EZİLENE KARŞI TRUVA ATI VEYA POPÜLER KÜLTÜR
Günübirlik “kullan at” hayatlar çoğalıyor
Ne geçmişle kök, ne gelecekle öngörü bağı var.
Saman gibi bir tüketimdir söz konusu olan.
Ateşi bile geçici ve hafızasızdır
Kültürsüzdür
Ardında külünü bile bırakmaz.
Kitle kültürü (popüler yani) deyip geçmemek gerekiyor.
Günümüzün mülk sahibi,
Kendini Tanrı yerine koyuyor;
Topluma yakıştırdığı deli gömleğini
Kapalı kapılar ardında biçiyor.
Öylesine oturtmuş ki,
Benzeştirme ve hiçleştirme diyalektiğini
Kişi, kendi elleriyle karartıyor geleceğini.
Hiçbir gerekçe gizlemiyor
Teslimiyetin, etten sonra kemiğe işleyen hakimiyetini.
Kitle kültürü deyip geçmemek gerekiyor.
Zor geliyor diye devirmek üsttekini
Ezilenler eziyor birbirini
Girdiği kabın şeklini alıyor
Ve hızla tüketiyor geçmişini.
Tutsak düşmesi halinde
Geleceksiz hissediyor kendini
Ve iddialarından yüzseksen derece saparak geçiriyor vaktini…
Bir çeşit kültürsüzlüktür popüler kültür. Ya taklit eder, ya da popüler olan isimlere, “ikon”lara ihtiyaç duyar. Bir sanatçının, eserinden çok, kendisini öne çıkarması, övmesi gibi ticari boyut ağır basar.
Erich Froom, “Yabancılaşan kişi kendisini kendi dünyasının merkezi, kendi eylemlerinin yaratıcısı olarak görmez. Eylemleri ve eylemlerinin yarattığı sonuçlar onun efendisi olmuştur. İnsanın işi ile tükettiği şeylerle, devletle, başkalarıyla ve kendisiyle olan ilişkilerinde kendini gösteren bu olgu etkilerini çoğaltarak bir salgına dönüştürür.” der. Ve gerçekte yabancılaşma, tektipleşme ile beraber ortaya; hissetmeyen, üretmeyen ve sevmeyen bir robot çıkarır.
Tam da bu noktada sanatçının sorumluluğunu anımsamak gerekiyor.
Bizleri insan kılan maddi ve ruhsal/moral değerleri, düşünsel zemine taşıyamadığımız sürece, fikri varoluşta da duygusal dünyamızda da eksiklikler yaşar, aradaki açının her iki alanda da karşılıklı beslenme kopukluğuna sebep olduğunu görürüz.
Sanat, öncelikle insanca yaşam çıtasını yükseltme yolunda söyleyecek sözü ve harcanacak emeği/enerjisi olanların işidir.
Dostoyevski, sanatçıyı sorumluluktan muaf, taraflar üstü bir boşlukta tanımlayanlardan faklı olarak, onu her türlü kötülükten sorumlu tutar; mücadeleyle ilişkilendirir.
Goethe, sanatçının insanlık sorununu gündemine alması ile dünya ölçeğinde bir barışın kurulması arasında doğrudan bağ kurar.
Albert Camus için sanatçının işlevi, öylesine kapsamlıdır ki o, tarafsızlığı da edilgenlik ve suskunluğu da reddeder. “Tehlike”nin de göze alınması gerektiğini söyleyen Camus, “Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz, ama sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz.” diye ekler.
Solohov, bir yazarın kendisini Olimpos Tepelerine yükselmiş, insanların sorunlarının üstünde/uzağında bir ilah olarak görmemesi gerektiğini söyler ve onu, kendini yakışık gördüğü gökten yere, halkın arasına çağırır.
Benzer şekilde, günümüzde devrimciler için en önemli sorunlardan biri, onları devrimci kılan değerleri, duygusal zeminle düşünsel zemin arasında, diyalektik bir ilişkilenme halinde var edememektir.
