Yöntemsel sorun
S-400’ler, teslim edilene dek, satın alınıp alınmayacağından teknik ve politik işlevine kadar çeşitli biçimlerde gündem konusu oldu. Teslim edildikten sonra ise teslim tarihinden (12 Temmuz) nerede konuşlandırılacağına, aktif mi pasif mi kullanılacağına, ABD ile ilişkilerin alacağı boyuta kadar çeşitli açılardan ağırlıklı gündem haline geldi. Öyle ki başkanlık ve parlamenter sistem dahil rejim tartışmalarından tüm zamanların rekorunu kıran son bir ayın işsizliğine, iş cinayetlerinden kadın cinayetlerine ve torba yasaya kadar hemen her şey bir anda Erdoğan’ın “tarihimizin en önemli anlaşması” olarak nitelediği S-400’ün gölgesinde kaldı.
İnternetten S-400’e dair edinilen bilgilerden basına düşen haberlere ve konunun çeşitli zeminlerde tartışılma biçimine kadar ortaya çıkan tablo, bizi bir kez daha kimi konuların günlük akılla veya gelişigüzel edinilmiş bilgilerle tartışılmasının sakıncalarıyla yüzleştirdi.
Ortaya saçılan gerek teknik gerekse politik yanılgılar, tekniğin de politik meselelerin de benzer yanını anımsattı; parça ve bütün, zaman ve mekan ilişkisi atlanarak kağıt üstündeki varsayımlarla veya günlük akılla değerlendirme yapmak gerçeklikle ilintisi olmayan sonuçlara vardırabiliyor. Sonuçta bugüne dek S-400’e dair çok şey söylendi, şimdi sadeleştirme ve parçanın bütünü baskılamayacağı türden gündemi okuma zamanı.
İddialar, senaryolar ve gerçekler
Çeşitli parametrelerin/olguların bir arada değerlendirilmesini gerektiren bir süreçten geçiyoruz. Olgunun hem teknik hem de politik boyutları var. Öncelikle bilinmesi, dikkate alınması gereken şeylerin başında söz konusu sisteme ait teknik bilgilerin ve işlevlerin göreli olduğu, politik boyutunun ise bir yığın abartı ve yönlendirme eşliğinde sunulduğudur.
S-400, evet bir füze savunma sistemidir. Türkiye’nin de mevcut askeri envanteri içerisinde tamamen teknik gözle bakıldığında böyle bir savunma silahına ihtiyacı vardır. Ancak biz teknik değil sınıfsal baktığımızda kime karşı, ne için, kimlerin ihtiyacı gibi sorular sorarız. Ve söz konusu ihtiyaç sorgulanır hale gelir. İkincisi, bir an için bu sınıfsallığı atlasak dahi yansıtılan teknik verilerin çokça tartışmalı olduğunu, politik nedenleri de eklediğimizde S-400’lerin aktif olarak kullanılabilirliğinin yüksek olasılık olmadığını söyleyebiliriz.
Önceki gün Anadolu Ajansı, ABD Hava Kuvvetleri envanterini yayınlayıp S-400’ün bunları saf dışı bırakabileceğini yazdı; bu, ciddiye bile alınmayacak kadar cahilce bir haberdir. “Bilgi” demiyoruz çünkü bilgi içeren bir yanı yok. İki türlü anlamsız, boş bir haber; birincisi bu türden silahlar böyle soyut ortamlarda kağıt üzerinde karşı karşıya getirilemeyecek kadar çok veriyi/olasılığı aynı anda hesaba katmayı gerektiriyor. Örneğin S-400 tek başına kullanılmaz. Türkiye’yse söz konusu olan; ya varolan NATO ağına entegre etmek gerekecek ya da bu sistem için bir ağ geliştirilecek. NATO ağı zaten olmaz. Yeni bir ağa gelince de en azından “ha” deyince bu işlerin olmadığını, kağıt üstünde her şeyi mümkün kılmaya benzemediğini gösteriyor. İkincisi bunca anlaşma, işbirliği, taşeronluk vb.ni yok sayarak TSK ile ABD Hava Kuvvetleri’ni birbirini yok edecek karşıt güçler olarak göstermek de olsa olsa AA’ya yakışır.
