SEÇİM DÖNEMİNDE DEVRİMCİ PERSPEKTİF VE SÜRECE DAİR ANALİZLER
Bilinen deyimiyle söylemek gerekirse, ülke “Seçim sathı maili”ne girmiş durumda. Bu nedenle de konuşmalara “seçim” diye başlayıp “seçim” diye bitirmek, normalmiş gibi görünüyor. Halbuki bizlerin sorunu, tam da bu “normal”miş gibi görünen algıyla olmalıdır.
Daha önce, bir sloganın bile rastgele veya anlık, duygusal reflekslerle seçilemeyeceğini, son tahlilde stratejik duruşa hizmet etmesi gerektiğini düşünen, her olguyu neden-sonuç ilişkisi bağlamında değerlendiren, bu bağlamda da diyalektik ve tarihsel materyalizmi kendine yöntem edinen devrimcilerin geleneksel algısı, ortaklaşmış norm ve refleksleri, farklı ideolojik-politik hatlara rağmen maddi ve ruhsal duruşları birbirine değen yapılardan yansıyordu. Sistemle devrimciler arasındaki hat, kalın ve net biçimde çekilmişti. Çok daha önemlisi, tüm farklara rağmen devrimciler, sadece kapitalizmin kötülüğü değil, yerine ne konması gerektiği konusunda da, teorik ve pratik süreçlerden süzülmüş bir ortaklaşma içindeydi. Sorunların parçalı, birbirinden kopuk veya kendinden menkul algılanışı, bir sorun olarak görülürdü. Sisteme hiçbir konuda öykünme ihtiyacı duyulmaz; alanın özgünlüğü, ayrı örgütlenme gerektirse de kadından çevreye kadar hiçbir sorun, mücadele alanlarına dair ortaklaşmış bir irade oluşturan merkezi örgütlenmenin kapsama alanının dışında düşünülmezdi. Örneğin, farklı pratik tutumlar geliştirilmiş olsa dahi, devrimcilerin seçime dair yaklaşımı da, biçtiği önem de büyük oranda benzerdi.
Bugün gelinen noktada, sadece soldaki algı bütünlüğü değil, algının bizzat kendisi parçalanmış; ulusal, cinsel, sınıfsal, vb. baskılar (bütünlüklü değil) parçalı ve dar bir algılayışın kapsama konusu haline gelmiştir. Bugün sadece kadın haklarıyla, çevreyle veya hayvan haklarıyla ilgilenip, dün bu alanların devrimciler tarafından ihmal edildiğini söyleyenler, o bütünlüklü mücadeleyi kavrayamamış olmakla kalmıyor; iki ayağıyla birden sistemin içine dahil olduğunu ve nihai çözümle bağını bütünüyle kopardığının ayırdına varamıyor. Ortaya sadece bir algılayış farkı değil; dil, duygu ve refleks farkı çıkıyor.
Bugün pek çok kesim tarafından unutulan veya satır aralarında atıflar düzeyinde (ve çoğu kez eksik veya yanlış) anılan Marksizm’in, seçim olgusuna dair tezlerinde bir değişim yoktur. Marksizm, ülkeye veya döneme özgü farklılıkları kapsamaya fazlasıyla elverişlidir. Yeter ki neyi nereden, nasıl öğreneceğimizi bilelim.
SERMAYENİN İDEOLOJİK ETKİ ALANINI GENİŞLETMESİNİN
DÜŞÜNSEL PARÇALANMADA HAFİFE ALINMAYACAK BİR ROLÜ VARDIR
Walter Benjamin, “galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar.” der. Bugün artık bırakalım duygudaşlığı (ve de galibi) hükmedenlerle doğrudan yoldaşlık yapanların olduğunu, “yetmez ama evet” örneğinde görüldüğü gibi, hemen her şeyin egemenden beklendiği biçiminde bir eğilimin yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Tam da buna paralel biçimde, bugün artık egemen güçler, direnç noktalarını karşısına alıp çatışmak yerine, onları içermeyi, etkisiz kılabilecek boyutta yönlendirmeyi tercih ediyor. Küreselleşen ve gelişen iletişim olanaklarını da arkasına alan sermaye, artık adeta her taşın altından çıkıyor. Özellikle STK’ların yönlendirilmesi, dünya ölçeğinde emperyalizmin önemle üzerinde durduğu bir sektöre dönüşmüştür. Çevre, kadın, demokrasi gibi konularda, politik yapılardan ideolojik boyutta da uzak tutulan demokratik kitle örgütleri, dernek, vakıf, vb. oluşumlarda sermayenin yer aldığı ve toplumsal muhalefetin içinde bir Truva Atı işlevi gördüğü, artık sayısız örneklerle kanıtlanmış durumda. Ne var ki kanıtlanmış olması, toplumun geniş kesimlerince bilindiği/görüldüğü anlamına gelmiyor. Örneğin çevre konusunda başvurulan hileler, öylesine kapsamlı ve derin ki, bu konuda toplumu bilgilendirmekle yükümlü demokratik kurumların bile yanılabildiği oluyor. Pek çok kişi ve yapı, Kyoto Protokolü’nü imzalamayan veya geç imzalayan ülkeleri çevre duyarlılığı konusunda eleştirirken, bugün karbon ticareti gibi olguların, o protokole dayandırılarak yapıldığı görülüyor.