Sanat, elbette salt bir eğlendirici araçtan veya moral unsurundan ibaret görülemez. Ama, yaptığı bestelerle, seslendirdiği eserlerle pek çok insanın moral seviyesini yükselten bir sanatçının mutsuzluk girdabından çıkamaması veya eserin tarif ettiği değerler aralığı ile eserin üreticisinin hayatta durduğu yer arasındaki açının büyük olması, sanatın görece özerkliğinin ya da aleyhte (olumsuz yönde) işlediğinin göstergesidir.
“Sanat, tek başına devrim yapmaz, fakat doğru bir çizgiye, dünya hakkında doğru bir görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü ve geniş bağlar kurabilir.” (Yılmaz Güney)
SANATIN İŞLEVİ
Sanat, yaşamın yeniden üretimi olduğu kadar, yeniden (farklı dil ve araçlarla) anlatımıdır. Öznenin bizzat kendine, yaşamış olduğu pratiğin anlam ve derinliğine dair farkındalığı arttırıcı şeyler söyler sanat. Bu, aynı zamanda yaşamın dolu tarafına işaret etmektir.
“Yaygın bir sanat, yaşamın bütününü canlandırsaydı, ufak tefek gündelik işler ve zorunluluklar, gerek o andaki özellikleri, gerekse taşıdıkları anlam bakımından zevkli olurlardı. Ele aldığımız işi bir yazarın yazı yazarken veya bir ressamın resim yaparken duyduğu istekle yapardık.” diyor Irwin Edmun.
Evet herhalde gündelik hayatta işlerimizi “bir yazarın yazı yazarken veya bir ressamın resim yaparken duyduğu istekle” yapabilseydik, her şey çok farklı olurdu. İnsanların, yıllarca teorik ve pratik birikimden süzerek elde ettiği bakış ve beğeni ölçülerinin anlatılmasında, bilmeyenlerin bu ölçülerle tanıştırılmasında sanat, en önemli araçlardan biridir.
Sanat, düşünceyi de düş gücünü de geliştirmek isteyenler için önemli bir araçtır; duygular üzerinde derinleştirici ve kamçılayıcı bir etki yapar. “Sanat, unuttuğumuzu anımsatır bize, gerçekte ne olduğumuzu” (M.Heidegger)
Ve sonuçta değişime hem hız hem de kalite kazandırır.
Sadece değişim değil, güzelleşerek değişimdir sanatın işlevi.
Yabancılaşmanın yaygınlaşarak içselleştiği ve insana ait en temel değerleri tehdit eder hale geldiği günümüz koşullarında, nesneleşerek parçalanmaya karşı mücadelede, çıkış yollarından biri de sanattan yansıyan ışıktır. Bu ışığı takip edip yöntemine içerebilenler, hiçleştirici tuzaklara karşı daha güçlü bir duruş sergiler.
Egemenler, sanatsal beğeniden mahrum, estetikten yoksun bıraktığı kitleleri daha kolay yönlendirir. Beğeni eşiğindeki düşüklük, verileni süzme şansı bırakmadığı için, daha derine inme ve kaliteyi arama isteği gelişmez. Kişi, yaşama bakışın hemen her noktasında, sistemin ölçüleri içinde kalır.
Alternatif yaşam ve beğeni ölçülerinin sözden fiile geçmesinin koşullarından biri de algı/beğeni süzgecindeki inceliktir. Verilen her kültürel gıda benimseniyor, her espriye gülünüyor, TV’deki her dizinin yaşam ölçüleriyle bir bütünleşme yaşanıyorsa, ortada tüm iddialara rağmen bir süzgeç problemi var demektir.
“Sanatçının dünyayı değiştirmek için sözcüklerden, renklerden, notalardan başka bir gücü yoktur.” (Jeanluis Joubert) Ancak, bu güç hafife alınmamalıdır. Hatta insanın diğer güç ve araçları verimli şekilde kullanabilmesinin koşullarından biridir.
Horatius, zevk vermenin, sanatın önemli işlevlerinden biri olduğunu söyler. Sanatın taşıdığı birden çok işlev içerisinde, birinin diğerinin önüne geçtiği, yer değiştirdiği dönemler vardır. Örneğin Rönesans düşünürleri, sanatın ahlakçı ve bilge yönünü öne çıkarır.
17. yüzyılda Dreyden, “zevk”i, “tek değilse de sanatın başlıca amacı” olarak tanımlar.
