Biz, dayanıksız tüketim maddeleri gibi birleşip
mıknatısın aynı uçları gibi birbirini iten ilişkilerden olmadık.
Bu kalite israfını bütünüyle reddeden bir değerler tanımını seçtik.
Kimileyin bir karanfile değdi elimiz.
Kimileyin bir fesleğeni okşar gibi
birbirimizin avuçlarına buram buram koktu saç tellerimiz. Çörekmiş gibi usulca bölünmüş bir ekmeğin kokusunda;
dumanı, sevdanın buğusunu çoğaltan bir çayın bardak kıyısında, ilk kez bir araya geliyormuş gibi sessizce öpüştü ellerimiz…
İnsanın maddi veya ruhsal hemen her ihtiyacının metalaştığı, pazar-piyasa ilişkisinin yaşama içerildiği günümüz koşullarında, moral direnç, sisteme bir bütün halinde direnmeyi gerektiriyor. Bunun da yolu sistemin doğru çözümlenmesinden ve alternatif duruşun yaşamın bütününe içerilmesinden geçiyor.
Sistemin tahlilinde olgunun özüne inilmemesi, görülenle (ve hatta gösterilenle) yetinilmesi, egemen güçlerin çeşitli araç ve yöntemlerle yönlendirdiği/gözettiği bir durumdur. Sistemin özüne inememek, alternatifte veya tepkide de geçici, biçimsel yöntemlerle yetinmeyi beraberinde getirir. Bu durum, bir sporcunun, yetenek veya motivasyon eksiğini dopingle gidermeye çalışmasına benzer. Sorunu doğru tanımlayıp kalıcı çözümler üretmek yerine, an/gün kurtarılır; işin kolayına kaçılır; yaşamda planlama ve uzak görüşlülük yerini, “yaşamın anlamının tüketimin miktarıyla ölçüldüğü” bir bakış ve ruh haline bırakır.
Halbuki, moralin geçiciliği (sağlam ve kalıcı temeller üzerine oturmaması) değerlerin kalıcılığını aşındırır, yıpratır; kişiyi giderek farklı moral arayışlarına veya zemin kaymalarına zorlar.
Dikkat edilirse ülkemiz, adaletsizliğin, oyalama ve boşa düşürmenin beşiği haline geldikçe, umutlar da yorulmakta ve “kendi içine boşalma” biçimindeki “zararsız” tepkilenmenin araç ve yöntemlerine ilgi artmaktadır. Yakınmakla yetinmek de bu kapsam içerisinde değerlendirilebilecek bir “tepkilenme” şeklidir.
YAKINMAK, HEDEFTEN ÇOK KENDİNİ DÖVMEKTİR
Yakınmak, gerçekte kendini ifade etmenin bir yöntemi olmadığı gibi bir karşı-duruş, bir itiraz da değildir. Aksine, bireysel sınırlar içinde kalan, yararsız ve giderek edilgenleştirici rol oynayan bir duygu törpüsüdür. Aşınma, duygusuzluğu koşulladığı oranda, umut da yerini umutsuzluğa bırakır.
Yakınmak, bir çeşit arabesktir; menzilsizliktir; asidini kişinin içine akıtır ve öncelikle sahibini acıtır. Gerçekte bu, sistemi içselleştiren bir uysallık halidir. Köpürmeler özneldir, dışa taşmaz, dolayısıyla bir çeşit sakinleştiricidir.
Yakınmak, bir yanıyla da çaresizliktir. Kişinin yolu, yine kendine çıkar. Acı gösterisi, etrafın ilgisini toplasa da geçicidir. “Bir İngiliz tanıyorum” der Goethe, “her sabah giyinmekten bıktığı için bir gece kendini asıverdi.”
Çözümün yerini alan memnuniyetsizlik halleri ve yakınmalar tekrarları, yorgun ve tahammülsüz bir duruşu ortaya çıkarır. Bu da giderek, imkanlar dahilinde kolaya kaçmayı, hazıra konmayı koşullar. Bugün sosyal medya ortamından yansıyan da büyük oranda bu niteliktir. Öğrenilen (model alınan) hemen her şey, yapay ve “steril”dir. Özellikle genç kuşak, bu durumdan daha çok etkileniyor. Düşmeyi, kirlenmeyi bilmediği için, kalkmayı ve temizlenmeyi de bilmiyor.
