MİLLİYETÇİ REFLEKSLERDE GÖZLENEN GELİŞME DE SERMAYENİN TERCİH VE SALDIRILARIYLA İLİŞKİLİDİR
Son yıllarda Avrupa dahil çeşitli coğrafyalarda milliyetçi eğilimlerin güçlenmesi, çeşitli yorum ve tartışmalara sebep oldu. Bu gelişmenin ülkelere göre farklı nedenleri bulunsa da, genel boyutuyla, sermayenin küresel hamlelerinden zarar gören kesimlerin bu tavır alışta ağırlıklı rol aldığı söylenebilir.
Adına globalleşme denen, gerçekte ise, Sovyetler’in dağılmasından sonra emperyalizmin daha önce cüret edemediği tarzda, sınır tanımayan bir saldırganlığı ve ölçüsüz bir sömürüyü öne çıkarması anlamına gelen gelişmeler, sürecin başlangıcını oluşturuyor. Bu çerçevede, doğu pazarının acımasızca sömürüsüne dayalı bir globalleşme yaşanacak; sömürü, en katı biçimde ve zoru içerecek şekilde geliştirilecek ve dünya, tek pazara dönüştürülecekti. Böyle bir saldırının tetikleyeceği gelişmelere daha önce de çeşitli biçimlerde değinmiştik.
Dünya tek bir pazar olarak düşünüldüğünde, işgücü fazlasının olduğu koşullarda, bütün dünya genelinde bu politikanın doğrudan sonucu, işçi ücretlerinin düşmesidir ; metropol ülkeler dahil olmak üzere, bütün dünyada işçi ücretleri karşılıklı etkileşim içinde düşer ve yaşam koşullarında çarpıcı bir gerileme gözlenir. Bu durum, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde pazar daralmasını ve dolayısıyla ekonomik krizi beraberinde getirir.
21. yüzyılın başlangıcında artık emperyalist-kapitalist sisteme katılmamış hemen hiçbir coğrafyanın kalmaması ve egemenlerin, yeni sömürge oligarşileri dahil emperyalizmle bütünleşmesi; hiçbir burjuvaziye sistem dışı yaşam şansı bırakmamakta; büyükler küçükleri yutarken, aynı durum, pay kapma yarışı nedeniyle de rekabeti büyütmektedir. Sürecin bir özelliği de artık az sayıda tekelin, dünya ölçeğinde pazarı, perakende satış dahil, bütünüyle ele geçirme gayreti sebebiyle ciddi bir çatışma ve rekabeti öne çıkarmasıdır. Bu durum, dünya ölçeğinde oligarşinin kapsamını daraltırken , burjuva katmanların önemli bir kesiminin oligarşi dışında kalmasına sebep olmakta ve gerilmeyi; çatışma ve rekabeti arttırmaktadır. Bunun sonucunda, dünya ölçeğinde egemenlik kuran sınırlı sayıdaki tekelin dışında kalan burjuva katmanlar , global tarzda süren söz konusu saldırıya karşı, doğrudan kendi konumları sarsıldığı için farklı bir tavır alış içerisine girdi. İşte bu farklı tavır alış, yani burjuvazinin bazı katmanlarının, emperyalizmin global saldırısına karşı tavır alışı, milliyetçilik eğilimlerini dünya genelinde körüklemeye başladı. Yeni sömürge ülkelerde burjuvazinin yeni olması, uluslaşma sürecinin tamamlanmamış olması, vb. nedenlerle milliyetçilik bir orana kadar beklenebiliyor. Asıl şaşırtıcı olan ve dikkatleri üzerine çeken; uluslaşma sürecini 150 yıl önce yaşamış; Alman, İtalyan, İspanyol faşizmi ile milliyetçiliğin hangi sonuçlara yol açabileceğini görmüş ve 2. Dünya Savaşı’ndan geçmiş, dolayısıyla bir daha milliyetçilik tuzağına düşmeyeceği varsayılan Avrupa’da hızlı bir biçimde milliyetçiliğin güçlenmesidir. Fransa’da Le Pen’in oy oranını %21’lere taşıması, demokratik değerleriyle övünen Hollanda’da faşistlerin
%15’leri geçen oy oranına sahip olması, Almanya ve Avusturya’da milliyetçiliğin neredeyse siyasi iktidarı paylaşabilecek kadar güçlü siyasal yapılar şeklinde ortaya çıkması, Avrupa düzleminde milliyetçiliğin çapının giderek büyüdüğünün ifadesidir.