“Bir yapıt için hoşlanma, zevk alma yeterli şart değil, fakat gerekli şarttır.” diyen Berna Moran, bunu şöyle örnekler: “ Bir macera romanı okuyarak, eğlenceli vakit geçirmenin verdiği zevk ile Flaubert’i veya Kafka’yı okuduğumuz zamanki yaşantı arasındaki fark şu: Birincisinde vakit öldürmek için zihni hiçbir dikkat ve çaba gerekmez. İkincisi okuru aktif duruma sokar.”
ÖZGÜRLÜK VE ‘ÖLÜMSÜZLÜK’ YÜRÜYÜŞÜNDE SANATIN ROLÜ
Özgürlük ve “ölümsüzlük” arayışı nasıl mücadelesiz düşünülemiyorsa, insanlığın böyle bir menzile doğru yürüyüşü, bin yıllar boyunca nasıl inişli-çıkışlı bir mücadele zincirini gerektirmişse, sanat da bu zincirin bir parçası olmuştur. Çünkü sanat, bir yanıyla da çağına tanıklıktır; hafıza oluşturmaktır. Bugün onbinlerce yıl öncesine dayalı bilgilerimiz, bu türden hafıza oluşturma etkinliklerinden de beslenmektedir.
İçinde bulunulan çağda ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel koşullar sanata yansır. Benzer şekilde, sanatın dönemsel kimliklerinden hareketle yansıttığı çağın niteliklerini okumak mümkündür.
Sanat, yaratıcılıktır; sanatçı, düşünsel kapasitesi oranında yaratımda bulunan kişidir. Bu yaratımlar, bir hafıza oluşturmak kadar, bir dikkat çekme ve bilinçlendirme ya da kendine ekleme çabası, sınıflı toplum tarihi boyunca sürmüştür. Bu, çok yönlü ve karşılıklı bir mücadeledir. Aynı zamanda, koşullar sanatçıyı, sanatçı da koşulları zorlar.
Algı inceliği ve öngörü kapasitesi, sanatçıya yol gösterici/aydınlatıcı işlevler yüklerken, aynı zamanda, ilerlemeyi durdurma eğiliminde olanların hedefi haline getirir.
Bugüne dek insanın doğayı tanıma, mücadele etme veya bütünleşme çabası; buluşları, bilgi ve bilinç alanındaki evrimi; insanlaşma yolunda mutluluğun zirvesinde dolaşmaya, en “imkansız” tadlara ulaşmaya zemin hazırlayan nitelikler ortaya koymuştur. Ne var ki bu süreç kazanımların toplanarak biriktiği, birikerek devredildiği düz/doğrudan bir gelişme izlememiştir. Bilim, sanat, felsefe, vb. alanlarda sağlanan üretimler, toplum adına atılan vicdani çığlıklar, egemen ellerce ya susturulmak ya da yönlendirilmek istenmiştir. Bugün de bilgisayardan genetiğe, lazerden bir başka buluşa kadar sağlanmış olan hemen her gelişme, benzer bir denetim altındadır; insanın mutluluğu ve özgürlüğü için değil, sermayenin egemenliğini kalıcılaştırmak ve azami kar için
kullanılmaktadır. Bunun yollarından biri de her şeyin metalaştırılması ve çılgınca tüketimdir. Bu, öyle bir girdaptır ki, sadece maddeyi değil, insanın duygu, düşünce, sevgi, dayanışma gibi niteliklerini dahi metalaştırarak yutan bir boyuta ulaşmıştır. İnsanlar tüketimin hem aracı hem tutsağıdır artık.
İşte, insanlığın niteliklerini kasıp kavuran bu piyasa iklimine, emperyalizmin bu küresel hipnozuna karşı direnmek, ne denli önemli ise, o denli zordur. Bu zorluk, direncin alanlarını da öznelerini de, birbiri ile ilişkisini de önemli hale getirmiştir.
