SURİYE’DE MÜCADELE YENİ BİR AŞAMAYA SIÇRADI
Suriye’de süreç çok hızlı ilerliyor. Gün geçmiyor ki yeni çatışmalar, görüşmeler, toplantılar, anlaşma ya da anlaşmazlıklar ortaya çıkmasın. Türkiye ile yaşanan uçak krizi, Şam’da düzenlenen bombalı suikast, başta Şam ve Halep olmak üzere her yerde süren çatışmalar ve Kürtlerin özerklik adımı… Geçtiğimiz günlere bakıldığında sürecin baş döndürücü bir hızla ilerlemekte olduğu rahatlıkla görülür.
Ortadoğu’da siyaset her zaman kaygan zeminde yapılır. Suriye’nin karıştırılmasının ardından emperyalistlerin hızla organize ettiği “Suriye’nin Dostları” toplantılarına yüzün üzerinde ülkenin katıldığı ve onlarcasının rejimi devirmek için hiçbir çabadan kaçınmadığı biliniyor. Emperyalistler, işbirlikçilere, para, silah, istihbarat, teknolojik destek, uluslararası medya desteği (bilgi kirliliği), kamp yeri, askeri eğitim, abluka, lojistik destek vb. sağladı. Ayrıca; ajan, paralı asker, islamcı militanlar, adli suçlular dahil hiçbir desteği de esirgemiyor. Kısaca, dünyada insanlık adına ne kadar tortu (insan müsveddesi) varsa, savaşmak üzere Suriye’ye sokulmuş durumda. Bir düşünelim, “Suriye’nin Dostları” gibi bir imkanla dünyanın en gelişmiş emperyalist ülkelerinde dahi rejim değiştirmek, kaos, istikrarsızlık yaratmak mümkündür. Hatta Suriye’nin yerinde başka bir ülke olsa emperyalistler çoktan amaçlarına ulaşmış olurlardı. Suriye’de rejim değişikliğine onlarca ülkenin büyük bir hevesle açık destek vermesinin arkasında bu yönde bir beklentinin olduğu açıktır.
Emperyalizmin tüm çabalarına rağmen halen Suriye’de istediği sonucu alamamasının sebebi nedir?
Suriye rejimi, diplomasi ve siyaset konusunda bölgenin en iyi oyuncularından kabul edilir. Ortadoğu siyasetinde hem etkin figür olmayı başarmış; hem de sınırlı imkânlarına rağmen sürdürdüğü denge politikaları sayesinde bugüne kadar ayakta kalabilmiştir. Suriye rejiminin gücünün kaynağında onlarca yıl boyunca başta ABD olmak üzere İsrail, S.Arabistan gibi düşmanlarının baskısının da etkisiyle güçlü bir bürokrasi, ordu, istihbarat ve milis örgütlenmesi yatmaktadır. Süreç uzadıkça toz duman dağılacak “Arap Baharı”nın emperyalist bir proje olduğu anlaşılacak, Ortadoğu halklarının tepkisi de artacaktır. Halkların gerçek anlamda uyanışı, işbirlikçilere yönelik uluslararası desteğin gün geçtikçe azalmasına yol açacaktır. Eğer dayanabilirse; zaman, Suriye’de rejimin lehine işleyecektir.
Suriye’de yaz sıcak başladı. Haziran ayı sonunda yaşanan uçak krizinin hemen ardından, 1 Temmuz 2012 tarihinde Cenevre’de bir toplantı düzenlendi. Toplantıya BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesine ilaveten 150 ülke temsilci göndermişti. Zirve’de Rusya’nın tavizsiz tutumu sonuç vermiş; hükümetle muhalefetin seçimlere kadar ortak hükümet kurmasını savunan bir plan taraflarca imzalanmış ve ortaya ‘siyasi geçiş hükümeti’ formülü çıkmıştı. Varılan mutabakat ABD ve müttefiklerinin politikalarının neredeyse iflas ettiğini tescil etmiş oldu. Toplantıda Suriye’de rejimin değişmesini ve Esad’ın her ne pahasına olursa olsun gitmesini savunan ülkeler dahi Esad’ın iki yıl daha görev başında kalmasını kabul etti. BM’nin Suriye temsilcisi Kofi Annan, Cenevre Anlaşması’nı hayata geçirmek için çıktığı Ortadoğu turunda Suriye’de Esad ile yaptığı görüşmenin ardından İran’a geçip çeşitli temaslarda bulundu ve en son Irak hükümet yetkilileriyle görüşmeler yaptı. Annan’ın ziyaretleri sırasında görüştüğü yetkililer, Cenevre anlaşmasını övgü ve destek açıklamalarıyla karşıladılar. Böylece anlaşmanın kimin işine yaradığı daha net ortaya çıkmış oldu.