AB KARŞISINDA EMEKÇİLERLE MİLLİYETÇİLERİN KONUMU BİR DEĞİLDİR; TÜM DİRENÇLER AYNI POTADA DEĞERLENDİRİLMEMELİDİR
AB tartışmalarında sıkça rastladığımız yanılgılardan biri de itirazların “eski sistemden yana olmak “la veya milliyetçilikle örtüştürülmesidir. Burada öylesine toptancı yaklaşılıyor ki devrimcilerin alternatif içeren duruşu ya yok sayılıyor ya da “ulusalcı sol” gibi şaibeli yakıştırmalar yapılarak itirazın İP gibi yapılarla sınırlı olduğu imajı verilmek isteniyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz, AB tartışmaları yoğunlaştıkça ve AB’nin ne olduğu anlaşıldıkça itiraz eden kesimlerin toplumun büyük bir kısmını kapsayacağını düşünüyoruz. Bu bağlamda AB’ye yönelik itirazların milliyetçi duruşla örtüştürülmesi , doğru olmadığı gibi geleceği görme konusunda da bir basiretsizlik hali içermektedir.
Avrupa’da AB Anayasası’na hayır diyen kesimlerin içerisinde milliyetçilerin de olduğu doğrudur. Süreç, en güçlü tekellerin talepleri doğrultusunda biçimlenmekte, bunun dışındaki burjuva katmanlar, hatta kimi tekeller bile (dünya ölçeğinde pazara sahip olmayan tekeller) saf dışı bırakılmaktadır. Böyle bir modelin milliyetçilik duygularını körüklememesi düşünülemez.
Bu, sürecin bir yanıdır. Diğer ve asıl önemli olan yanı, söz konusu modelin özellikle emekçileri yoksullaştırmakta olduğudur. Nitekim Fransa ve Hollanda’da hayır oylarının yoksul kesimlerin yaşadığı yerlerde %65-70’lere kadar çıktığı görüldü. Bu, aynı zamanda AB’ye karşı direnci ısrarla küçümseyen ve bir türlü emekçilerle ilişkilendirmeyen kesimlere bir çeşit yanıt oldu. Kimileri gerçekleri bir köşe yazısının darlaştırılmış ufkundan ibaret görebilir. Ama bu, gerçekleri değiştirmiyor. Ve özellikle, süreçle dolaysız biçimde muhatap edilen emekçi kesimler, duruşlarının milliyetçilikle ve “demokratikleşmeye karşı olmak”la tanımlanamayacağını gösteriyor.
Gerçi milliyetçiliğin dışavuran her biçimi faşizm değildir . Bir milliyetçi eğilim doğrudan emperyalist tekellerle bütünleşmiş, onların çıkarlarıyla özdeşleşmiş bir politik çizgi içerisinde bulunuyorsa, faşist olarak değerlendirilebilir. Fakat bunun dışında tekel dışı burjuva katmanların yönlendiriciliğinde gelişen milliyetçi eğilimleri faşizm olarak tanımlamak doru değildir. Buna rağmen milliyetçiliğin mücadeleyi engelleyici, ortak mücadeleyi bozucu ve sınıfsal özden kaydırıcı etkisi olacağı özellikle bilinmelidir. Bu bağlamda milliyetçiliğin halkların önünde doğru bir seçenek olarak görülmesi nasıl yanlışsa; AB karşıtlığının milliyetçilikle örtüştürülmesi de yanlıştır.
TÜRKİYE KENDİNE ÖZGÜ FARKLILIKLAR SEBEBİYLE SÜRECİ DAHA ZORLU VE KARMAŞIK BİÇİMDE YAŞIYOR
Türkiye’nin ABD ile NATO eksenli ve ağırlıkla askeri işbirliği temelinde süren ilişkisinin yanında, AB ile büyük oranda iktisadi temeldeki ilişkisi son yıllarda, daha önce görülmemiş boyutlarda bir değişimi (ihtiyaca göre biçimlenme) zorluyor. Türkiye, yeni sömürgecilik çerçevesinde emperyalist ihtiyaçlar temelinde yukarıdan aşağıya biçimlendirilmiş olsa da, sahip olduğu ürün çeşitliliği ve orta sınıfların, benzer ülkelerle kıyaslanmayacak kapsayıcılıkta olması; ona, özgün bir nitelik kazandırıyor. Emperyalizmin müdahalesini, bu özgünlüğün yok edilmesi olarak da değerlendirebiliriz. Emperyalist tekeller toplumu yukarıdan aşağıya kendi talepleri doğrultusunda biçimlendirirken; önlerindeki tüm engelleri temizlemeyi, dolayısıyla da küçük ve orta üretim dahil, emperyalist pazarın dışında kalmış tüm üretim ve pazar faaliyetlerini tasfiyeyi amaçlamaktadır.
Süreç, perakende satış dahil her alanda emperyalist tekellerin doğrudan varlığını öngörüyor.