Sanal alemde, emeksiz ilgi görmek hatta sahip olunmayan nitelikeri varmış gibi paylaşmak; kolay ve sahte bir dünya oluşuruyor. Birden çok kimlikli (gerçekte kimliksiz) olabilmenin zeminini sunuyor. Örgütlenmenin ve hatta eylemin de böyle bir versiyonundan söz etmek mümkün. Bir “tık”la eylemci olmak; sokaktaki eylemi sosyal medyada paylaşılacak fotoğraf kareleri için bir basamaktan ibaret görmek, bu alanın yaygın niteliklerindendir.
Yüzleşmeden, gerçek kimliğini gizleyerek yaşamak; güçlük karşısında bir tuşla kaçmak veya yer değiştirmek, bir süre sonra bir kişiliğe (yaşam biçimine) dönüşüyor. Ve yukarıda da anlattığımız gibi kalıcılığın ve değer oluşturmanın yerini değersizlik/kayganlık alıyor; doyum, yerini sürekli bir doyumsuzluğa bırakıyor; bu, bir çeşit ruhsal obezitedir; her an “atıştırma”yı gerektirir.
RUHSAL OBETİZE, AŞKLA ÖRÜLMESİ GEREKEN YAŞAMIN ANTİTEZİDİR
Ruhsal açlığın fast-food yöntemiyle geçiştirilmesi halinde; aşkta, işte, bir nitelik edinmede veya yaşamın toplamında bir kayganlık hali oluşur. Gıdalanırken veya anlık değişimlerde, ışıltılı kimi hallerde memnuniyet hali belirse de bu yanıltıcıdır; ruhsal obezite, sürekli bir memnuniyetsizlik sebebidir. Stadlara dolup, anlamsız/yapay ikilemler üzerinden coşan, sonra da sokağa o haliyle taşan “taraftar” kitleleri buna nasıl örnekse; sevda da veya sevdanın yaşam biçimine dönüştüğü devrimcilikte de giderek “dikişin” daha zor tutar hale gelmesi bundandır. Aşk veya devrim, can sıkıntısı yerine ikame edilecek olgular; geçici ferahlama kapıları değildir.
Sevda/Aşk, bireycileşmenin, sosyal dağılmanın veya giderek kendine bile yabancılaşmanın yaygınlaştığı, kapitalizmin bu en dipsiz çağında, bir direnç, bir itiraz ve hatta altenatifin üretilmesine en uygun alan olabilecekken, ya “gel-geç ruhların” cirit alanı haline gelmiş ya da kimileri tarafından “devrim/özgürlük” sonrasına ertelenmiştir.
Halbuki, yoldaşlık ve aşk, devrim ve sevda, birbirine içerilmiş kavramlardır. “Kişi kendini en iyi bir başkasında tanır” ifadesi; bir bedenin/kişiliğin diğerine ayna görevi görmesi; bedenin (özellikle kadının) adeta ayaklı bir doğa olduğunun ayırdına varılması; (yanlızca değil ama) özellikle aşkta mümkündür.
Aşk, yaşamın şiirsel yanıdır. Kimileri bunu sağdan soldan duydukları “öğretilmiş” dizelerle yaşar, kimileri de kendi şiirini yazar. Devrimcilik, insana bütün bir yaşamı şiire çevirebilme şansı verir; geleceksizliğin, sistemsel seçeneksizliğin ve düşsel yetersizliğin panzehiridir.
Aşk iradidir, öğretildiğinin aksine, “olan” değil “yapılan” (emek harcanarak üretilen) bir olgudur. “Dünya”yı sevdiği, dolayısıyla umut için yeterli ön koşula sahip olduğu halde, sevdasına karşılık bulamadığı için devrime küsenler; gerçekte hayata ve geleceğe küsmüş, yenilgiyi peşinen kabullenmiş olur. Üstelik bu tür (yaşamsal) yenilgilerin rövanşı yoktur; tek altenatifi, değerlerde ısrardır.
Unutmamalı ki, bizlerin en “aşksız” hali bile, “ok atan Eros”la da, ritüel mamülü ilişkilerle de kıyaslanmayacak potansiyel güzellikler içerir. Kalbimizin tad sorunu yaşadığı, yorulup kendini yanlış dinlediği anlarda, en isabetli test, sahip olduğumuz “aşksal”avantajların büyüklüğünü ölçmek ve devrimciliğimizin sağlamasını yapmaktır.
Yenemediğimiz kötülüğün esiri olmayacağımıza ve değiştiremediğimiz sistemin hizmetine girmeyeceğimize göre; devrim ve devrim kalitesindeki ilişkiler gecikti diye yolumuzdan vazgeçmeyeceğiz. Aksine durum, geç kalan sevgiliyi, merak edip bulmaya çalışmak yerine terk etmeye benzer.