Cenevre’de Rusya ve Çin’in baskısıyla elde edilen başarının uluslararası kamuoyunda “Esad’ın istediği oldu” biçiminde yansıtılması ABD ve müttefiklerini tavır değişikliğine zorladı. Daha atılan imzaların mürekkebi kurumadan sonuçtan büyük bir hayal kırıklığı yaşayan ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton, “Rusya ve Çin bedel ödemeli” tehdidinde bulundu. Lavrov ise “Böyle bir çıkış diplomasi ahlakına sığmadığı gibi, iki insan arasında bile edepsizlik sayılır. Kimse bizimle baskı ve şantaj diliyle konuşamaz…”(Birgün Gazetesi- 17 Temmuz 2012) diyerek diplomasi dilinde pek karşılaşılmayan bir sertlikte cevap vermişti.
SURİYE’NİN MÜTTEFİKLERİNİN İLGİSİ İÇ SORUNLARA KAYDIRILDI
Cenevre Anlaşması’nı bir kenara atarak çok yönlü bir saldırı hazırlığı içine giren ABD ve müttefiklerinin planlarını doğru okuyan Rusya, 7 Temmuz’da uyarmıştı. Lavrov “Büyük bir savaş patlak verecek.” diyerek atılan adımları zamanında gördü ve Rusya donanmasının ağırlıklı bir kesimini hızla Akdeniz’e kaydırmaya başladı. 12 Temmuz’da Tartus Limanı’na ulaşmak için Rusya’nın Kuzey Denizi, Karadeniz ve Baltık Denizi’nden 11 savaş gemisinden oluşan bir filo yola çıkarıldı. Filoda destroyer, anti-denizaltı, tanker gemi ve çıkarma gemileri bulunuyordu. Ancak başta ABD olmak üzere İsrail, Yunan, Türk, Alman, İngiliz vb. ülkelerden oluşan çok sayıda savaş gemisi tatbikat vb. gerekçelerle Rusya’nın filosundan kat kat fazla bir güçle zaten Akdeniz’de Suriye’yi ablukaya almış durumdaydı. Her an büyük bir saldırının hazırlığının yapıldığı çıplak gözle de görülebiliyordu. Akdeniz’de suları ısıtan bir başka gelişme de Çin’e ait bir destroyer ve iki kruvazörden oluşan 3 savaş gemisinin de Süveyş Kanalı’nı geçerek Akdeniz üzerinden Karadeniz’e geçişidir. Böylece Rus ve Çin donanmaları çok güçlü olmasa da Suriye rejimine tam destek mesajı vermiş oldu.