Global düzeyde girdiği bunalımdan çıkmak ve ekonominin bütününde tam denetimi sağlamak amacıyla perakende ticaret alanındaki kâra da göz diken emperyalist tekeller, tarım kesimindekini dahi aşacak boyutlarda bir tasfiye sürecini başlatmış durumdalar. Bu, küçük ve orta boy işletmelerin çokluğu sebebiyle milyonlarca insanın yaşamına müdahale anlamına gelecek; geniş çaplı bir işsizlik ve yoksullaşmayı beraberinde getirecektir. Marksizm’in de öngördüğü gibi bu gelişmeler sonucunda konumu sarsılan ve mülksüzleşen küçük burjuva kesimde hızlı bir radikalleşme beklenmelidir. Bu kesimler (işportacı, bakkal, küçük üretici, vb.) köylülükle bağını koparmış, şehre gelmiş ama işçi de olamamış, sınıf bilinci almamış kişilerden oluşmaktadır. Duruşları kaygandır. Burjuva saflarda radikal tavırlar alabileceği gibi devrimci saflarda burjuvaziye karşı tavır içerisine de girebilir. Yaşanabilecek bu hızlı radikalleşmeye, devrimciler doğru politikalarla önderlik edebilirse, çok güçlü bir potansiyelle kucaklaşmış olacaktır. Aksi takdirde aynı potansiyeli milliyetçi mecralarda akıtmak ve gerici-faşist politikalara yedeklemek isteyenler için önemli bir fırsat doğacaktır.
Türkiye’de emperyalizmin hedefine koyduğu alanlardan biri de tarımsal üretimdir. Türkiye’ de özellikle kırsal kesimde tarımsal üretimin bilinen anlamıyla gelişmiş bir kapitalist üretim biçimi haline geldiği söylenemez. Toprak mülkiyetinin parçalı olması, küçük mülkiyetin tarımda egemen olması, genellikle dağlık ve küçük parçalı üretimi zorunlu kılacak tarzdaki arazi yapısı, kapitalizmin bugün Avrupa’da ulaşmış olduğu düzeyde ileri üretim teknolojilerinin uygulanmasını engelliyor. Ayrıca, tarım kesiminde henüz güçlü bir sermaye birikiminin olmaması, yukarıdaki nedenlerle beraber, Avrupa’daki ya da gelişmiş diğer kapitalist ülkelerdeki tarımla rekabet edebilecek bir kapasitenin oluşumunu geciktirmiştir. Gerçi böyle bir gelişme sağlanabilmiş olsaydı, bu kez de ileri üretim tekniklerinin kullanılması ve üretimin kapitalist çiftlikler tarzında örgütlenmesi sebebiyle kırsal kesimde milyonlarca köylü toprağından olacak ve işsiz kalacaktı. Nitekim, süreç bugün bu yönde gelişiyor. İşsiz kalacak kesimin, bugün var olan ve 10 milyonu aştığı bilinen işsiz kitlesine katılacağı düşünülürse; globalleşme adıyla yürütülen sermaye saldırısının sonuçlarını daha büyük verilerle görebilmek mümkün olacaktır. Tarımın bütünüyle emperyalist tekellerin denetimine açılması ve bu alanda emperyalist tekellere üstünlük sağlayacak yöntemlerin, araç ve teknolojilerin kullanımının dayatılması, modern bir görünüm altında da yapılabiliyor. Örneğin doğal üretim adı altında ve ileri tarım teknikleri kullanma (tohum, gübre, vb.) gerekçesiyle, sadece az sayıda tekelin sahip olduğu teknoloji tarıma dayatılıyor. Bu şekilde bilim, tekelleşmenin bir aracı haline getiriliyor.
Gerçekte ise kullanılan bu tekniklerin insan sağlığına yararı, tartışma götürür bir iddiadır. Hatta, iddianın bizzat kendisi de tekelleşmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Örneğin CE, ISO
9001-9002 kalite belgeleri de aynı amaca hizmet ediyor. Bunlar, kalitenin göstergesi olmaktan öte, tekelleşmeye hizmet eden bir dayatma olarak işlev görüyor.
1 Haziran’da yürürlüğe giren ve kimilerinin “demokratik devrim” olarak nitelediği yasalar, tekellerin dayattığı niteliklere sahip olmayan işletmelerin ticari yaşama girmesini bütünüyle engelliyor. Söz konusu kalite belgeleri ise büyük bedeller karşılığında alınabiliyor. Örneğin CE, elektronik ürünlerde kullanılan bir standarttır. Bunu alabilmek için en az 100 bin dolar ödenmesi gerekiyor. Üstelik bu, üretimin kalitesini gözeterek verilen bir standart da değildir. Sadece tekelleşmeye, ayıklanmaya hizmet ediyor. Bu da AB sürecinin niteliklerinden biridir. Bilimsel gibi görünen bir araç/ölçü parayla satın alınmakta ve alamayanların tasfiyesini sağlamaktadır. Sonuçta AB süreci, Türkiye açısından tekelleşmenin alabildiğine arttığı/hızlandığı, tekel dışı burjuva katmanların hızla yok olduğu bir süreç haline gelecek; Türkiye ekonomisinin çok önemli bir ayrıcalığı olan ürün çeşitliliğini ortadan kaldıracak; tarım, ticaret ve üretim dahil ekonomi her alanda tam anlamıyla emperyalist tekellerin denetimine girecektir.