Mevcut gelişmeler, olguları kavramayı da sisteme karşı korunmayı da bilinenden öte bir önem seviyesine taşımış durumda. Bu, aynı zamanda bilgilenme ve mücadele süreçlerinin hassasiyetle ele alınması gerektiğine işarettir.
Süreç; kadından çevreye, gençlikten emekçiye, sistemin sebep olduğu tüm sorunları, politik bir örgütlenmenin ve mücadelenin konusu yapan Marksizm’i bir kez daha doğrulama yönünde ilerliyor. Kadın sorunu, çevre sorunu, vb. olguları devrimci mücadeleden soyutlayıp, tekil bir bağlam içinde daraltan anlayışın (Feminizm, Yeşiller, vb.) kendini sisteme karşı koruyamayacağı ve sonuçta (niyeti bu olmasa da) egemen olana hizmet eder hale geleceği, artık daha net verilerle ortaya çıkmaya başladı. Bu konudaki dönemsel dezavantaj, devrimci siyasal yapılara dair olumsuz imajın (dolayısıyla örgüt fobisinin) yaygın bir etki bırakmış olmasıdır. Ancak, sermaye öylesine pervasızca genişletiyor ki etki alanını, halklar ister istemez söz konusu alanları, mücadele zeminlerini ve örgütlenme biçimlerini sorgular duruma gelecektir. Bu iktidar iradesi karşısında, kendiliğindenliğin, var olana teslimiyet anlamına geldiği ve devrimci iradenin şart olduğu görülecektir.
SEÇİMİN NE OLUP OLMADIĞINA DAİR FİKRİ BULANMAYLA BERABER SANDIĞA VERİLEN ÖNEM DE ARTMIŞ DURUMDADIR
Daha önce, çeşitli dönemlerde devrimcilerin seçimler karşısındaki tutumuna ve tutarlı bir duruşun gerektirdiği normlara dikkat çekerken, özellikle burjuva ölçekler ve çalışma tarzı ile aradaki farka, korunması gereken mesafeye vurgu yapmıştık. Aradaki fark, nitel bir farktır. Öykünmek, hem bu farkı aşındırır, hem de onun alanında, onun yöntem ve araçlarıyla yarışa girmek gibi bir yanılgıya düşürür. Devrimcilerin farkı da, kalitesi de sandıkla ölçülemeyecek nitelikler barındırır.
Bu konu, diyebiliriz ki, Marksizm’in tarih sahnesine bütünlüklü bir öğreti olarak girmesi denli eskidir. Seçimlerin, sistemin ayıbını örten bir asma yaprağı işlevi gördüğü veya parlamentonun bir “ahır” olduğu biçimindeki tanımların da, Duma’ya girip orayı bir kürsü olarak kullanmanın da devrimcilerin sürece bakışındaki toplam içinde bir yeri vardır.
Devrimciler, yaşamın her alanında alternatif olabilmeli; yaşam biçimleriyle, ortaya koydukları ilişkilerle, dünya görüşlerini ete-kemiğe büründürmelidir. İnsanı yok sayan ve egemen ilişkilerin devamına hizmet eden burjuva siyasal yaşamın aksine, ezilenlerin sesi ve umudu olabilen çalışma, niteliği gereği çok yönlü ve bütünlüklüdür. Seçim, bu bütün içinde bir parça olarak görülmelidir.
Devrimcilerin yaklaşımı, ne çalışmayı sandığa kadar daraltan, dolayısıyla seçimlerin önemini abartan bir nitelikte olmalı; ne de sandığın bütünüyle (her koşulda) reddedildiği bir çizgi izlenmelidir. Ne var ki Türkiye gibi ülkelerde sistem, hiçbir zaman sandıktan çıkan hükümetin niteliğine göre değişen bir işlerlik içinde olmamıştır. AP ve CHP’nin bir tahterevalli gibi sırayla iktidara taşındığı 70’li yıllarda da, muhalefete düşenin dili, nispeten halkın sorunlarına yakınlaşır, iktidara geldiğinde ise, diğerinin bıraktığı yerden IMF programı dahil, sermayenin taleplerini icra etme kurumuna dönüşürdü.
