik ifadesi gibi görülüyor. Ve en geri Arap rejimleri dahil, hemen hepsi, Filistin davası konusunda “evet” demek, desteklemek zorunda kalıyor. Filistin’e en büyük maddi destek, Arabistan’dan gelir. Aynı şekilde Mısır, Tunus, vb. ülkeler de destek vermek zorunda kalıyor. Ama tabii Suriye’nin konumu biraz daha farklı; çünkü, Arap dünyasında yıllardır, ideolojik olarak da, bu karşı duruşu simgeleyen bir ülke olarak bilinir.
Hatta salt Filistin sorunundan, kendi topraklarını bile kaybetmiş. Halen Golan tepelerinin büyük bir kısmı, İsrail işgali altında. Bu da İsrail ile Suriye arasında kapatılmamış olan hala büyük bir hesabın olduğunu gösteriyor. Golan tepeleri, Suriye için aynı zamanda bir direnç noktasıdır. Önemli su kaynaklarına da sahip olan bu bölge, aynı konumda kaldıkça, Suriye’nin İsrail ve ABD’nin her istediğini yapması beklenmemelidir. Suriye’nin duruşu, örneğin Mısır’ınkine benzemiyor; Mısır, her an işbirliğine girebilecek bir ülkedir.
SORU : Irak’a asker gönderme hazırlıklarının yapıldığı dönemde TÜSİAD’tan farklı bir açıklama geldi ve uluslararası meşruiyet şartının aranması istendi. Daha önce tezkere konusunda istekli ve ısrarcı olan TÜSİAD’ın bu tutumunun nedeni nedir?
YANIT : Aslında başlangıçta Irak pastasından pay kapma beklentisi vardı. TÜSİAD, özellikle savaşın arifesinde, Irak’ta rol alınması halinde, sadece Kürt sorunu açısından değil; doğal kaynakların paylaşımında da avantaj sağlanacağı ve oranın yeniden inşa sürecinde Türk müteahhitlerine rol verileceği beklentisi içindeydi. Yani ilişkiler, masaya oturacak tarzda düşünülüyordu. İlk tezkere bu beklentiyle desteklendi. Ama işgalden sonra görüldü ki, değil dünyada farklı ülkelerin pastadan pay kapması, kimi ABD firmalarının bile böyle bir şansı olmadı. Çünkü, ABD’nin bu saldırganlığını organize eden dev tekel grupları, işin daha başlangıcında her şeyi paylaşmıştı. Hangi ihaleyi kimin alacağının, hatta hangi tesisin yerle bir edileceğinin bile pazarlığı yapılmış; hangi tesisin yerine hangi projenin yapılacağı bile netleştirilmişti. Sonuçta bakıldı ki orada üçüncü sınıf bir taşeronluktan başka bir şey yok.
TÜSİAD için pastadan pay kapmaya değerdi belki; ama, üçüncü sınıf bir taşeronluk, alınacak riske değmezdi. Hatta ABD, taşeronluk konusunda bile Türk müteahhitler yerine, kendisine işbirlikçi oluşturmak amacıyla Iraklıları kullanmayı düşünüyor. Ve daha çok bunda Katar ve Abudabi şirketlerini tercih ediyor. Onlar aracılığıyla ABD şirketleri giriyor. Ama bunun dışında bazı uzmanlık alanları vardır ve bunda Türkiye kullanılmış olabilir. Yani Türkiye’den bazı müteahhitler oraya gidebilir ki, Türkiye Irak’a girse de girmese de o tür ilişkileri zaten sürüyor.
Son gelişmeler, Türkiye’nin büyük bir olasılıkla elindeki olanakları da kaybettiğini gösteriyor. Mesela 10 bin dolar sınırının konmuş olması çok önemli bir olaydır. Yani şu anda Irak’tan çıkan hiçbir Iraklı, cebinde 10 bin dolardan fazla para taşıyamıyor. Bu, Türkiye’nin Irak’la ilişkisini tümüyle kesebilecek bir karardır. Hatta 600 milyon dolarlık ticaretin parasının bile aktarılması mümkün görünmüyor. Çünkü, Irak’ta bankacılık yok. Her şey nakit yapılıyor. 10 bin dolardan fazla nakit paranın ülke dışına çıkamayacağını söylemek, Irak’tan kimse para koparamayacak anlamına geliyor. Sonradan bu miktarın arttırılmasından söz edildi ise de işin özü değişmemiştir. TÜSİAD’ı söz konusu tutuma, bu gelişmeler itmiştir. Bir de şöyle bir yanılgı söz konusu; başlangıçta sanılıyordu ki, savaş kısa sürecek ve sonra iş ganimetin paylaşımına gelecek. Ama şu anda görüldü ki, ABD orada bataklığa saplanmış durumda; bu nedenle de “risk göze almaya değmez” düşüncesi oluştu. Hatta Türkiye’den giden kamyonculara yönelik olaylardan sonra bir ürünün Irak’a taşınmasının bile başlı başına bir sorun olacağı görüldü.
Üçüncü bir boyut da şu olabilir; AKP’nin de genellikle bu tür karlı alanları, kendilerine yakın iş adamlarına verme eğilimi yoğunlaştı. İlk tezkere sürecinde AKP daha yeniydi. Ekonomi politikasının ne olacağı tam belirgin değildi. Ama şimdi AKP’nin farklı bir sermaye birikim modeline sahip olan kesimlerle daha yakın durduğu, ya da kendisine politik anlamda yakın duran kesimlere, mesela Aydın Doğan’a destek yağdırdığı biliniyor. Ama, örneğin Karamehmetler’e o kadar yakın durmuyor. Bunun gibi yasal nitelikteki bazı tercihlerin olduğu düşüncesiyle; AKP’nin Irak’ta da pastadan ancak kendisine yakın olan kesimlere pay ayırtabilir kanaati etkili olmuş olabilir.