Türkiye’yi özgün, süreci ise zorlu kılan etmenlerden biri de Kürt sorunudur . Kürtlük olgusu karşında Türkiye’de egemenlerin gelenekselleşmiş/kökleşmiş tutumu, bu konuda atılacak hemen her adımın negatif reflekslerle karşılanmasını beraberinde getirmekte, şovenizm ve saldırganlık, otomatiğe bağlanmış gibi kolaylıkla harekete geçirilebilmektedir. Bu, Kürt olgusuna yönelik, sistem kaynaklı bir sorundur.
Kürt önderliklerine gelince, bugüne dek sorunu doğru bir program eşliğinde, birleşik mücadele temelinde özgürlük kulvarına taşıyamamış, feodalizmle de sistemle de bağlarını koparamamış ve özellikle son yıllarda, devrimci yapılarla arasındaki mesafeyi büyüterek var olmaya çalışmıştır.
Bugün gelinen aşama, ideolojik tutarlılık ve siyasal isabet açısından belki de en zorlu, en hassas aşamadır. Bu süreçte artık, yolunu şaşırmadan yürümek daha da zorlaşmıştır.
Milliyetçi kalkışmalar, farklı nedenlerden kaynaklansa dahi sonuçta bundan en büyük zararı Kürt halkı görecek, mızrağın ucu onlara yönelecektir. Bu süreci, mevcut konjonktürde en çok etkileyecek/kamçılayacak olgulardan biri de Kürt milliyetçiliğidir . Dünden bugüne uzanan süreçte, konjonktüre göre azalıp çoğalan bir Kürt milliyetçiliğinden söz edilebilir. Ancak bugün Kürtleri milliyetçilik temelinde tavır alışlara yöneltebilecek nedenler, Türkiye’nin bütünü için
geçerli olan nedenlerdir. Emperyalist sömürü, önümüzdeki süreçte, Kürt coğrafyasında da yaşanacak, özellikle tarım kesiminde geniş çaplı bir mülksüzleşme/yoksullaşma gözlenecektir . Bugüne dek çok geniş araziler üzerinde yaşamını sürdüren insanlar, bu alanların sulanabilir/verimli hale gelmesiyle birlikte topraklarından ilk kovulan kesimler olacaktır. Çünkü o alanlar tekellere açılıyor. Mesela Harran Ovası , bütünü ile tekellerin denetimine girmiş durumda. Aynı şekilde, Suriye sınırında, Çukurova büyüklüğünde bir alan, ileri tarım teknolojileri kullanacak olan tarım tekellerine, sorgusuz sualsiz veriliyor. İşte bu süreçten zarar gören, yoksullaşan bölge halkının tepkisi sınıfsal temele çekilemezse ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ekseninde bir demokratikleşme talebine kanalize edilemezse; gelişmeler Kürt milliyetçiliğini büyütme yönünde yaşanabilecek ve sürecin gerici bir iç savaşa doğru evrilmesi önlenemeyecektir.
AB KRİTERLERİ GERÇEKTE TEKELLEŞMEYE HİZMET EDEN DÜZENLEMELERDİR
Kopenhag Kriterleri dahil AB bağlamlı hiçbir düzenlemenin halk kesimlerine hizmet eden, iddia edildiği gibi demokratikleşme/özgürlük getiren veya yaşamın şu veya bu kesitinde kaliteyi arttıran nitelikte olmadığını bugüne dek çeşitli vesilelerle tekrar ettik. Bu yazımızda, konu bağlamında, söz konusu düzenlemelerin arka planına ve emperyalistlerin hangi hesaplar çerçevesinde buna ihtiyaç duyduğuna değinmeye çalışacağız.