AŞK, KAPİTALİZMİN BİR ÇEŞİT TUTSAKLIKLA ÖZDEŞ BUGÜNKÜ İKLİMİNDE, ÖZGÜRLÜĞÜN ŞİFRESİDİR
Konumuz kapsamı içinde ele aldığımız sınırlama ve tutsaklıkla ilgili mesele, içerisi-dışarısı ikileminden ötedir; ama bunu anlamakta güçlük çekenler, hapishane pratiğinden damıtılmış kimi sonuçları kendine ders edinmelidir. Gerçekte, eşi-benzeri olmayan bir test alanıdır hapishaneler.
Bir çeşit “bitirme sınavı” gibidir. İnsanın o ana kadar ki tüm gelişimini, pratik ve birikimini imtihan eder. Kimileri için, giderilecek bir eksikliktir, “yüzleşme”de ortaya dökülenler; kimileri için de, halı altına süpürülecek veya kamuflaj malzemesi niteliğindeki meşgalelerle örtbas edilmesi gereken özelliklerdir.
Kişi, tutsaklıkla her halükarda kendini daha iyi tanır. Ya gerçekliğini kabullenip, imkan ve yetenekleri oranında toparlanır, ya da kabuğunu kalınlaştırır. Bu anlamda hapishaneler, “okul”dan çok, bir laboratuvardır; deneye sokulan maddenin/kişinin gerçek niteliğini açığa çıkarır.
Hapishanenin özü, kapatılma ve sınırlamadır. Bunun rutini, yürümede üç adım, yapma-etmede tekrardır. “Rutin dışına çıkmak”tan ise çoğu kez, basit/şekli değişiklikler anlaşılır. Gerçekte ise olması gereken, alternatif bir günlük yaşam ve düşsel firardır. Altenatifi yaşamda, zamanın doğru değerlendirilmesi, üretken ve geliştirici bir program vardır; düşsel firar ise, ütopya bahçelerine yapılır. Buna “hayal” veya “oto-tatmin” deyip geçmemek gerekiyor. Hakkı verilerek kurulmuş bir düş, kronikleşip kişiyi esiri haline getirebilecek ruhsal açlıklara karşı bir sigortadır; bazen aslı kadar etkilidir; nerdeyse somutlanır, tad ve koku bile barındırır.
Dışarının tutsaklığı, birebir içeridekiyle örtüşmese de panzehirleri büyük oranda ortaktır. Ancak dışarıdaki, özellikle tutsaklığın bilincinde olmaktır. Aksi takdirde, özgürlük yanılsaması, arayışlarda da yanılsama doğurur. Ve aşk bile, ya bireye dek indirgenir, ya da sistemin labirentlerinde tükenmenin gerekçesi haline gelir.
Ji hewayé béhna axé té (hava toprak kokuyor)
diye fısıldıyor birbirine, esaretin topraksızlığında yoldaşlar.
Bir anda inceliyor, taş taşa eklenerek oluşan duvarlar.
Yüreklerdeki koşullar üstü sevdadır,
zindan tiplerinde alfabenin harflerini ve F tipinde tredmanı çaresiz kılan.
Ey dirençte tüm zamanların ve hatta Ninsun Ana’nın mirası,
ey tutsaklıkta gülümsetebilen duruşun çıtası, ey “77” rotası.
Tarih boyunca zulme karşı ödenen bedellerdir, bu zaferi türkülerin mayası.
Mücadelede ısrardır tüm bu kazanımların anası.
Artık an meselesidir, yumruğun yıldızıyla buluşması.
Yeter ki tanımı doğru yapılmış bir aşkla yapılabilsin, yaşamsal sorulara cevap arayışı…
Aşkın özgürlüğü, söylem değil yapma özgürlüğüdür; enerjisini dilden değil, eylemden ve yürekten alır. Tekrara düşmek ve üretimsizlik, aşkın doğasına aykırıdır; gençleştireceğine, yaşlandırır. Halbuki gerçek aşkta yürekler, mevsimsiz filiz verir.
Aşk yeşilin yama gibi durmadığı, içselleştiği bir doğa; mavisi kendinde, tuzu her yerinde bir derya gibidir. Dönemsel veya geçici değil, her anın niteliğidir. Sevgili, uyku halindeyken bile hissedilen ve önemsenendir. Bazen birey, bazen toplumdur; ama her zaman, “değerler bütünü” ile ifade edilendir. Harekettir, yapıdır, geleceğin komünal düşünün an’a izdüşürülmesidir.