Irak Hükümeti’nin Suriye politikasından rahatsızlık duyan ABD’nin devreye soktuğu piyonlardan biri de Tarık Haşimi olmuştur. Irakiye bloğunun sünni kanadının temsilcilerinden olan Haşimi’nin ölüm mangaları kurup yönettiği ve Maliki’ye suikast düzenlediği söyleniyor. Haşimi önce Barzani’nin yanına sığındı, oradan S.Arabistan ve Katar derken soluğu Türkiye’de aldı. Irak Hükümeti İnterpol’den kırmızı bülten çıkarttı. En son Türkiye Hükümeti kırmızı bültenle aranan cinayet şebekesinin başı olarak suçlanan Tarık Haşimi’yi teslim etmek yerine sığınma hakkı tanıdı. Irak Hükümeti’nin Suriye’deki duruşunu bozmak için başvurulan yollardan birisi de bombalı saldırılar olmuştur. Uzun bir sessizliğin ardından, 15 ayrı noktada eşzamanlı düzenlenen saldırılarda yüzden fazla kişi öldü, yüzlercesi de yaralandı. Son yılların en kanlı eylemlerinin hedefinde Irak Hükümeti’nin Suriye politikası olduğu görülüyor. Maliki’ye yönelik hamlelerden bir diğeri de muhalefet partilerinin Barzani öncülüğünde bir araya gelip hükümeti düşürmeye dönük adımlar atması oldu. Barzani, Irakiye Bloğu ve El Sadr’ın çabaları henüz bir sonuç vermiş değil. Şam’a yapılan saldırıdan birkaç gün önce Maliki’ye, Türkiye üzerinden daha doğrudan bir mesaj verildi. Türk Savaş uçaklarının bu kez Irak hava sahasını ihlal ettiği ortaya çıktı. Irak Hükümeti olayı kınadı ve BMGK’ne başvurarak kınama kararı çıkarma girişiminde bulundu. Hava sahasını da bir süreliğine kapattığını açıkladı. Maliki’ye verilen bu gözdağının hedeflerinden birisi de Irak Hükümeti’nin Suriye sınırının kontrolünü bırakmasıydı. İşbirlikçilerin Suriye sınırını kontrol altına alması, Kürt bölgesinde ortaya çıkan defacto durum, resmin billurlaşmasını sağlamış oluyordu.
ABD, Suriye rejimini destekleyen İran’ı Temmuz ayı başından itibaren çeşitli yapay gündemlerle oyalamaya başladı. Hürmüz Boğazı’na yeni uçak filosu göndererek ve basın üzerinden savaş tehdidi savurarak, UAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu) üzerinden nükleer toplantılarında oyalayarak ve İsrail’in her an bir saldırı hazırlığında olduğu gibi tehditlerle İran’ı sürekli meşgul etti.
Lübnan da benzer bir yöntemle iç sorunlara odaklandı. Önce Lübnanlı hacılar Suriye’de kaçırıldı. İsrail hem havadan hem karadan kısa süreliğine Güney Lübnan’a girdi. Lübnan’ın kuzeyine yerleşen Suriyeli işbirlikçiler onlara destek veren sünni örgütler Lübnan ordusu ve şii milislerle çatıştı. Çatışmalar başkent Beyrut’a kadar yayıldı. Hizbullah mezhep çatışmalarına çekilmeye çalışıldı.
ABD VE MÜTTEFİKLERİNİN SURİYE’YE SALDIRI HAZIRLIĞI
Cenevre Anlaşması’nı buruşturup atan ABD ve müttefikleri Suriye’ye saldırı hazırlıklarına hız verdi. Bu girişimlerden ilki, işbirlikçiler aracılığıyla kitlesel katliamlar gerçekleştirerek iç savaş görüntüsü yaratmaktı. Suriye Hükümeti’nin güçlü olduğu Şam ve Halep gibi şehirlerde kamyonlarla gerçekleştirilen bombalı saldırılarda onlarca sivil ölürken yüzlercesi de yaralandı. Humus, Hama, İdlib gibi kentlerde ise rejim yanlısı aileler kitleler halinde kadın-çocuk demeden katledildi. İşbirlikçilerin saldırıları uluslararası medya aracılığıyla sanki ordu ya da milisler yapmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Bu propagandanın başarıya ulaşması için uluslararası kuruluşlar da rol aldı. Temmuz ayı başında Türkiye’de de aktif olarak faaliyet gösteren Uluslararası Af Örgütü “Suriye hükümetine her türlü silah ve ilgili ekipmanın transferini durduracak ve Esad yönetiminin elinde bulunanların kullanımını donduracak bir ambargonun dayatılması gereklidir.” diyerek emperyalizmin hizmetinde bir kuruluş olduğunu göstermiş oldu. Şam saldırısından iki gün önce Uluslararası Kızılhaç Örgütü Suriye’deki durumun artık “İç Savaş” olarak tanımlanması gerektiğini söyledi. Kızılhaç’ın bu yönde görüş bildirmesi Cenevre Sözleşmesi’nin devreye sokulmasını sağlayacak bir adımdır. Emperyalistler bu yolla hem istedikleri kişileri ‘savaş suçlusu’ ilan ederek uluslararası mahkemelerde yargılanmasını sağlayacak; hem de uluslararası anlaşmalar gereği İç Savaş’a müdahale etme bahanesiyle işgali meşrulaştıracaktı. Uluslararası Af Örgütü, Kızılhaç, Sınır Tanımayan Gazeteciler ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi çeşitli uluslararası örgütlerin bağımsızlık, sivillik, demokratlık ve insancıl görüntüsü biraz kazındığında, altından emperyalizm çıkmaktadır.