Gerçekte tekelci sermayenin bugün için özgürlükten anladığı, en uygun koşullarda üretme ve en kârlı koşullarda pazarlama özgürlüğüdür. Eğitim sistemi, hukuk sistemi, ticari kurallar, toprak mülkiyeti, vb. de bu amaca hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmektedir. TCK’da yapılan ve 1 Haziran’da yürürlüğe giren değişiklikler de toplam olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir. Örneğin; yabancıların mülk edinmesini serbest bırakan yasa, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından iptal edildiğinde, AKP alelacele o yasayı yeniden gündeme sokmuştur. Çünkü tekellerin bu yönde beklentisi/baskısı vardı. Benzer şekilde, perakende ticaretin tekelleşmesinin önündeki tüm engeller kaldırılıyor. Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki sahte veya sağlığa zararlı gıdaların üretildiği yönünde yapılan yayınlar, büyük oranda, sokakta satışı yok etmeyi amaçlıyordu. Bu alanda diğer uygulamalar, zabıta gücüyle işportayı kaldırmak veya dayatılan standartlarla fiilen önünü kesmek biçiminde oluyor. Örneğin; balıkçılara bile kapalı ortam, belirli bir depolama kapasitesi deep freez, vb. standartlar dayatılmakta ve sonuçta standart, bir eleme aracı haline getirilmektedir. Aynı şekilde, 1 Haziran’da yürürlüğe giren yasa örneğin taşımacılık/ulaştırma alanında bir tekelleşmeyi dayatıyor. Buna göre, belirli sayıda kamyon, belirli hacimde kapalı garaj, yardımcı ekipman, araç bakım istasyonu, vb. koşullar, taşımacılık için ön şart olarak dayatılıyor. Türkiye’de yaklaşık 400 bin kamyonun olduğu ve bunların büyük çoğunluğunun tek kamyona sahip kişilere ait olduğu düşünülürse; düzenlemenin bir anlamda kamyonculuk sektörünü öldürmek anlamına geldiği kolaylıkla görülür. Bu uygulama, ticari yaşamın hemen her alanına standart adı altında dayatılmakta ve sonuçta tekellerin önü açılırken, onların karşısına çıkabilecek kesimlerin direnci kırılmaktadır. İşte kimilerinin, “ demokratik devrimin tamamlanması ” olarak müjdelediği AB demokrasisi budur. Gerçekte AB’yle uyum çerçevesinde düzenlenen TCK da ciddi boyutlarda incelenmeden, tartışılmadan biçimsel kimi veriler veya tali konular üzerinden gündeme sokuldu. Kadının yasada kadın olarak muhatap alınması, zina meselesi, vb. konular basın aracılığı ile öne çıkarılırken konunun özü hiç tartışılmadı. Örneğin cezaların neye göre değiştiği, bunun ekonomik boyutu, vb. üzerinde durulmadı. Gerçekten çağdışı kalmış olan TCK’nın değiştirilmesi yönündeki gereklilik istismar edilirken, bu beklenti/ihtiyaç halkların değil tekellerin çıkarları paralelinde bir düzenleme ile karşılanmıştır. Cezaevi koşullarından savunma hakkına kadar hemen her konuda eskiye oranla daha da geri hükümler içeren böyle bir yasa düzenlemesini, kimi tali ve biçimsel hükümlere sığınarak ileri bir durum olarak yansıtmak/savunmak, bırakalım devrimciliği tutarlı insan kimliğiyle bile bağdaşmamaktadır. Halkı bugün yanıltan, örgütsüz bırakan, kendine güvensiz ve perspektifsiz kılan faktörlerden biri de, söz konusu yönlendirmelerin hala soldan yapılabiliyor olmasıdır.
SERMAYENİN SALDIRILARINA KARŞI ALTERNATİFSİZLİK İÇE KAPANMAYI VE KENDİNİ SINIFSAL DURUŞ DIŞI ZEMİNLERDE İFADE ETMEYİ BERABERİNDE GETİRİYOR
Yukarıda özetlediğimiz süreç, bir yanıyla giderek sistem dışına itilen burjuva kesimleri vururken, asıl olarak, sivri ucuyla emekçi kesimleri zora sokan biçimde gelişmektedir. Son olarak IMF Türkiye temsilcisinin, 250 dolarlık asgari ücreti çok bulduğuna yönelik açıklaması, yönelimin emekçi kesime neler vaadettiğinin de ifadesidir. Bu bağlamda genelde emekçilerde özelde işçi ve köylü kesiminde globalleşme adı altında IMF, AB, vb. üzerinden yapılan dayatmalara, alternatiflerin yeterince üretilememiş olması, doğru politikalar oluşturulamaması, sömürünün neden ve sonuçlarını çözümler eşliğinde anlatan bir yolgöstericilikten ve örgütlü duruştan yoksun olunması sebebiyle hızla içe kapanma ve kendini sınıfsal duruş dışı zeminlerde ifade etme (milliyetçilik vb. ) eğilimi yaygınlık kazanıyor. Bir süredir dışavuran, MHP öncülüğünde kaşınıp kamçılanan milliyetçi eğilimin arkasındaki en belirgin neden budur.