Bugün, mücadele alanlarının sırt sırta duran, dar ve kendi içine kapalı niteliğinin de, örgütsel yapıları bir rekabet havasına sokan tekçi/benci duruşların da ardında, şu veya bu oranda, sistemin rolü vardır. Bu rolü keşfetmek, etkisini azaltmak ve gerek kişinin, gerekse yapının “ben”ci eğilimleriyle mücadele etmek, insanlığın özgürleşmesi yolunda istikrar ve başarının zorunlu koşuludur. Bunun için sanatçı, insanın paylaşan, dayanışan, ortak sevinip ortak üzülen, kalbini de aklını da birbirine değdirebilen niteliğini, zayıf düştüğü yerden çıkarıp besleyen üretimlerde bulunabilmeli; sanat dışında kalan mücadele alanlarındaki iradeler de kendi imkan ve çabalarının sanatın bu çabası ile bir toplam oluşturabilmesi için rekabetin, yarışın, ayrışmanın olmadığı bir ortaklaşmaya/kardeşleşmeye kafa yormalıdır.
Öyle bir kardeşliğe ihtiyaç var ki bugün
Bir diğeri ile kucaklaşırken insan,
Gerektiğinde derisini bile fazla görmeli
Emeğini çok, dilini az kullanmalı
Kendi artısını bir diğerinin kabına dökecek denli zamirsiz ve mülkiyetsiz olabilmelidir.
Reklamlarla, promosyon, pazarlama, vb. araçlarla tüketim şaşkını haline getirilen ve temelinde yalnızca şahsi çıkar ve paranın olduğu ilişkilere yönlendirilen insan, gerçekte sermayenin küreselleşen “yeni dünya”sına uygun insandır; ideolojisi postmodern; sanatı, insan ve yaşam dışıdır. Öyle kapsamlı bir saldırıdır ki bu; magazinleşmiş algı aralığına hitap eden, dolayısıyla çok satmayı amaçlayıp pazar için üreten bir kesim oluşturabilmek ve bunu yaygınlaştırabilmek için her yol deneniyor.
Ufuklar karartıldı, düşler kötürümleştirildi. İnsanların kendiliğinden işlettiği bir sansür mekanizması oluşturuldu. Dün egemenlerin din ile, kırbaçla, demir ve ateşle sağladığı kontrol, bugün algının yönlendirilmesiyle gerçekleştirilebiliyor.
Gerçekte sadece anı veya dünü aktarmakla yetinmeyen, geleceğe uzanabilen, yarını bugüne izdüşürebilen nitelikleriyle sanat, zaman ve mekanla sınırlı değildir. Bu niteliğiyle, yerinde saymayı veya gericiliği reddeder.
Alternatif duruşun alanı elbette sadece sanat değildir; ancak, insanın geçmişinin iliklerine kadar uzanıp, oradan tecrübe ve birikim süzmeyi ve ana taşımayı gerektiren bir duruş için sanat, en ufuk açıcı ve öğretici alanlardan biridir.
Elbette doğa içinde insanlaşacak, İnsanlığımızı doğallaştıracağız.
Gılgameş’e dek uzanacak
Ama bugünün tanrılarına da başkaldıracağız. Biz insanız,
Kozamızı yırtmak, kelebek gibi havalanmak yetmez.
Kısa erimli olmamalı, üflendiği yerde soğumamalı,
bir de toplumsallaşabilmeli soluğumuz.
GELECEK TASARIMLARININ UFKU SANATLA KURDUKLARI BAĞ ORANINDA ARTAR
Sanat, aynı zamanda gelecek tasavvurudur. Bağrında zaman ve mekan üstü tasarımlar taşır. Bu boyutuyla da bir direnç, bir itirazdır. Anla yetinmez, yerinde saymayı reddeder. Bu bağlamda, insanları en mümkün özgürlüklere taşıma projelerinin ufku, sanatla kurdukları bağ oranında artar.
Bilinir ki insanın düşlerinin kapsam ve menzili, bilim ve teknolojide yeni kapıların aralanmasına sebep olan merak ve kuşkuyu besler; sorgulama imkan ve alanlarını büyütür. Bu bağlamda, söz konusu alanların daraltılıp kısırlaştırılmasına karşı direnç, her insanın görevi olmalıdır. Bu görev, gündelik hayatın her hücresine sinmiş, “böyle oku, böyle sevin, böyle üzül, böyle yaşa” diye komut veren egemen ideolojiye, yine hayatın her hücresinde, her an ve her biçimde karşı duran alternatif kavrayışın insanı olabilmeyi gerektiriyor.