Bugün seçimin ne olup, ne olmadığına dair öz itibarıyla değişen bir şey yoktur. Hatta, farklı bir konu başlığı altında tartışılması gereken BDP’nin özgün imkanları dışta tutularak söylemek gerekirse, halkın iradesinin değil, egemenlerin manipülasyon imkanlarının sandığa yansıma oranlarında bir artış, araçlarda bir zenginleşme söz konusudur. Egemenler, burjuva ideolojisinin inceltilmesi ve daha çok alanda muhalefetin içten ele geçirilmesi konusunda, azımsanmayacak bir mesafe katetmiştir. Egemenlerin bu dönemsel başarısından çıkarılması gereken dersler/sonuçlar, araç ve yöntemlerin üzerine oturduğu ekseni, sisteme doğru bükmek biçiminde olmamalıdır.
Son yıllarda, internet dahil teknolojik imkanların gelişmesiyle beraber sistem dışı çalışmanın koşullarının kalmadığı, sistem içi çalışmanın ise öneminin arttığı biçiminde bir kanaat giderek yaygınlaşıyor ve sol içinde karşılık buluyor. Ortaya çıkan bu sonuçta Türkiye özgülünde 12 Eylül’de yaşanan kırılmaya, 1989’da dünya ölçeğinde yaşanan kırılmanın eklenmesi ile oluşan zincirleme etkilerin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Anımsanacak olursa, bir dirilmenin/silkinmenin işareti olarak “89 Bahar Eylemleri”nin devreye girdiği ve moral bir toparlanmanın yaşandığı bir tarihsel anda, dünya ölçeğindeki sarsıntı, toparlanabilme inancını da önemli oranda kırmıştır. Buna, kuşak kopmasını da ekleyebiliriz. Bir dönemin birikimini taşıyan kadrolar, sadece fiilen infaz edilmedi. Çeşitli biçimlerde bir ideolojik tüketme süreci de yaşandı. Bu tüketme, birikim aktarımı konusunda bir kopmaya sebep oldu. Bugün yaşanmakta olan dar ufuklu tartışmalarda, söz konusu kopmanın önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Sanki her şeyi yeniden öğrenen bir kuşakla karşı karşıyayız. Bu, birbirini anlamayı da birlikte hareketi de güçleştiriyor.
ORTADOĞU’DA YAŞANMAKTA OLAN GELİŞMELERİN ÖĞRETİCİLİĞİNİ SEÇİM SÜRECİNE TAŞIYABİLMEK GEREKİYOR
Ortadoğu ve Afrika’da yaşanmakta olan gelişmelere dair kapsamlı değerlendirmeler yaptık. Orada da dikkat çektiğimiz olgulardan biri, emperyalizmin kendi tetiklememiş olsa dahi, toplumsal olaylara müdahale ve yönlendirme imkanlarının arttığıdır. Bu durum, nitel değişim umudunu zayıf düşürüp, biçimsel düzenlemelere razı olan bir kanaatkarlığı besleyebiliyor. İşte bu türden eğilimlerin önüne geçmenin de, emperyalizmin her şeye kadir bir güç olmadığını anlatmanın/kanıtlamanın da yolu, alternatif bir programın uygulanmasında potansiyel güç olabilecek dinamikleri, ezilenlerin sınıfsal perspektifiyle örgütleyebilmekten, bir araya getirebilmekten geçiyor. Böyle bir örgütlülük sokağa dökülen kitlelerin bilinç ve örgütlülük eksiğini tamamlayabileceği gibi, emperyalizmin teşhirinde de, yönlendirmelerinin önlenmesinde de sonuç alıcı olur. Aksi durumlarda, kitleler ister internet üzerinden kendiliğinden, ister başka biçimlerde ve başka saiklerle sokağa çıkmış olsun, örgütlülük ve perspektif/program yoksunluğu, emperyalizmin ve işbirliği halindeki bölgesel güçlerin politikalarına yedeklenmeyi kaçınılmaz hale getirecektir.
Benzer bir durum, seçimler için de geçerlidir. Türkiye’de içsel bir olgu olan emperyalizmin, hemen her alanda müdahale edebilmenin araç ve yöntemlerini geliştirdiği, anayasa dahil, istediği düzenlemeyi hızla yaptırabildiği, kimi burjuva kalemlerce bile ifade edilir hale geldi. Bu durum, alternatif araçların imkansızlaşması olarak değil, tersine bütünlüklü mücadelenin ne denli ihtiyaç haline geldiğinin göstergesi olarak okunmalıdır. Bütünlüklü mücadele, sokakta veya sandıkta oluşan geçici nicel yoğunlaşmalara indirgenemeyecek denli uzun ve zorlu süreçler gerektirir. Seçim dahil, pek çok aracın işlev görebileceği bu tür süreçlerde mesele, mevcut sistemin devamından yana çıkarı olmayan kesimlerin güç ve imkanlarının alternatif bir kulvarda bir bileşke güç halinde akmasını sağlayabilmektir. Bu da pragmatizmden ve öznellikten uzak bir düşünsel sistematikle program yapabilmeyi gerektiriyor.