Bunlar ajitasyon değildir. Bugün sola, sosyalizme ve devrime olan inancın zayıf düştüğü hemen her alanda; kişide, birimde veya zeminde; dikişin tutmamasının, değerlerde erezyonun, sulanma ve dağılmanın antitezi; bireyciliğe ve giderek alan büyüten “ben” cinnetine karşı toplumsal değerleri gönüllerde ve yaşamın bizzat içinde büyütebilmenin şifrelerinde gizlidir. Bu şifreler, bizleri insanın toplumsal değerlerle tanışmasının ilk evrelerine de, İştar’a, Musa’ya ve Hypatia’ya da; ama en çok asıl olarak Marks’a götürür; insanlığın fikri birikiminin devrimine; bilimsel buluş ve gelişmelerin, bütünlüklü bir felsefe ile taçlandırmasına götürür.
PUSULAMIZ BUGÜN YİNE MARKSİZM OLMALIDIR
Eğer kapitalizmi doğru çözümleyeceksek; karşısında durmakla yetinmeyecek, alternatif üreteceksek; altenatif üretmekle kalmayacak, bunun yaşamda karşılık bulmasını sağlayacaksak; enerjimizi yakınmaya değil, altenatif arayışlara harcayacaksak; pusulamız bugün yine marksizm olmalıdır.
Elbette her şeyi “ruhsal obezite”yle veya öznel arayış ve nedenlerle açıklayacak değiliz. Ancak, dikkatle bakıldığında, kimilerini bugün Negri gibilerinin tespitlerine önem atfeder ve Marksizm dışında çözüm arar hale getiren nedenlerin büyük oranda öznel olduğu görülecektir.
Geçmişte devrimciler/marksistler, kendinden emin, doğruluğu kanıtlanmış yöntem ve duruşlarıyla, hayatın her alanında devrimci değerlerin farkını hissettirir, yöntemin iç tutarlılığı ve avantajları ile hareket ederdi. Bırakalım, burjuva ideolojisinin türevleri arasından doğrular ve hatta çözümler damıtmayı, aradaki farkı (kaba değil) anlaşılır bir kalınlıkla çizerdi. “Haklı savaş”tan adalete, barıştan ilericiliğe hemen her konuda burjuva ideologlarının etki alanında yapılmış üretimlere ihtiyaç duymadan kendi fikri üretimini yapar, savunur ve uygulardı.
Bugün gelinen aşamada, gerek ’89 sonrasının devam eden iklimi sebebiyle, gerekse öznel pek çok nedenle marksizm dışı arayışlar yaygınlaşmış, deyim yerindeyse bireysel doyum ve öznel ihtiyaçlarda bile istismar konularından biri haline gelmiştir. Gerçekte ise, marksizmi hak ettiği ciddiyette ele alan herkesin bildiği gibi, marksistlerin toplam birikimi, ne tek tek konularda ne de bütünlüklü perspektifte, Negri gibilerine ihtiyaç bırakamayacak denli derinlikli ve kapsamlıdır.
“Marks’tan insan toplumlarının ne olduğunu öğrendik. Bunu okumamış ya da kendisine bunlar anlatılmamış bir insan, gece vakti ormanın ortasına bırakılmış gibidir. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı bilmez. Marks bize toplumun ne olduğunu ve insan toplumunun gelişim tarihinin fikirlerini öğretti. Marks olmadan tarihi olayları, eğilimleri ve gelişmesini tamamlamamış bir insanlığın konumunu tam olarak yorumlamasını sağlayacak bir formül oturtamazsınız.” (Fidel Castro)
POSTMARKSİST PARADİGMA
Biz bugün, neden-sonuç diyalektiğini yaşamın her alanına taşıyıp,
Truva Savaş’ında bile “Ticaret yollarında hakimiyet ve hegemonya kurma” gibi nedenler ararken, Hardt ve Negri gibileri, “imparatorluğun yayılması, çözmeyi amaçladığı çatışmaların iç seyrine bağlıdır.” diyecek denli, ifrata vardırmış durumda, emperyalist hegemonyaya meşruiyet oluşturma arayışını.
Onlara kalsa, Roma İmparatorlugu bir modeldir, hakka ve barışa.
Ondan “ricacı” olunduğu için koşturmuş silahlı atlılarını coğrafyadan coğrafyaya…
Gıdasını işte bu tür kaynaklardan alıyor, postmarksist paradigma.
Vaktinde hiç kimse cüret edememişti bu kadarına.
Muarızları bile basitleştirerek değil,
hakkını vererek yaklaşırdı Marks’a.