İddia ve senaryolardan devam edersek; “S-400’ler 400 KM menzillidir, alınan sistem Türkiye’yi bir uçtan bir uca kadar savunabilir…” Bu da doğru değil. Bu rakamlar kağıt üzerinde geçerlidir. Radarlar 600 KM uzaklıktan tespit, 400 KM uzaklıktan ise teşhis yapabiliyor. Sahip olduğu füzeler ise 250 KM menzilli. Ancak coğrafi koşullarda veya karşı gücün izleyeceği güzergahla bu rakamlar çok daha sınırlı boyutlara kadar düşüyor. Örneğin Yunanistan’ın Girit adasına konuşlandırdığı S-300’ün kapsama alanında teorik olarak Türkiye’nin Ege bölgesi ve Akdeniz’in önemli bir kısmı var. Ancak bu alanda hemen hiçbir etkinliğe sahip değil. Bu bağlamda daha nereye ve nasıl konuşlandırılacağı, aktif olup olmayacağı belirsiz olan S-400’lerin kapsama alanı için yapılan “Bütün Akdeniz ve Kıbrıs, Irak, İran” gibi tanımlamalar veya S-400’lerle Suriye’nin kuzeyinde “uçuşa yasak bölge” oluşturulabileceği değerlendirmesi, politik amaçlı bir abartıdan veya cehaletten ibarettir.
Politik olana gelince, öncelikle Türkiye’nin kimlerin etki alanında kimlere karşı hangi politikalar dahilinde hareket ettiğine bakmak gerekiyor. Türkiye bugün elindeki silah ve imkanları ABD’ye karşı mı kullanıyor, yoksa İdlib’de olduğu gibi son tahlilde ABD’yle çıkarlarının örtüştüğü bir konumda mı yer alıyor? Pek çok verinin ortaya koyduğu gibi taşlar belirli oranda oynamış olsa da Türkiye hala NATO/ABD saflarındadır; Suriye’nin batısında alan tutması da ABD’nin lehinedir. Dolayısıyla bugün Kilis vb. noktalarda yığınak yapmasını, “ABD’nin S-400’lerin gelişine vereceği yanıta karşı iktidarın hazırlığı olarak görmek” (Fatih Yaşlı-Birgün) bir cümleye aynı anda bir yığın yanılgıyı sığdırmaktır. Çünkü bu bölgede (sınırın ötesinde) Türkiye’nin zaten varlık gösterdiği, valilik oluşturduğu hatta sığınmacılar için yerleşim alanı oluşturma hesapları içinde olduğu biliniyor. Yani akla gelebilecek son olasılık, burada ABD ile (hesap ve çıkarlar açısından da olsa) karşı karşıya gelinebileceğidir.
G-20’deki yumuşama ve S-400’lerin akıbeti
Her ne kadar solda stratejik eksen değişikliğinden söz eden veya her adımı Erdoğan’ın kişisel bekası, ruh hali, sıkışmışlığı vb. üzerinden açıklayan kesimler olsa da bugün parçayı bütünün önüne koymayan, sistem yani sınıf ilişki ve çelişmeleri üzerinden yapılmış değerlendirmelere ihtiyaç vardır.
Daha önce de çeşitli biçimlerde değindiğimiz gibi 2. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında ABD tarafından belirlenen dünya düzeninin sonuna gelindi. Taşların yerinden oynadığı ve yeni bir dizilim ihtiyacının gündeme geldiği bu süreç elbette uzun ve hala çeşitli belirsizlikler içeriyor. Ancak taşlar yerinden oynamış olsa da hala eski sistemin işleyişi büyük oranda devam ediyor. Örneğin tüm arayışlara, taşeronluk sınırlarını zorlayan atraksiyonlara rağmen Türkiye’yi NATO üyesi ve ABD işbirlikçisi saymak yanlış olmaz. Bu ilişki, yeni düzen biçimlenene dek çeşitli biçimlerde devam edecektir. Bir örnek olarak, Akdeniz’de Total’den BP’ye, Shell’den ExxonMobil’e kadar pek çok şirket ve ülke paylaşım hesabıyla konum almış durumda. Türkiye bu süreçte gerilim, çıkar ilişkileri, coğrafi konum vb. üzerinden pazarlık çıtasını zorluyor olsa da bu zeminde işi sıcak çatışmaya neden vardıramayacağını bilmek için mevcut tablodaki ilişki ve dengelere asgari boyutta da olsa vâkıf olmak yeterlidir. Benzer bir değerlendirmeyi, S-400’ün Türkiye’nin elinde NATO ülkelerine karşı bir avantaj oluşturacağı biçimindeki senaryolar için de yapabiliriz.