Anımsanacak olursa, daha önceleri, Türk-İslam sentezinin Türkiye’de ve Sovyetler’in güneyinde bir yeşil kuşak projesiyle birlikte önemli bir direnme noktası olarak görülmesi; ABD’nin ve tekelci burjuvazinin bu eksende politika yapma tercihi, bu çerçevede işbirliğine giden MHP’yi olduğundan daha hızlı bir şekilde kitleselleştirmiş ve toplumda önemli bir politik güç halinde ortaya çıkarmıştı. Ancak, aynı MHP, hükümet bileşeni olduğu dönemde, tabanının beklentileriyle örtüşmeyen politikalar bağlamında emperyalizmle işbirliğini sürdüren bir politik aktör olarak rol almış; emperyalizmin Türklük-milliyetçilik karşısında değişen duruşunun da bir ifadesi olan bu durum, onu zayıf düşürmüş, oy kaybettirmiştir.
“Antikomünizmin iki temel niteliği vardır; biri İslam, diğeri ise milliyetçiliktir . Bu iki öğe de bugüne dek emperyalizmle bütünleşmenin bir aracı olarak işlev görmüştür. Yani MHP, ırkçılığa varan milliyetçiliği ve emperyalizmle işbirliğini gözeten duruşu ile tarihinin hiçbir sürecinde ne antiemperyalist ne de yurtsever olmuştur. MHP’nin bugün yaşadığı zorlanma, 50 yıldır gıdalandığı ideolojik motiflerin, emperyalizmin dönemsel ihtiyaçlarını karşılayamaz olması sebebiyledir. Bayrak olayına bir can simidi gibi sarılmasının da nedeni budur. ” (D.H. sayı:17)
MHP’nin bugün emperyalizmin global saldırısı karşısında toplumun değişik kesimlerinde oluşan tepkiyi örgütleyerek/istismar ederek milliyetçilik tabanında izlediği duruş, dayandığı toplumsal katmanlar itibariyle,
12 Eylül öncesindeki duruşla örtüşmüyor. Belki bugün hala, MHP’nin 25 yıl önceki söylemiyle duvarlara “
Hedef Turan Rehber Kur’an” yazanlar oluyor. Ama MHP’nin izlediği siyasal çizgiye ve önderliğinin duruşuna, bu slogan denk düşmüyor. Tabii MHP’nin bugünkü tercihlerini dayandırdığı katmanların farklılaşmış olması, ne izlediği çizgiye ne de kamçıladığı milliyetçi eğilimlere haklılık kazandırmıyor. Aksine bu duruş, sınıfsal çelişmenin gizlenmesine ve üstünün örtülmesine ve dolayısıyla sistemin devamına hizmet ediyor. Aynı durum Kızıl Elma adıyla bir ara oluşturulan ittifak için de geçerlidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi emperyalist saldırının sonuçlarına karşı çıkmakla, doğrudan emperyalizmin kendisine, araçlarına karşı çıkmak aynı şey değildir. Bugün MHP’nin duvarlara “Kahrolsun Emperyalizm ” yazması, emperyalizme karşı olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü, kapitalizme karşı olunmadan emperyalizme karşı olmak mümkün değildir.
Ekonomik koşullarda ve halkın yaşam standartlarında gözlenen bozulmanın arkasında emperyalist saldırının olduğu; AB sürecinden IMF ve DB ile girilen ilişkilere, NATO’nun sebep olduğu askeri yükümlülüklerden yapılan bir dizi anlaşmaya kadar gelişmelerin bir bütün halinde emperyalizmle ilişkili olduğu anlatılabilmeli ve milliyetçi yönelimler dışında farklı alternatifler için çaba harcanmalı; bu çaba, somut üretim ve göstergelerle beslenmelidir
Bilinmesi ve üzerinde durulması gereken bir diğer boyut da, bizim gibi birden fazla halkın bir arada yaşadığı toplumlarda milliyetçiliğin zararlı etkilerinin daha büyük ölçülerde ortaya çıktığıdır. Böyle toplumlarda, yurtseverliğin, halkların ortak çıkarlarını savunan birlikteliklerin öne çıkarılması ve bunlar ekseninde mücadelenin gündeme getirilmesi gerekirken, milliyetçi eğilimlerin öne çıkarılması, toplumdaki farklı çelişmelerin çözülmesinde yanlış tercihleri beraberinde getirebilir ve süreç iç çatışmalar boyutuna kadar tırmanabilir. Aynı sürece hizmet etmemek ve tetikleyici karşı kutbu büyüten konuma düşmemek için Kürt sorununu gündeme getiren hareketlerin, jargondan programa ve fiili duruşa kadar özenli olması; süreci doğru kavraması ve ulusal taleplerin milliyetçiliğe yol açmayacak şekilde demokratik bir program etrafında savunulmasını sağlaması gerekiyor.