Bugün ise marksizmin derinliğine araştırılması yerine,
anlaşılmadan basitleştirilerek aşılması yolu,
yaygın biçimde tercih ediliyor.
Öyle ki, insanın fikri gelişiminin finali niteliğindeki
bu kapsamlı teori okunmadan veya muarızlarından aktarılan
öznel gözlem ve yorumlarla ele alınıyor.
Ne olduğu öğrenilmeden, ne olmadığı öğreniliyor.
Ve öznelleştikçe bu duruştan beklentileri,
sanki heyecan veriyor, marksizmin doğrulamadığı
ikilem ve tezlere değdiğinde hipotezleri.
Ve sanki, devrimden veya özgürleşme perspektifinden öte,
daha öznel nedenlere dayanıyor üretimleri…
İnsan bazen inceleme nesnesinin esiri olur ve gard almaya çalıştığı olgunun kendisinde boğulur. İşte kapitalizm, ontolojik karakteri gereği bu türden bir olgudur. Gündelik yaşamın her anına sinen varlığı, çok yönlülüğü çözülmediği ve altenatif üretirken sınırlarının dışına çıkılmadığı oranda, insanı içine çeken bir bataklığa dönüşür.
Diyalektiğin konusunun “değişim” olduğu, içine solda durmayanları da alan, genel bir kabüldür. Ne var ki, olguları değerlendirirken iç bağlamı koparmadan hüküm geliştirmek, sanıldığı denli yaygın değildir.
Bertell Ollman, Marks’ın Alman ideolojisi’nden hareketle değişimi “şeylerin nasıl cereyan ettiklerini onların ne olduğunun parçası olarak almak suretiyle onları ‘gerçekten oldukları gibi ve gerçekten cereyan ettiği gibi'” kavradığını vurgular. Kısacası söylemek gerekirse, şeylerin nasıl cereyan ettiği, onun ne olduğunun bir parçasıdır. Ve yine Ollman’a göre Marks böylelikle “her türlü tarihsel ve toplumsal formu akış içerisindeki halleriye inceleme imkanı bulur.”
Bu neden-sonuç diyalektiği içerisinde olgulara bakıldığında kurulan içsel ilişki kadar yapılan soyutlamanın, bütünün her organına (köşesine) uzanabilmesi önemlidir. Çünkü parçalar, bütünle olduğu kadar, birbiri ile de ilişkilidir. Aynı zamanda, her bir “şey”, bütünlük içerisinde olduğu ilişkilerin toplamıdır.
Tam da bu nedenle Marks’ın da belirttiği gibi bütünü oluşturan öğeler arasındaki bağ dışsal, olumsal ve tesadüfi değildir. Marks, burjuva toplumunu sermaye, rant, meta, para, değer, kar, vb. parçalara ayırarak incelerken aynı zamanda, bütünlüğün her bir parçasını diğer parçalarla zorunlu ve özsel olarak bağlantılı görür.
Felsefenin Sefaleti’nde, “para”ya dair yaptığı değerlendirme bu bağlamda önemlidir.
“… Para, birşey değildir; toplumsal bir ilişkidir. Para ilişkisi neden işbölümü vb. türünden herhangi bir başka ekonomik ilişki gibi bir üretim ilişkisidir? Eğer M. Proudhon bu ilişkiyi doğru-dürüst hesaba katmış olsaydı, parayı bir istisna, bilinmeyen ya da yeniden kurulmayı gerektiren bir diziden kopmuş bir öğe olarak görmeyecekti. Tersine bu ilişkinin bir halka olduğunu ve bu biçimiyle tüm bir başka ekonomik ilişkiler zincirine yakından bağlı olduğunu; (…) belirli bir üretim biçimine tekabül ettiğini fark edecekti.”
Yani para, onu vareden ilişkiler toplamıdır ve ne olduğu sorusunun cevabı, aynı bütündeki diğer parçaların ne olduğu sorusunun da cevabıdır. Bu bağlamda, soyutlama yapılırken, yani parça bir bütünden çekilip alınırken, bağırında söz konusu özgünlüğü taşır.
Marks, meta fetişizmini, görünüm ile özün birbirine karışması olarak tespit eder ve “şayet şeylerin görüntüsü ile özü çakışsaydı, bilime gerek kalmazdı” der. Bugün de, doğru/tutarlı bir arayış (ve dolayısıyla doyum) için, neden-sonuç ilişkisi doğru kurulmalı ve hiçbir şeyin göründüğü (veya sanıldığı) kadar basit olmadığı ön kabülü ile hareket edilmelidir.