Suriye’ye saldırı hazırlığının bir başka ayağını ise Türkiye oluşturuyordu. Düşürülen savaş uçağının ardından yaptığımız açıklamada Türkiye’nin parlatılan imajının da düşüşe geçtiğini söylemiş; egemenlerin halkın tepkisini istismar ederek sürdürdükleri saldırgan politikalara hız vereceklerine dikkat çekmiştik. Gerçekten de hükümetin işbirlikçilere desteği zirveye çıktı. Türkiye’de kurulan kamplarda CIA ve MİT elemanlarının işbirlikçilerin askeri eğitimine hız vermesinden; saldırıların komuta merkezinin Hatay’a kaydırılmasına; işbirlikçilerin ağır silahlarla donatılarak kitlesel katliamlara yönelmesinden başta El Kaide olmak üzere, islamcı militanların toplanma merkezi olarak ülkemizin seçilmesine kadar çok çeşitli adımlar atıldı. Alenen yapılan bu hazırlıklar New York Times, Independent, Reuters gibi medya tekellerince günlerce yazılıp çizildi. Hatta ABD yetkilileri bile basın toplantılarında bu durumu yadsımadığı gibi onaylayıcı tutum takındı. ABD İstihbarat Komitesi Başkanı Mike Rogers “Suriye’deki isyancı grupların dörtte birinin kendilerini El Kaide çatısı altında gördüklerini” söylüyordu. Gerçekte bu sayı resmi açıklamaların çok çok üstündedir. Hatta Suriye’de savaştırılanların büyük bir çoğunluğunun El-Kaide militanları ve diğer İslamcı gruplar olduğu görülüyor. Özgür Suriye Ordusu sadece bir kamuflaj işlevi görmektedir. Emperyalizm için sınıfsal olmadığı sürece dost-düşman ayrımı yoktur; çıkar vardır. ABD’nin en tehlikeli düşman deyip, uğruna başta Afganistan ve Irak olmak üzere milyonlarca insanın kanını akıttığı El-Kaide’nin çıkar söz konusu olunca nasıl da dost haline geldiği görülüyor. Daha bir yıl önce ABD Bin-Ladin’i Pakistan’da öldürmüşken nasıl oluyor da bir anda dost, müttefik haline gelebiliyorlar. Ya da şöyle bir soru sorarsak; emperyalizmin kurduğu, eğittiği ve her türlü imkan ve olanakları seferber ettiği El-Kaide gibi islamcı örgütler gerçekten kısa süreliğine de olsa denetimden çıktı mı? Cevap hayır. Allah adına cihat veya haçlı seferi düzenleyenlerin sahtekârlığı defalarca tescillendiği gibi; din onlar için halkı kandırmaya yarayan ince bir tüldür. Adına ne denirse densin sınıfsal bir temele oturmayan ya da anti-emperyalist ve anti-kapitalist olmayan dünyada hiçbir gücün bağımsız kalabilme şansı yoktur ve süreç içinde mutlaka emperyalizmin oyuncağı olacaktır.
SURİYE AÇIK HEDEF HALİNE GETİRİLİYOR
Türkiye’nin, Suriye’ye saldırının merkez üssü haline getirilmesinin ardından, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) “Şam Volkanı” ve “Suriye Depremleri” adıyla iki büyük operasyon başlattığını duyurdu. 18 Temmuz 2012 tarihinde ise Suriye’nin başkenti Şam’da, hükümetin üst düzey yetkililerinin toplantı yaptığı sırada şiddetli bir patlama oldu. Patlama sonrası başta Savunma Bakanı Davud Raciha, yardımcısı ve Beşar Esad’ın eniştesi Asıf Şevket, Kriz Masası Başkanı General Hasan Türkmani ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Hişam Bahtiyar’ın öldüğü açıklandı. Bakanların dahi ölümüne sebep olan patlamanın bazı devletler hariç sessizce geçiştirilmesi, uluslararası ilişkiler, gelenekler açısından tam bir skandaldır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir dizi ülkenin saldırıyı kınamak bir yana alkışlamaları ve sorumlu olarak yine Esad’ı işaret etmeleri işbirlikçilikte gelinen noktayı işaret etmektedir. Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu ya da Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında böyle bir patlama olsa acaba rejim kusuru kendinde arayacak mı? Hiç sanmıyoruz. Şam’da meydana gelen patlamanın ardından işbirlikçilerin vur-kaç taktiği biçiminde sürdürdüğü eylemlerin daha üst bir aşamaya sıçramış olduğu görülüyor.