BİRLİK VE İTTİFAKLAR,
İDEOLOJİK-POLİTİK HATLARLA DOĞRUDAN İLİNTİLİ,
HATIR MESELESİNE İNDİRGENEMEYECEK DENLİ ÖNEMLİDİR
Alternatif güçler arasında birlik, değer ve imkanların ortaklaştırılması, bizlerin özenle ve önemle üzerinde durduğu bir konudur. Ne var ki bu konu da yukarıda sözünü ettiğimiz çeşitli sorunlarda olduğu gibi yanlış tartışılıyor. Her şeyden önce, ortada bir terminoloji sorunu var. Bizler daha önce bu meseleye yayınlarımızda uzun uzun yer verdik. “Sol içi birlik”le cephenin, ittifakla eylem birliğinin karıştırıldığını ve birbirinin yerine kullanıldığını ve daha da önemlisi, gerekleri yerine getirilmeden dillendirildiğini söyledik.
Hatırlatma yapmak gerekirse, aynı sınıfın temsilcisi olan, bunu benimseyen devrimciler arasındaki ilişki, bir çeşit “kardeşlik”tir. Onlar birbiriyle, ittifak değil, birlik yapar. Çünkü ittifak, farklı sınıf ve tabakaların temsilcilerinin bir araya gelmesidir. Seçimde birlik, ittifak, vb. tanımlardan ne anlaşılması gerektiğine dair tartışmalar, öncelikle burjuva partilerin yaptığı “sandığa kadar güç birliği” biçimindeki ilkesiz ortaklaşmalar kenara bırakılarak, onlara hiçbir biçimde öykünmeden yapılmalıdır.
Devrimciler, tarihin hiçbir döneminde, doğruluklarının veya başarılarının ölçüsünü, harekete geçirebildikleri kitlenin nicelliğinde aramadı. Mücadelenin uzun vadeliliği, programlı olmayı; program, önceliklerin doğru saptanmasını gerektirir. Bu bağlamda dostluğun ölçüsü, kendi programını/önceliklerini yok sayıp, duygusal reflekslerle çağrı yapmak (veya katılım sağlamak) değil, tersine kendi programında ısrar ve dostluk programını anlayışla karşılamaktır. Örneğin, ne BDP sandığa gitmekten ibaret bir yapıdır; ne de bizlerin koyduğu fark, seçim olgusuyla sınırlıdır. Bu bağlamda birlik, cephe gibi meseleler dar, güncel veya duygusal bir kapsama sıkıştırılmadan tartışılmalı, değerlendirilmelidir.
Mücadele açısından, bir devrimci yapıdan çok daha geride duran bir aydının, adaylığa rıza göstermesi veya sivil itaatsizlik ortamını ziyaret etmesi, kişiyi Kürt Sorunu’nu daha çok sahipleniyormuş gibi gösterebilir; böyle bir algıya sebep olabilir. İşte çeşitli biçimlerde anlatmak istediğimiz budur; olguya pragmatik bir gözle veya güncel menzille bakınca, önemi de niteliği de farklı görünebilir. Gerçekte ise biz Kürt Sorunu’nu, demokratik devrimin en temel bileşenlerinden biri olarak görüyoruz. Bu, aday olup olmamaya da sandığa da indirgenemeyecek denli önemli olduğunun göstergesidir.
Devrimcilerin bir araya gelmesinin farklı biçim ve zeminleri vardır; yeter ki çağrılar, “gel bana katıl” dercesine tek yanlı veya programatik bir çelişmenin an’a taşınması biçiminde olmasın. Bir yapının acılı anında, bir saldırıda, cenazede veya anmada yan yana gelmek farklı, toplumsal çelişmelerin çözümü için tasarlanmış bir eylem veya “eylem dizisi”nde ortaklaşmak farklıdır.
Bugün dışa vuran söylem ve yaşanmakta olan pratik, tarafların masaya eşit koşullarda oturduğu ve birliği, küçüğün büyüğe eklenmesi değil, “tüm bileşenlerin niteliğinin dikkate alındığı tanımlı bir ortaklaşma” olarak algıladığı zemine, henüz uzak olunduğunu gösteriyor.