İnsanın güzellik kadar, güzellikte ısrar etmek, çıtayı düşürmemek, birikenin üzerine ek yapmak yakışır. Estetik, eğer güzellik bilimiyse; güzelliğe, çirkinlik (gericilik, vb.) karşısında direnmek yakışır. İnsanın insan olma nitelik ve potansiyelinde ısrar, güzelliğin açığa çıkarılması ve devamında ısrardan ayrılmaz. Her insanda bir sanatçı yan vardır. Yeter ki açığa çıkarılıp geliştirilebilsin; yeter ki gemlenmesin; yeter ki yukarıdan aşağıya uygulanan köreltici egemen değirmenin taşları arasında ezilmesin.
İdeolojik asimilasyon, kültürü oluşturan bileşenlerde tekleşme, insanın zihni ve ruhsal alanına müdahaledir. Bu tür müdahaleler, ufuk daraltıcıdır; insanın ütopyalarla, düşsel zenginliklerle önünü açma potansiyelini sınırlar. Egemenler, bir taraftan bilimi, teknolojiyi, sanatı sistemin devamı için kullanırken, diğer taraftan aynı araçların halkın imkanlarını ve ufkunu çoğaltmasının önüne geçer. Gerçekleri açıklamada en etkili araçlardan biri olan sanatın özgürce gelişimini köstekler, yasak ve sansürle sınırlar. Bu tür araçların önemi açısından Shakespeare,’i anımsayalım:
Shakespeare, her ne yarattıysa, şiir en önde geliyordu. Bu nedenle, az sözle çok şey anlatırdı. Oyunlarına bile şiiri yedirmiş, imgelerle aklın sınırlarını zorlamıştır. İşte bunlar bizi Shakespeeare’in şiirindeki canlı ve kendini hep yenileyen müziğe ulaştırıyor; Shakespeare eskimiyor.
İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni Peter Brook, “Bir önceki günün gazetesindeki makalenin yanlıca bir boyutu vardır ve çabuk bayatlar. Shakespeare’in her satırı ise bir atomdur. Eğer onu yarabilirsek, açığa çıkacak enerji sonsuzdur.” der. İşte bu “her satırdaki gücü açığa çıkarma” işi, böyle bir enerjiyi sisteme karşı duruşun kanallarına akıtma bilinci, sınıflı sistem iktidarlarının en büyük korkusudur. Bu nedenle, sistemin kanallarına akmayan hiçbir sanatsal üretime tahammülleri yoktur.
SANATÇI ÇAĞININ TANIĞIDIR
Sanatçı, yaşadığı çağda gözlemde bulunur, bu çağa tanıklık yapar; ama bununla yetinmez, tanık olduğu gerçekleri dile getirir. Haksızlığa uğrayanın, sömürülenin, genelde ezilenlerin vicdanını somutlar, çığlıklarına güç katar. Emperyalist-kapitalizm koşullarında bu ihtiyaç daha da artar. Çünkü sistemin, insanın tüm üretimini, değersel birikim ve imkanlarını tüketme kapasitesi (güç ve olanakları) artmıştır. Truva atlarını çoğaltmış; bireyin kendi kendini tutsak alma, toplumdan ayrışma ve bir diğerini rakip görme eğilimini geliştirmiştir. İnsanın, ilk destanlardan, ilk şarkılaşan sesinden, ilk resimlerinden aldığı moral devamlılığı kesintiye uğratmanın, kişiyi yalnızlaştırma ve ruhsal olarak kuşatmanın araçlarını çoğaltmıştır.
İşte sistemin bu bütünlüklü saldırılarına karşı direnmek; unutkanlık yayan, bellek silen niteliklerine karşı dalgakıran olmak; ama bununla yetinmeyip, insanın metalaşmayan, magazin ve tüketim kültürüne teslim olmayan yanını alternatif üretimlere konu edip dalga dalga yayılmasını sağlamak; sanatçının birleşik görevidir; kimliğini bir bayrak gibi taşıyabilmenin ölçütüdür.