SORU : Irak’a gidecek askerler işgalci olarak değerlendirilirken, oradan gelecek cenazeleri kaldırmayı düşünmek; neden bir çelişki değildir?
YANIT : Irak’a bir misyon dahilinde gidişle, insan olarak tavır alış farklı şeylerdir. Bugün asker olarak oraya gideceklere tek tek sorulsa, herhalde hiçbirisi Irak’a gitmek istediğini söylemeyecektir. Bir asker, kişi olarak ayrı şeydir; bir askeri kurum içerisinde, o kurumun aracı olarak oraya gitmiş olması ayrı şeydir. Bir kurum olarak, Türkiye silahlı kuvvetlerinin, T.C. devletinin bir temsilcisi olarak Irak’a gidildiğinde, onlar artık Ahmet, Hasan vb. değildir; işgalci bir gücün parçasıdır. Yanlış olan, Ahmet’in Mehmet’in turist olarak oraya gitmesi değil; işgalci bir gücün, işgalci amaçlarını gerçekleştirmek için gitmesidir; karşı çıktığımız budur. Bizim gönlümüz, oradaki antiemperyalistlerdedir. Çünkü bir işgal ordusuna, fiili işgal olayına karşı olan bir hareket söz konusudur. Bizim tercihimiz, işgal gücünün yenilmesidir; kim olursa olsun (Ahmet’in Mehmet’in vurulması değil). Önemli olan oradaki direnişin güçlenmesidir. Ama orada Ahmet, Mehmet ya da tanıdığımız biri ölebilir. Geriye geldiğinde artık o bireydir. Ve sonuçta yanlış bir politikanın kurbanıdır. Hatta geçmişte MHP’nin kaldırdığı cenazelerin de kaldırılabileceğini söyleyebiliriz. Ve kaldırılanlar da oldu. Buradaki amaç, ölümün müsebbibi olan devlete karşı durmak, protesto etmek, o politikayı mahkum etmektir. Örneğin geçmişte asker cenazesi kaldırılsaydı; PKK’ye karşı değil, o sonuca, mevcut devlet politikasına karşı çıkılmış olurdu. Yani asker cenazesinde de pekala “katil devlet” sloganı atılıp teşhir edilebilirdi. Ama eğer bu, genellikle yapılamadıysa, MHP’nin bunu sahiplenmesindendi. MHP, cenazeleri Türkiye’de milliyetçiliği körüklemek için kaldıraç olarak kullanıyordu. Biz bu nedenle ve MHP ile yanyana olmamak için o cenaze törenlerinde yer almadık. Yoksa yer alırdık. Çünkü onlar, devletin yanlış politikası sonucu yaşamını yitirmiş kişilerdir ve katili devlettir. Yani olaya politik bakmak gerekiyor.
SORU : Irak’a asker gönderme meselesinin devrimcilerin gündemi olmadığına dair, sınırlı da olsa bir kanaatin/düşüncenin olduğuna tanık olduk. Belki gülüp geçmek gerekiyor; ama, böyle bir yanılgının kaynağına değinmek, en azından yanılgı sahiplerine yararlı olabilir diye soruyoruz; burada nasıl bir kavrayış sorunu ile karşı karşıyayız?
YANIT : Irak’a yapılacak operasyonun nereye varacağının kavranamamış olması sebebiyle olay küçümsenebiliyor. Mesela Somali’ye, Bosna’ya asker gönderirken bu denli tartışılmamıştı. Ama Irak; ne Somali ne Bosna ne de Afganistan’dır. Ve zaten sorun, Irak’ın yanlış kavranmasıyla ilintilidir.
Irak, tam da bizim gündemimizdir. Birincisi, Türkiye’deki devletin yönetme stratejisinin, yönteminin, biçiminin sorgulandığı yerdir. Bugüne kadar sahip olunan stratejiyle, ABD’nin Ortadoğu ve dünya politikası tam anlamıyla örtüşmüştür. Her zaman için Türkiye’nin antikomünist çerçevede gelişimi, devletin bu ideolojik şekillenmesi ABD’nin politikaları ile tam bir örtüşme halinde olmuştur. Ama ilk defa özellikle Kürt sorununa bakış konusunda bu denli ciddi bir gerilme yaşanmıştır. Artık ne işbirlikçilerin geri adım atabilme şansı vardır ne ABD’nin; Türkiye’den tepki geliyor diye politikasını değiştirebilme şansı yoktur. Yani bu, her halükarda gerilimi büyütecektir. İkincisi, Kürt meselesindeki çekinceleri bir kenara koysak dahi; Irak’a Türkiye gerçek anlamda müdahale ettiği zaman, çok kısa sürede bütün Irak halkının direnişini göğüslemek durumunda kalacaktır. ABD’nin istediği, doğrudan doğruya kendisi için orada savaşacak bir güçtür; bir barış gücü değildir. ABD, pikniğe gelinmediğini, savaşılacağını açıkça söylemişti. O batağa Türkiye bir kez girdi mi bir daha Ortadoğu’dan çıkması mümkün değildir. Bu anlamıyla Irak olayı, gündemin birinci maddesidir. Dolayısıyla da, buradaki işçiyi, emekçiyi, memuru, herkesi ilgilendiriyor. Ve Irak’a girilmesi halinde çok kısa bir sürede sonuçları görülecek; savaşın bir tarafı olarak Türkiye’de demokratik hakların bütünüyle askıya alınması söz konusu olacaktır.