EMPERYALİZMİN TERCİHLERİ, YENİ SİSTEME SÜREKLİLİK KAZANDIRMA ÇERÇEVESİNDE BİÇİMLENİYOR
Bütünlüklü bir bakış açısına sahip olunmadığı sürece, hemen her olguda, öznellik öne çıkar. Olgular, onlara sebep olan köklü nedenlerle değil, anlık/güncel esintilerle açıklanır. Perspektif daralır; menzil kısalır; ideolojik dokuya, pragmatizm de idealizm de sızar. Bugün Ortadoğu’daki son gelişmelerde de seçim, anayasa, vb. tartışmalarda da yaşanan eksikliklerin/yetersizliklerin temel nedeni budur. Gerçekte başarının ölçütü, ne sandıktan çıkacak oydaki göreceli artıştır, ne de bir mitingde toplanabilen insan sayısıdır. Süreç, neden-sonuç ilişkisi içinde, tüm dinamikleriyle doğru okunmalıdır.
Kriz koşullarındaki emperyalizm, daha tahammülsüz ve agresiftir. Nasıl kaynakların, piyasaların paylaşımına tahammülsüzse, bağımlı rejimlerde taşların kontrol dışı dizilmesine de tahammülsüzdür. İktidarda hangi parti olursa olsun, dizayn etmekte olduğu sistemde ısrarcı olacaktır. AKP, 8 yıllık bir işbirlikçi partnerdir. Zemin hazırlanarak ve adeta asansörle taşındığı hükümet koltuğunda, hizmette kusur etmeyerek bugüne gelebilmiştir. AKP eliyle yargıdan yasamaya, ekonomiden siyasete, hemen her alanda bir kurumlaşma söz konusudur. 12 Eylül’de yapılan anayasa değişikliği gibi 12 Haziran sonrası için de emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde bir anayasa tasarlanmaktadır. Büyük oranda tamamlanan, emperyalist tercihler çerçevesindeki yeni sisteme, bugün artık nasıl süreklilik kazandırılacağıdır önemli olan. İşte seçimler böyle bir tarihsel ana denk gelmiştir. Diğer bir ifadeyle, emperyalizmin tercihleri, yeni sisteme süreklilik kazandırmak çerçevesinde biçimlenecektir; bu seçim içinde geçerlidir. Parti olarak AKP ve model olarak Türkiye, Ortadoğu için bir prototip olarak öne çıkarıldı. İşte bu bağlamda sürekliliğin sağlanmasına özel bir önem veriliyor.
Kurumlaşması büyük oranda tamamlanan sistemin sürekliliğini tehdit edebilecek en önemli güç yokluk ve yoksulluk cenderesinde hızla fakirleşmekte olan halktır. Hak gasplarına, anti-demokratik uygulamalara, yoğun sömürüye ve ülke kaynaklarının talanına rağmen önemli boyutta bir direnişle karşılaşmamak için, halkın direnme kabiliyetinin kırılması, pasifize edilmesi amaçlanıyor. İşte son dönemlerde, toplumda öne çıkmış aydın, gazeteci, yazar, vb. kimlikleri sindirmeye yönelik operasyonlar bu çerçevede okunmalıdır. “Bu özel kimliklerin dahi bir şey yapamadığı koşullarda, bizim elimizden ne gelir ki?” kanaati yaygınlaştırılarak, onların şahsında bütün bir toplum teslim alınmak isteniyor. Böylece, en ufak bir muhalefet eğilimi dahi, ortaya çıkmadan etkisizleştirilmiş olacaktır.
Yeni sistemin sürekliliği önündeki diğer önemli engel, Kürt sorunu bağlamlı muhalefettir. AKP, daha önceki seçimde ve devamında açılım politikalarıyla, umut pompalayarak, vaatlerde bulunarak süreci bir rotada tutabildi. Bugün gelinen aşamada, seçim sonrası için net tavizler vermeden, vaatlerde bulunmadan destek alma şansı yoktur. Batı’da ise milliyetçiliği kamçılamadan oy alma derdindedir. Bu sıkışma, AKP’nin politikalarındaki atraksiyon ve tutarsızlık oranını arttırmaktadır.