Bugüne dek yansıtılan gerilimlerin hiçbirinde, bilinen bağımlılık ilişkisinin niteliğini bozacak sonuçların ortaya çıkmamış olması başlı başına bir veri ise de dikkatle izlendiğinde G-20 dahil bugünkü temasların da ilişkide bir devamlılığa işaret ettiği görülür. Süreç içinde daha net biçimde ortaya çıkacaktır ama biz G-20’deki yumuşamanın muhtemel bir anlaşmaya dayandığını ve S-400’lerin aktifleştirilmeme (pasif kullanım) ihtimalinin zayıf olmadığını düşünüyoruz.
Türkiye’nin ağır bir borç yükü altında olduğu kriz koşullarında dünya ödemeler sistemini elinde tutan ABD ile (S-400’leri fiilen sorun olmaktan çıkaran) bir anlaşma yapmış olması neden zayıf bir olasılık olsun? Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de TSK’nın varlığına pek çok açıdan ihtiyaç duyan ABD, kimi gerilmelere/pürüzlere rağmen aktif rol alma kabiliyetine sahip böyle bir taşerondan neden vazgeçsin?
Bir an için Akdeniz’i ve Suriye’yi görecek şekilde veya 15 Temmuz tipi bir gelişme varsayılarak Ankara eksenli olarak bir konuşlandırma olduğunu varsayalım, bu durumda da söz konusu bölgelerde “kuş uçurtulmayacağı” iddiası gibi tayin edici bir aktör olunacağı beklentisi (veya değerlendirmesi) de bir yanılsamadan ibarettir.
Neyin üstü örtülüyor?
Gerek dünya ölçeğinde gerekse ülkede hem kriz koşulları yaşanıyor hem de sistem tartışmaları yapılıyor. Dünden bugüne uzanan ilişkiler çözülmüş olmasa da sorgulanır vaziyettedir. Türkiye oligarşisi, sınırlarını aşan hesaplar yapsa da bunu abartılı değerlendirmelerle farklı noktalara taşımak yerine potansiyelinin sınırları içinde görmek/okumak gerekiyor.
Sıcak çatışmalardan çok vekâlet savaşlarının, dengelerin, ticaret savaşlarının vb. yöntemlerin öne çıktığı bu koşullarda S-400, tüm belirsizliklerine rağmen belki ülkenin silah-savunma envanterine katılmış olması bağlamında kimi güçlere karşı caydırıcılık rolü oynayacaktır. Ancak ne yönetemez durumdaki egemen sınıfların ne de bu şekilde yönetilmek istemeyen halkların durumunda bir değişime sebep olmayacak, estirilen üstünlük/başarı havası hızla dağılacak, giderek ağırlaşan acil/yaşamsal sorunların üzeri 15 Temmuz’la da örtülemeyecek ve yönetenler de yönetilenler de derinleşen çelişmeler eşliğinde gerçeklikle yüzleşecektir.
İşte bu koşullarda S-400, Akdeniz’deki sondaj, İdlib sorunu, Libya’daki gerilim veya bir başka mesele kriz koşullarında paylaşım savaşını içeren sürecin niteliklerinden bağımsız (parça bütünden koparılarak) değerlendirilemez.
Günümüzün, devrimcilerin önüne koyduğu görevlerden biri de emperyalizme ve bölgedeki işbirlikçilerine karşı durmak, bunu anti-emperyalist bilinç eşliğinde tepeden tırnağa bir demokratikleşme amacıyla bütünleştirmektir. Böyle bir duruş, hem AKP/Saray politikalarını hem de bu işbirlikçi politikalara antiemperyalizm yakıştırması yapanları teşhir ederken aynı zamanda gerçek/sınıfsal bir ayrışma için uygun bir zemin oluşturacak ve emekçiler dahil muhalif kesimleri gerçek gündemiyle buluşturacaktır. Unutmamak gerekir ki sorunun müsebbipleri çözümün öznesi olamazlar. Tartışmalar da çözüm arayışları da bu gerçeklik dikkate alınarak sınıfsal ölçülerle yapılmalıdır.