Şam’da yapılan bombalı saldırının zamanlaması da son derece dikkat çekici. Erdoğan’ın Rusya’da Putin ile Suriye’yi görüşmek için Moskova’ya uçtuğu; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un yine Suriye’deki gelişmeleri görüşmek için Çin’de bulunduğu bir sırada bu bombalı saldırı meydana geldi. Cenevre Anlaşması’nın uygulamaya başlanmasının beklendiği ve bu yönde görüşme trafiğinin hızlandığı bir dönemde savaşı tırmandırma yönünde adım atılması, yeni saldırı dalgasının planlı bir şekilde hayata geçirildiğinin bir başka göstergesiydi. Saldırının zamanlamasının belki de en önemli yanı, 19 Temmuz’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik müdahale tasarısının oylanacağı tarihin bir gün öncesine denk getirilmesiydi. İngiltere’nin öncülük ettiği tasarı, Birleşmiş Milletler Ana Sözleşmesi’nin 7. maddesi uyarınca, Esad yönetiminin ağır silahlar kullanmayı bırakmaması halinde, daha ağır diplomatik ve ekonomik yaptırımların yanında, askeri müdahale olasılığını da içeriyordu. Kısacası Libya’da yaşanan senaryonun tekrarını amaçlıyordu. Rusya ve Çin yasayı üçüncü kez reddetmiş oldu. Hatırlanacak olursa, Suriye’ye yönelik önceki tasarılar görüşülürken de işbirlikçiler çatışmaları ve sivil katliamları tırmandırmıştı.
ŞAM’DA YAŞANAN PATLAMALAR YENİ BİR SÜRECİN İŞARET FİŞEĞİDİR
18 Temmuz’da başkent Şam’da meydana gelen patlamanın ardından, Şam ve Halep’i içine alan çatışmaların şiddetinin ve çapının büyük olması, uluslararası burjuva medyanın koro halinde kara propagandaya hız vermesini sağladı. Sanki tek bir merkezden yönlendiriliyormuş gibi, dünyanın çok farklı yerlerinden aynı senaryolar üretilmeye başlandı. Suriye’nin düşmesinin an meselesi olduğu, Esad’ın Rusya’ya kaçtığı, Alevi devletinin ilan edilmek üzere olduğu, sınır kapılarının denetiminin isyancıların eline geçtiği, ordudan toplu firarların başladığı, askerlerin birbirleriyle savaştığı, hükümet binalarının muhaliflerin eline geçtiği gibi akla hayale gelmeyecek yalanlar tüm dünyada manşetleri süsledi. Yine bildik, tanıdık yöntemler denilebilir, ancak bu kez emperyalistler söyledikleri yalana kendilerini o kadar kaptırdılar ki gerçekten mucize gerçekleşiyor havasına kapıldılar. Hiç kimse Suriye rejiminden gelen açıklamaları dinlemek bile istemiyor, yok sayıyordu. Suriye, saldırıyı Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve İsrail istihbaratlarının düzenlediğini açıkladı. Olayın kriminal boyutuna hiç girmeden saldırının gerçekleştirildiği Ulusal Güvenlik Binası’nın, ABD, S.Arabistan ve Türkiye büyükelçiliklerine 100-200 metre kadar yakın bir mesafede olduğunu söylemek sanırız faillerin kimliğini anlamak için yeterlidir.