Milliyetçi eğilimlerin süreç içinde, bir iç savaş konumu dahil, alabileceği olumsuz biçimleri bugünden görüp, bu eğilimlerin güçlenmesine yol açabilecek politikaları devrimci bir tarzda çözerek, onlara alternatifler üreterek, milliyetçiliğin önünün alınması bugün için devrimci bir görev olarak düşünülmelidir. Bu, aslında demokratik devrim programı ile örtüşen bir görevdir. Bu bağlamda ezilen ulusun demokratik taleplerinin, sınırlı demokratik kazanımlarla değil, gerçek anlamda kapsamlı ve bütünlüklü bir demokratik devrim programıyla çözülebileceği anlatılmalı ve sorunlara bağlı tepkinin milliyetçi mecrada akması yerine demokratik talepler doğrultusunda bir mücadeleye dönüşmesini sağlamak için kapsamlı ve tutarlı bir demokratik devrim programı acil olarak tanımlanmalıdır. Bu ihtiyaca yanıt verebilen bir örgütlenme, toplumsal bir harekete dönüşme ve kitleleri kucaklama sürecini hızla yaşayabilir.
ENTERNASYONALİZM YERELLİĞİ REDDETMEZ
Bir süredir, özellikle de AB konulu tartışmalarda yerelliği bütünüyle reddeden tartışmalara tanık oluyoruz. Aynı kesimden “ulusal sol” yakıştırmaları gelmekte ve örneğin AB’ye karşı çıkan sol, İP’le özdeş tutulmaktadır. Bu durum, AB’yi kavrayış açısından bir cehaletin/kısırlığın ifadesi ise de aynı zamanda özensiz ve toptancı bir duruşu da yansıtıyor.
Devrimciler, tarihleri boyunca, enternasyonal duruşa yatkın olmuş, dayanışma ve kardeşliği geliştirmiş; ama bu, bir ülke sınırları içinde, toplumsal koşullar, ekonomik ve siyasal şekillenme dikkate alınarak örgütlenmeye ve mücadele yürütmeye engel olmamıştır. Aksine, enternasyonalizm doğru kavrandığında ve kapılar dayanışmaya kapatılmadığında; yerel olan geneli, genel olan da yereli besler.
Ulusal sınırlar içerisinde mücadelenin eksik kaldığı yerde “dışsal” destekler almak, yerelde verilen mücadelenin doğasını bozmaz; hatta bugün bunun araçları dünden daha fazla vardır. Önemli olan, genel ile yereli, birbirinin alternatifi değil, aynı sürecin bileşenleri olarak kavrayabilmektir. Bugün emperyalist sömürü, dünya ölçeğinde az sayıda tekel tarafından sürdürülüyor. Hatta bu tekeller, çeşitli ülke halklarının işgücünü, birbirine karşı bir kaldıraç olarak kullanmakta ve emekçileri, daha az ücretle daha zor koşullarda çalışmaya mahkum etmektedir. Procter Gamble’i ele alalım. İtalya, Belçika, Türkiye, vb. ülkelerdeki fabrikalarını, herhangi bir ülkeye yapacağı bir ihracat malı için rekabete sokmakta ve o ürünü, en ucuza üretecek fabrikaya ısmarlamaktadır. Kendi fabrikalarını adeta bağımsız bir işletme gibi görerek birbiriyle yarıştırmakta ve bunun sonuncunda örneğin Türkiye’de pazarlayacağı ürünü İtalya’da üretmeyi tercih etmektedir. Bu, emperyalist tekellerin, rekabetin kamçılayıcı gücüne ne denli ihtiyaç duyduklarının da göstergesidir. Rekabetin aynı zamanda bölücü, parçalayıcı özelliği vardır. Üretim sürecindeki bu durum, dünyada aynı işkolundaki işçilerin enternasyonal boyuttaki mücadelesinin önemini arttırıyor. Yani global düzeyde süren sömürüye karşı global düzeyde mücadelenin örgütlenmesi doğru ve gereklidir. Fakat mücadele, bununla sınırlı olamaz. Aynı zamanda her ülkenin objektif ve sübjektif koşullarına dayanan ve çalışanların işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, esnafıyla farklı düzeydeki taleplerini ifade eden bir mücadele olmak zorundadır. Bunlar, birinin diğerini yadsımadığı, bütünlüklü görevlerdir.
Biri Türkiye’de, diğeri Almanya’da aynı işkolunda çalışan iki işçinin sorunları da mücadele araçları da aynı değildir.