AKP üzerindeki bir diğer baskı da AB ve ABD’den gelmektedir. Dışarıdan dayatılan kimi politikaların bir demokratikleşmeye sebep olmayacağını, emperyalistlerin bizzat kendisi biliyor. Zaten amaç/mesele demokratikleşme de değildir. Emperyalizmin desteği ile geliştirilen “AKP=Demokrasi” formülü, ülkede veya bölgede (açılımın pek çok çeşidiyle beraber) bir dönem AKP’nin elini güçlendirmiş, işini kolaylaştırmıştı. Ancak, artık bu formülün bir anlamda miadı dolmuş gerçekler, sözün önüne geçer hale gelmiştir. Avrupa boyutunda yaşanan kimi sorunlarda, Kılıçdaroğlu’nun Avrupa Parlamentosu, Sosyalist Enternasyonal, vb. yerlerde kurduğu ilişkilerin de rolü vardır. Ne var ki AB, ABD gibi olgularda yine de ilişkiyi belirleyen asıl etmen AKP’ye işbirliği, entegrasyon, vb. konularda yüklenen işlevdeki roldür. AKP’yi fiilen sıkıştıran bir olgu da CHP’nin son dönemlerde, çeşitli sorunlara dair programlı çıkışlarıdır. İnandırıcılığından ve tutarlılığından öte bu, sonuçta AKP’nin teşhirine hizmet eder ve bir muhalefetin varlığına işarettir. Özellikle ekonomik alanda, AKP’nin dayattıklarına alternatif, örneğin üretime dayalı, iç talebi ve ücretleri arttıracak, ekonomiyi canlandıracak bir modelin geliştirilip sunulması, AKP’yi zorlar. Çünkü toplum uzun süre, alternatifsiz bir güçle muhatapmış gibiydi.
AKP, bu süreci lehine çevirmeyi başardı. Özellikle medyayı bu alanda güçlü biçimde kullandı. Ve attığı her adımın kanıksayan bir toplumun (bir algı aralığının) oluşmasını sağladı. Yeni sürecin gereği olarak atılması gereken; bürokrasinin azaltılması, günlük yaşama teknolojinin kolaylaştırıcı fonksiyonlarının içerilmesi gibi adımlar da doğrudan AKP’nin icraatı olarak sunuldu. Yardımlar, sosyal destekler ve hatta “ikincil paylaşım” denilen (eğitim, sağlık, vb. alanlardaki) kolaylıklar, AKP aracılığıyla yandaş kurumlar tarafından (cemaatler, vb.) gerçekleştirildi. Diğer bir ifadeyle, devletle tanımlanan kimi faaliyetler, AKP’nin kendi tercihi/tasarrufu gibi gösterildi. Ve gerçekte yeni düzenin ihtiyacı olup, sonuçta halka yararı tartışmalı pek çok düzenleme, özünden koparılarak (e-devlet gibi teknolojik adımlar) halkın yaşam standartlarının yükseltilmesi olarak algılattırıldı. AKP’nin bu alternatifsiz görüntüsünde, sendikalar dahil, demokratik kitle örgütlerinin etkisizleştirilmesinin ve alternatif olabilecek bir sol örgütlülüğün olmamasının önemli bir rolü vardır.
Tabii, sıkça belirttiğimiz gibi AKP’yi, onu ortaya çıkaran nedenlerden/ihtiyaçlardan bağımsız, herhangi bir parti olarak düşünmek, yanıltıcı olur. AKP, Kemal Derviş’in önerdiği ve en çok 3 yıl uygulanabilir dediği ekonomik modeli uygulamıştır. 3-4 yıldan sonra ekonominin iç dengelerini ortadan kaldıran ve ters etkilere sebep olan bu model AKP tarafından yıllarca uygulandı. Ve bu ekonomi politika, Türkiye’deki burjuvazinin niteliğinde önemli değişikliklere neden oldu. TL’nin değerinin yüksek oluşu, ithalatı arttırdı; “al-sat” ekonomisini geliştirdi. Geleneksel burjuvazi giderek ekonomideki ağırlığını yitirdi; sanayileşen ve üreten burjuvazi geriledi. Onun yerine önemli oranda, “Anadolu Kaplanları” denen ticaret burjuvazisi aldı. Yüksek faiz politikası, yabancı sermayeyi ülkeye çekip döviz bolluğu sağlarken, üretimden kopan sermayenin, finans kesimine kaymasına neden oldu. Üretim çöktü, ithalat arttı. İşte bu ekonomik yapı ile daha fazla gidilemezdi. Bu süreçte geleneksel burjuvazi, önemli oranda güç kaybetti. Ergenekon operasyonları, vb. nedenlerle de etkinliği azaldı ve muhalefet edemeyen bir hal aldı. İşte geniş halk yığınlarının kendini siyasal zeminde anlatabilecek bir yapıya sahip olmadığı bu koşullarda, güçten düşmüş olan burjuva muhalefet, son bir çaba olarak CHP etrafında örgütlenerek toparlanmaya çalışıyor. CHP’nin bu süreçteki önemi/rolü, bu bağlam içinde okunmalıdır.