Şam’daki saldırı sonrası emperyalistlerin yürüttüğü propagandalardan birisi de; Suriye Hükümeti’nin son çare olarak kimyasal silah depolarını açarak bu silahları askerlere dağıtmaya başladığı, halka karşı kullanılacağı ve bu silahların başta Hizbullah olmak üzere “terör” örgütlerinin eline geçeceği yalanıydı. Hatta, İsrail, kimyasal silahları müdahale için meşru bir gerekçe yapmaya çalıştı. Suriye Hükümeti’nin elimizde bu tür silahlar yok demek yerine sivillere karşı kullanmalarının söz konusu olmadığını belirterek bu silahları yalnızca yabancı güçlere karşı kullanacaklarını söylemesi tam bir şaşkınlık yarattı. Suriye yönetimi, bu açıklamayla kimyasal silah bahanesiyle emperyalistlerin, rejimi, BM, Atom Enerjisi Kurumu vb. üzerinden sıkıştırarak izole etme çabasını, görerek Irak’ta yaşanılan duruma düşmeyeceğini gösterdi.
İşte böyle bir ortamda Suriye Ordusu, Şam’ın kenar semtlerinde operasyonlarını yoğunlaştırdı. Ordunun sivil kayıplarını azaltmak için gösterdiği dikkat zayıflık olarak algılandı. Neticede çember daraldı, işbirlikçiler tam bir bozguna uğradı. Şam’da yürütülen operasyonun ardından 4 bin civarında işbirlikçinin öldürüldüğü, aralarında 640 civarında yabancı uyruklu militanın da bulunduğu 7.500’ünün tutuklandığı basına yansıdı. Yabancı 18 istihbarat elemanı da tutuklananlar arasındaydı. Şam’ın işbirlikçilerden büyük oranda temizlenmesinin ardından gözler Suriye’nin finansal başkenti sayılan Halep’e çevrilmiş durumda. Halep, 1,7 milyon nüfusa sahip ve kentin yüzde 80’i Sünni Arap, yüzde 10’u Kürt, yaklaşık yüzde 5’i Hıristiyan. İşbirlikçiler, Halep’in kimi semtlerinde uçak-savar, anti-tank füzeleri ve diğer ağır silahlar ve hatta tanklarla saldırılarını sürdürüyor. Başta tank olmak üzere görüntüleri burjuva basına bile yansıyan bu ağır silahları nasıl edindikleri sır değil. İşbirlikçilere destek o kadar ayyuka çıktı ki artık hiç kimse şaşırmıyor bile. Bugün Halep’te emperyalist ülkeler savaşıyor, sadece henüz düzenli birlikleri sokmadılar. Silahı tutan eller dışında her yerde her şeyde emperyalizm ve onun uşakları var. Buna rağmen işbirlikçiler kuşatılmış durumda olduğu için destekçileri şaşkın ve karamsar bir pozisyona düşmüştür. Hazırladıkları uluslararası komplo bir kez daha boşa çıkarılmak üzere. Bundan sonra da emperyalistler girişimlerini artırarak sürdüreceklerdir. Suriye’de rejim değişikliği kesinlikle olmaz demek hata olur ancak bu kadar büyük bir güçle hala istenilen sonuçtan çok uzakta olmaları ABD ve müttefiklerinin sanıldığından daha zayıf olduğunu gösterir. El-Kaide gibi dünya halkları gözünde teşhir olmuş, hiçbir inanılırlığı/güvenilirliği olmayan çevreler üzerinden Suriye’de sonuç almak ya da almaya çalışmak güçsüzlüğün dışavurumudur. ABD açısından sadece bu durum bile başlı başına bir başarısızlıktır. Suriye’deki rejim belki düşebilir ancak bu, ABD ve müttefiklerinin kazandığı anlamına gelmez. Kısa süreli başarılar uzun vadeli kayıplara yol açabilir. “Arap Baharı” üzerinden yaratılan sahte özgürlük havası dağılmaya başladıkça Ortadoğu’da emperyalizmi daha zorlu süreçler bekleyecektir. Arap halkları düşmanlarını tanıdıkça gerçek özgürlüğün tadına işte o zaman varacaktır.