Türkiye’deki işçi/emekçi için temel sorun demokratik hakların, demokrasinin olmamasıdır. Hızlı bir yoksullaşmanın yaşanması, polis baskısının olması, demokratik bir yaşamın olmaması sebebiyle, mücadele bu temelde sürer. Ama, aynı iş kolunda Almanya’da çalışan bir işçinin talepleri farklıdır. Orada 150 yıllık demokrasi mücadelesi ile kazanılmış hakların korunması ön plandadır. Bu bağlamda, her ülkenin subjektif koşullarına bağlı farklılıklar, toplumun beklenti ve ihtiyaçlarından, mücadele araç ve yöntemlerine kadar pek çok noktada kendini gösterir. Bu durum enternasyonal dayanışmaya engel değildir; ancak, enternasyonal dayanışma da aynı ülke sınırları içinde farklı iş kollarındaki emekçilerin dayanışmasının yerine konulamaz.
Güncel bir örnek olarak, Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nı ele alalım. Bu tesisin özelleştirilmesinden öncelikle zarar görecek kesim, fabrika çalışanları ve bölge halkıdır. İşçiler, özelleştirmenin olması halinde fabrikanın çalıştırılmayacağını, dolayısıyla işsiz kalacaklarını biliyor. Onları öncelikle ilgilendiren budur. Birincisi, Oymapınar Barajı’ndan alınan elektriğin fabrikada kullanılması yerine TEAŞ’A satılması halinde, elde edilecek gelir, çok daha fazladır. İkincisi o bölgede bulunan ve şu an Seydişehir Alüminyum işletmesinin mülkiyetinde olan bor madenlerinin kullanım hakkı firmanın yeni sahiplerine geçecektir. Böylece, özelleştirmeyle birlikte Bor Kanunu delinmiş ve bor yataklarının yabancı bir şirketin mülkiyetine geçmesinin önü açılmış olacaktır. Bu çerçevede düşünüldüğünde, Seydişehir tesislerini alacak olan firmanın alüminyum üretmekten öte amaçları olduğu görülür. İşte bu durumu oranın işçisi biliyor. Ve direnişi asıl olarak ayakta tutan budur; özelleştirme olursa, fabrika kapanacak, tekeller kazanacak, bölge halklarına ise hiçbir yararı olmayacaktır. İşte bu nedenle, oradaki mücadele yereldir. Benzer bir durum, Erdemir için de geçerlidir. Erdemir, bir yanıyla, birilerinin dediği gibi
Türkiye ekonomisinin amiral gemisiise de, bu durum bölge halkı açısından ikincildir. Bölge halkını öncelikle ilgilendiren, Erdemir’in Türkiye ekonomisindeki yeri değil, doğrudan muhatap olacakları sonuçlardır. Özeleştirme sonrasında oradaki demir-çelik fabrikası, daha fazla kar elde edebilmek için; kirli suyunu denize akıtırsa, bacadaki arıtma sistemini yok ederse ve daha ileri teknoloji kullanarak daha az sayıda işçi çalıştırır hale gelirse; kaybedecek olan, öncelikle Ereğli halkı olacaktır. Hatta aynı fabrika, örneğin demir cevherini, daha ucuz olur diye Hindistan’dan, kömürü de Rusya’dan almaya kalktığında, Ereğli’de ucuz işgücü sömürüsünden başka bir şey kalmayacaktır. Bu da yerel bir sorundur. Aynı şey genel boyutuyla özelleştirmeler için geçerlidir. Özelleştirmelerden etkilenen öncelikle çalışanlar olmaktadır.
Mülkiyetin Türkiye’deki işbirlikçi bir tekele veya uluslararası bir tekele geçmesi arasında önemli bir fark yoktur . Sonuçta her iki durumda da zararı işçiler görüyor. İşte bu tür saldırılara karşı yerelde geliştirilen dirençlere, enternasyonal boyut taşımadıkları gerekçesiyle “ulusallık”, “mülkiyetçilik” yakıştırması yapılamaz.
Her toplumun kendine ait farklı demokratik talepleri vardır. Devrimciler, buna önderlik eder ve uygun çözümler geliştirir . Bu, her ülke devrimcisi için geçerlidir; genel bir toplam oluşturması itibarıyla dünya ölçeğinde devrimci değerlerin gelişip güçlenmesine hizmet eder; son tahlilde enternasyonalizmi de besler.
Bu duruşun dışında, kendini şu veya bu şekilde sol diye adlandırıp sorunlara milliyetçi temelde yaklaşanların olması(İP,vb.), yaşadıkları ülke koşullarını dikkate alarak varlık gösteren devrimcilere milliyetçilik yakıştırması yapmayı gerektirmez. Milliyetçilik, İP’in kendi yanlışıdır ve zaten yeterince teşhir olmuştur. Özelleştirmeye karşı direnmek de AB’yi reddetmek de genelde tekil olgularla sınırlı tutulmayıp devrimci bir program eşliğinde, ittifaklar da gözetilerek geliştirildiğinde, sapla saman büyük oranda karışmaz olacaktır.
Sayı 18 (Ağustos – Ekim 2005)