Bu süreçte, Ortadoğu’daki gelişmelerde AKP’yi zorluyor. Örneğin Libya konusunda yapılan tüm manevralara rağmen NATO içinde aldığı rol gibi kimi pratikler, sözle eylem arasındaki açıyı büyütüyor. Bu bağlamda tabanına karşı uyguladığı denge politikasında da, Ortadoğu’da çizdiği ılımlı islami model ve demokratik görünümde de zorlanacak gibi görünüyor. AKP, seçim arifesindeki bu sıkışmışlığı, tarikat örgütlenmesinin gücü ve provokatif çıkışlarla aşmaya çalışacaktır. Bu süreçte, Ergenekon Operasyonları, CHP ve MHP tabanını etkileyecek yönelimler vb. beklenmelidir.
Bu arada bilinmesi gereken bir diğer olgu da AKP’nin gücünün hükümet olmaktan ibaret olmadığı ve seçimi kaybetse dahi sahip olduğu kurumlaşmayla bir anlamda iktidarda kalmaya devam edeceğidir. Kaldı ki emperyalizmin bu süreçte uygulamakta olduğu programın sekteye uğramasına tahammülü yoktur. AKP ile beraber bu aşamaya getirilen programın, seçimlerden sonra da aksamaması/gecikmemesi bağlamında tercihin AKP olacağı söylenebilir. AKP’nin bir demokratikleşme hamlesi gibi sunduğu anayasanın da içeriği, emperyalist programa göre biçimlenecektir. Mevcut entegrasyon ve bölgesel işbirliği çalışmaları hızlanacak; çevre ülkelerin entegrasyonundan Kürt Sorunu’na kadar pek çok olgu, emperyalist atraksiyonlara konu olacaktır. Yerel yönetimlerin etkinliğinin arttırılmasından çeşitli demokratik talepleri konu alan reformlara kadar bu alan aynı zamanda bir mücadele alanı olacaktır. Bugün artık alternatif söylemli kimi çalışmalar, bir seçim çalışmasını kapsam ve niteliğini aşmış, siyasal bir çalışmaya dönüşmüştür. Güç ve imkanlar doğru değerlendirildiğinde, egemenlerin kendi programlarına kitle tabanı oluşturması kolay olmayacak ve süreç, 12 Eylül’deki anayasa referandumundan daha zorlu geçecektir.
Seçim dönemleri, halkın politize olduğu dönemlerdir. Bu süreçteki çalışmalar, doğrudan “oy”a endeksli düşünülmediğinde, alternatif bir çalışma ile sistemin teşhiri ve kalıcı ilişkiler oluşturmak mümkündür. Medya dahil, sistemin tüm imkanlarına rağmen, bugünde mahalli temelde örgütlenmiş bir yapı, devrimci çalışmada başarılı olabilir. Aslında AKP, belirli oranlarda teşhir olmuş durumda. Ne var ki bugün emekçi kesimlerin alternatif olarak gördüğü bir yapı yok. Örgütlü zemin gibi düşünsel zemin de parçalıdır; yol gösterici olması gerekenler dahi başarıya/özgüce inanç sorunu yaşamaktadır. Bu nedenle, pragmatizmden ve öznellikten uzak bir duruşla süreç okunmalı ve çalışma da, birlik olgusu da, oy meselesi de 13 Haziran’ı dikkate alan, uzun erimli ve bütünlüklü bir perspektifle ele alınmalıdır.
Seçimler, dün olduğu gibi bugünde bir kandırmacadır. Alternatif yaşam, seçimlere/sandığa sığmayacak denli kapsamlıdır. 4 yılda bir yenilenen meclis, rejimin devamlılığını sağlayan organlardan biridir. Mücadele biçimlerinde, siyasal pratiğe bakışlarında paralellik yaşanan, aynı söylemde ortaklaşılan bağımsız adayların desteklendiği özgün durumlarda da seçim, bir çözüm olarak görülmemeli. Bu alandaki sınırlı ve geçici başarılar, seçime bakışı ve çalışma tarzını değiştirmeye sebep olmamalıdır.
TOPLUMSAL İHTİYACIN DEVRİMCİ KİMLİĞE YÜKLEDİĞİ İŞLEV
UNUTMA VE UYUŞMAYI DEĞİL
HATIRLAMAYI VE YARATICILIĞI GEREKTİRİYOR
Sistem, toplumda ortak aklın, bir yere kadar çalışmasını/gelişmesini ister; ondan ötesini sınırlar. Bu, öğretilmiş zihni kanaatkarlıktır. “Azıcık aşım ağrısız başım” duruşunun bir başka biçimidir. Kişinin sembollerle düşünmesi, örneklerle yetinmesi, analitik olmaması sağlanır.