SURİYE’DE ATEŞE BENZİN DÖKÜLMESİ ÇATIŞMALARIN KAPSAMINI GENİŞLETECEKTİR
Şam’daki bombalı saldırı gibi son derece başarılı ve büyük yankı yaratan suikastlar çok sık gerçekleştirilemez. Bu tür gizli servis operasyonları bir kez kullanılabilir ve istenen sonuç alınamadığında karşı şiddeti meşru kılacak bir tehlikeyi de içinde barındırır. Suriye Ordusu’nun başta Şam ve Halep’te sürdürdüğü operasyonları sadece izlemekle yetinen emperyalistlerin eli-kolu bağlı kalmasının arkasında, kendi tırmandırdıkları şiddet sarmalı yatmaktadır. Uluslararası gelenekleri ve devletlerarası hukuku hiçe sayarak suikastlara başvuranların buna verilen cevaba karşı çıkma şansı da ortadan kalkmıştır.
Suriye’deki ateş büyüdükçe kendisiyle birlikte bölgeyi de yakıyor. Suriye, Arap’ından Kürt’üne; Alevi’sinden Sünni’sine; Müslüman’ından Hıristiyan’ına; Türkmen’inden Çerkez’ine; Ermeni’sinden Süryani’sine bir mozaiktir, bir tanesini çektiğinizde Ortadoğu’nun resmi bozulur. Suriye’yi yalnızca kendi halkının içindeki çelişkileriyle değil; bölgesel çelişkilerle de birlikte değerlendirmek gerekir. Suriye Hükümeti, Filistin davasına sahip çıkarken hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı gibi 500 bin civarında Filistinliye de kucak açmıştı. Ayrıca Irak’ın işgaline şiddetle karşı çıktığı gibi emperyalistlerin tüm saldırı ve işgal tehditlerine rağmen tam 2 milyon Iraklıyı da ülkesine kabul etmişti. Suriye, geçmişten beri emperyalist saldırganlık, işgal ve yağma karşısında ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlara kucak açmış; mazlum halkların sığınağı haline gelmiştir. Vatanlarından koparılan bu insanların güvenli bir şekilde yaşayacağı tek ülke adeta Suriye kalmıştır. Bu nedenle Suriye meselesi sadece Suriye’yi ilgilendirmiyor. Ülkelerindeki ABD ve İsrail zulmünden kaçarak Suriye’ye sığınmış ve burayı ikinci vatan sayan bu insanların işbirlikçiler tarafından sürekli tehdit, kaçırma, işkence ve ölüme maruz bırakılmaları uzun süredir bilinen bir gerçektir. Ancak son zamanlarda bu durum iyice açığa çıkmıştır. Özgür Suriye Ordusu adlı işbirlikçi yapı, Şam’daki suikast ve çatışmaların ardından kendine o kadar güvenmeye başladı ki Suriye topraklarında bulunduğunu iddia ettiği Hizbullah, İran Devrim Muhafızları, Iraklı milisler ve Esad yanlısı Filistinli direniş örgütlerinin de “meşru hedef” olduğunu ilan etti. Lübnanlı Şii hacıları kaçırma, FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) üyesi 14 Filistinliyi Halep yakınlarında kaçırarak önce işkence edip sonra katletmeye varan bir dizi kanlı eyleme imza atmış durumda.
Suriye’de çıkacak sonuçtan doğrudan etkilenecek güçlerin başında Hizbullah gelmektedir. Hizbullah, bu güne kadar çok ön plana çıkmadan sorunların taraflar arasında diyalog yoluyla çözülebileceğini söylüyordu. Şam saldırısı ardından Hizbullah da sesini yükseltmeye başladı. Nasrallah, İsrail ile savaşın altıncı yıldönümünde yaptığı konuşmada “Suriye, direnişin büyük hamisi ve dayanağıdır”diyerek tepkisini ilk defa açıktan ifade etmiş oldu. Hizbullah için Suriye hayati öneme sahiptir. Şii hilalinin kırılması Hizbullah’ı yalnızca askeri açıdan değil her açıdan yalnızlaştıracak ve boğacaktır.