İlk uygarlıklardan bugüne her tarihsel kesitte sanatın, yaşamı geleceğe taşıma, bilgi ve birikim aktarma konusunda önemli işlevleri olmuştur. Sanatçı, mevcudu aktarmakla, var olanı göstermekle yetinmez. Estetiğin sanata içkin olması, onu güzel olana yöneltir. Bu niteliği sanatçıyı doğası gereği baskıcı, sömürücü ve çirkin düzene karşı muhalif kılar. Hatta diyebiliriz ki egemenlerin elinde bir araca dönüştürülen boyutu dışta tutulacak olursa; sanat tarihi, güzelliği arayışın, beğeni ölçülerinde incelmenin tarihi olmuştur.
Sanat, düzenle bütünleştiği yerde, varoluş niteliklerini/özünü yadsır. İnsani olmayan; insanı geleceğe, daha güzel ve daha özgür olana taşımayan sanat, tanımı gereği giderek küreselleşen etkisi oranında, sanatın ve sanatçının ehlileşerek düzene entegre olma rüzgarından önemli oranda etkilendiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte, insanın bilinci ve duyarlılığı, emperyalist kültürün boy hedefi olmuştur. Bu alanda sağlanan tahribat eşliğinde bir piyasa oluşturulmuş; kültürel zemin, hiçleştirilmiş soluklardan rahatsız olmayan “ruhsuz bedenlere ve bedensiz ruhlara” göre düzenlenmiştir.
“Anlam”ın önü yasaklarla kesilirken, anlamsızlık teşvik edilmiş, insanı konu alan toplumsal içerikli sanatın tasfiyesi için hemen her şey magazinleştirilmiş; mistisizm, din, çarpık cinssellik öne çıkarılmış, kalıcı değil “uçucu” üretimler için ortam hazırlanmıştır. Bu arada, yasağın yanında tehdit ve yok etme de devreye sokulurken, sanatçının direnci dönem dönem “ölümüne” olmuştur.
Bugün artık, yukarıda da belirttiğimiz gibi içten ele geçirme ve sanatçının kendi kendini kalitesizleştirerek, sisteme entegre olmasını sağlama yöntem ve araçları öne çıkarılmıştır. Postmodernizm, sanatla insan arasındaki açıyı büyüten bir ideolojik boşalmadır. Üretimin içinden insan, yaşam ve anlam çekilip alınmış, geriye boşluğun ve hiçliğin sesi kalsın istenmiştir. Bu nedenle bugün, ne denli içerikli eserler ortaya konursa, direncin çıtası o denli büyütülmüş olur.
Yaşam ne çok güzellik barındırıyor
Ayrıntı gibi görünen patikalarında.
Her insanda farklı biçimde dışavuruyor
Küçülüp bir bedene sığabilen doğa.
İnsanlar, mütevazı pratiklerde arayacağına mutluluğu
Herkesin evine aç döndüğü,
kocaman ritüellerle doyurmaya çalışıyor ruhunu.
Biraz da bu nedenle çoğalıyor
Bilinçaltı ve “bilinç üstü” açlıklar.
Hemen yanı başlarında bulunan bir bedende toplanmış “özet”i anlamayanlar
Koca bir yaşamı (ve hatta doğayı) keşfe çıkıyorlar.
Burada, içerik-biçim ikilemine girmeye ihtiyaç duymuyoruz. Elbette tüm eserler, biçimin içeriği, içeriğin biçimi güçlendirdiği bir diyalektik bütünlük içinde üretilip sunulmalıdır.
Bugün, kültür ve sanat alanında hiç olmadığı denli reklamın, promosyonun, yarışma ve ödüllerin yaygınlaşması, bu alana kapitalizmin, dolayısıyla metalaşmanın ne denli girdiğinin göstergesidir. Adeta, yukarıdan aşağı bir moda oluşturulmakta ve buna uyum dayatılmakta, uymayanların boğulduğu, yaşam hakkı tanınmadığı bir işleyiş egemen kılınmaktadır. Bu bağlamda, muhalif duruşa sahip, alternatif bir üretimin parçası olan her sanatçıya, her kurum ve araca büyük görevler düşmektedir. Öyle ki bugün muhalif zeminde ayakta durmak bile önemli hale gelmiştir. Kimi sanatçıların, oluşan pazarda meta olarak kendine yer açmak için değerlerini eğip büktüğü bu koşullarda, vaktinde kendilerine verilen ödülleri reddedenleri anmak, özellikle anlamlıdır.
Sayı 31
(Kasım 2010 – Ocak 2011)