Uzun yıllar, en büyük örgüt devlet tarafından organize biçimde uygulanan bu “zihni köreltme”nin nelere sebep olacağı, elbette sosyolojik bir araştırma gerektirir. Ama konumuz bağlamında söylemek gerekirse; ihtiyaç duyduğu insanı biçimlendiren sistem, kişinin neye sevinip neye üzüleceğinden, neyi nasıl algılaması gerektiğine kadar, duygusal ve düşünsel alanı belirli bir aralıkta sınırlamayı amaçlar. Bugün, bir başbakanla bir ana muhalefet partisi liderinin, ülkedeki bunca sorunu ve çözümünü tartışmak dururken, günlerce “Sen mi çıraksın ben mi?” tartışması yapmayı normallik ölçüleri içinde görebilmesi, seviyeyi bu denli düşük tutunca, toplumsal ortak algının bunda bir anormallik görmeyeceği rahatlığı içinde olması, işte bu duyu ve algı aralığında yaptıkları ortak/merkezi tahribata olan güvenleri sebebiyledir.
Devrimciler, farklı bir dünyanın, farklı bir duyu ve algı aralığının insanlarıdır. Onların siyaset tarzı, sadece jargonda, biçim ve araçta değil, tepeden tırnağa farklı olmalıdır. Bunun önemi kavrandığında, sade neden egemenlere öykünmemek gerektiği değil, çalışma tarzından ve başarıdan ne anlaşılması gerektiği de farklılaşır; ölçüler, tartı biçimleri değişir.
Sınıflı toplumlar, ezilenlerin acılarıyla ve ezenlerin kötülük, tahribat üreten saldırı ve yöntemleriyle olduğu kadar, mücadeleyle de anılır. Mücadele, aynı zamanda birikimdir; deneyim aktarmadır. Bu nedenle egemenler, hafızasızlıktan medet umarken, devrimciler unutmamanın/devamlılığın özneleri olarak bilinir. Sınıfsal kavga, doğası gereği zorludur; bu tarihsel yolda, kaybın da hatanın da binbir türü vardır.
Fikri ve hissi kapsayıcılık,
Kendine güven ve moral sebebidir.
İnsan, av öncesi ilk ritüellerden de
İsa’nın çarmıhtaki binlerce yıllık dik duruşundan da
Dayak yeme pahasına erkekle dövüşen kadından da
öğrenir.
Böyle bir devamlılıkta belki yine yenilir.
Ama ayakta kalan tüm yanlarıyla bilenir.
Ve hatayı tekrar etmemeyi,
Aynı yerinden darbelenmemeyi öğrenir.
Yani, önemli olan, hata yapmamak değil, aynı hatayı tekrar etmemektir. Deneyim ve kazanım zincirinin devamlılığını sağlayan böyle bir duruş, yenilenme adına birikim reddine değil, tarihsel hafızadan, hiçbir öznelliğe düşmeden, doğru seçim yapabilmeyi gerektirir. Dünü bugüne tercüme edebilmek, bugün doğru bir duruşun ve yol alışın önemli koşullarından biridir. Marx, “Ölmüş kuşakların geleneği yaşayanlar üzerine bir kabus gibi çöker.” der. Bu, bırakılan mirasa karşı sorumluluk çağrısıdır. Benzer şekilde, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Berlin’deki mezarlarının olduğu anıtta “Ölülerimiz hatırlatıyor.” cümlesi dikkat çeker.
Hatırlamak, yaşatmaktır; yaşatmak, tarihin ölü dokularını değil, diri dokularını yani devamlılığa basamak olmuş doğruları sahiplenmeyi gerektirir.
Bu perspektifle düşünüldüğünde seçim, yalnızca “seçim” değildir. Onyıllarca mücadele veren halkların ve örgütlü öncülerinin, her alan için olduğu gibi seçime dair de bir hafızası vardır. Nasıl ki bu hafıza yok sayılarak, kimin nerde, nasıl ve neden durduğu anlaşılamayacaksa; içinden geçilmekte olan koşulların niteliği ve seçimlere yüklediği işlev bilinmeden, belirlenecek tutum, isabetli/tutarlı bir duruş ortaya çıkarmayacaktır.
Olacaksa eğer, seçim sürecindeki ortaklaşmaların nasıl olacağının; olamıyorsa, bugün neden olamadığının anlaşılması, yukarıda özetlediğimiz perspektifle olguya bakmayı gerektiriyor.
Dünya devrim tarihine dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bugün kullanılan hiçbir araç yeni değildir. Deneyimin sözlü veya yazılı biriktirdiği yerlerden çekip aldığımız önermeler, bir gece ansızın oluşmamıştır. Kimi tartışmalar, pratikle eşgüdüm halinde onyıllarca sürmüştür. Bu nedenle, sınıflar mücadelesinin 11 Haziran’ı da, 13 Haziran’ı da olduğu unutulmamalı, bu bağlamda da yapıların, 12 Haziran seçimini kendi uzun vadeli programları içerisinde değerlendirmemeleri, bir öznelleşme olarak görülmelidir.
14 Mayıs 2011
DEVRİMCİ HAREKET