Suriye’deki gelişmelere tepki gösteren bir başka ülke de İran olmuştur. Genelkurmay Başkan Yardımcısı Cezayiri “Suriye dostları ve direniş cephesi henüz meydana inmemiştir.” biçiminde yaptığı açıklamayla tavırlarının sertleşmekte olduğunu göstermiştir. Suriye ile İran arasında daha önce imzalanmış karşılıklı savunma anlaşması olduğu da söyleniyor. İran, Rusya ve Çin gibi sadece siyasal ve silah desteği vermekle sınırlı kalmayıp askeri anlamda da işin içine girmekten çekinmeyecektir.Suriye’nin düşüşünü izlemek yerine savaşın yayılmasını göze alacaktır. İran, bölgedeki ilişkileri üzerinden bir şekilde savaşa dahil olacaktır. İran, şimdilik Suriye’ye siyasi desteğin yanı sıra ekonomik alanda nefes alabileceği, ablukayı hafifletebileceği kanallar açmaya çalışıyor.
SURİYE ATEŞİNE KÖRÜKLE GİDEN TÜRKİYE EGEMENLERİ ALEVLERİN ORTASINA DÜŞMEK ÜZERE
Suriye’ye dışarıdan müdahale konusunda başta Türkiye olmak üzere, zaman zaman çeşitli tehditler savrulmaktadır. Pek çoğu iç ve dış kamuoyunu etkilemek, algıları yönlendirmek amaçlı yapılan bu açıklamaların inandırıcılığı olmadığı gibi gerçekleşme şansı da yoktur. Rusya çeşitli defalar tampon bölge, insani koridor gibi kavramların Libya’da ne gibi sonuç verdiğini gördüklerini, buna asla müsaade etmeyeceklerini açıkladı. İsrail’in her an Suriye’ye girebileceğine dönük son günlerde yoğunlaşan açıklama ve iddiaların ise hiçbir geçerliliği yok. İsrail’in böyle bir hamlesi, İran’ın öncülük ettiği Şii bloğunun işine gelir. İsrail üzerinden başlayacak bir hesaplaşmada kimin galip çıkacağı hiç belli olmaz.İran’ın bir şekilde savaşa dahil olmasının önü açılmış/meşrulaşmış olur. Emperyalistlerin böyle bir yanlışa düşmeleri beklenmemelidir. İsrail kimyasal silah iddiasıyla bu yönde bir yoklama yaptı ve gerekli cevabı aldı.
Suriye konusunda kraldan çok kralcı davranan; ABD’den önce her olaya atılan ve emperyalizmin mızrak ucu gibi hareket eden Türkiye egemenleri çatışmalar şiddetlenip yayıldıkça, sonuçlarının doğrudan muhatabı olacaktır. Suriye’deki rejimin kendince varsaydığı gaddarlığının sebebini Nusayriliğe (Alevilik) bağlayan; Muhalif diye El-Kaide militanlarını Hatay’da ağırlayan; Ortadoğu’da halkların gözünde sürekli irtifa kaybeden Türkiye egemenleri, işler kötüye gittikçe yalnızlaşacak ve zorluklar karşısında yüzüstü bırakılacaktır. Bu, işbirlikçilerin kaderidir. İşi bittiğinde kirli bir mendil gibi buruşturulup bir kenara atılırlar.
Suriye’de Kürtlerin, çatışmaların şiddetlenmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu da değerlendirerek bazı bölgelerde yönetimi ele geçirmeleri Türkiye’de bomba etkisi yarattı. Neye uğradığını şaşıran burjuva partileri ve medya tam bir matem havasına büründü. Panayırı andıran bu durum her kafadan bir sesin çıkmasına; başta AKP olmak üzere herkesin birbirini suçlamasına dönüştü. Barzani’nin kalleşliğinden, PKK’nin hainliğine kadar her tür hakaret, küfür, aşağılama, manşetleri kapladı. Yer yer “haddini aşıp”, ABD’ye dil uzatan, “bizi kullandınız” minvalinde serzenişte bulunan burjuva köşe yazarlarına dahi rastlanır oldu. Şimdilik sular pek durulacak gibi gözükmüyor. Burjuva siyasetçilerinin ve yazarlarının histerik hıçkırıkları, ABD’den gelecek mesajlarla yerini gevşemeye, rahatlamaya bırakacak; yeni rollerini öğrendiklerinde ise tekrar eski neşelerini bulup kafalarını kuma sokacaklardır.
4 AĞUSTOS 2012
DEVRİMCİ HAREKET