DÜNYANIN HIZLI ÇARPAN KALBİ ORTADOĞU,
12 HAZİRAN SEÇİMLERİ VE YÖNTEME DAİR
Geniş Ortadoğu coğrafyası, tüm dünyanın dikkatini üzerine çekecek boyutlarda ısınmışken; Türkiye, deyim yerindeyse, dışsal dinamiklerin gölgesinde bir seçim süreci yaşadı.
Nitekim, seçimler biter bitmez, başta Suriye olmak üzere, yine gözler bölgeye çevrildi. Bu durum, temel-tali ilişkisini doğru kurarak, gerek bölgeye gerekse seçimlere dair isabetli değerlendirme yapabilmenin önemini arttırmıştır. Bu nedenle biz, yönteme dair bir girişle başlamayı daha uygun gördük.
BİR KEZ DAHA YÖNTEM VE FİKRİ TUTARLILIK ÜZERİNE
Özellikle solda durup değerlendirme yapan, emperyalizmden söz eden her kişi (veya yapı), emperyalizmin on yıllara yayılan planlamalar yaptığından, işi tesadüfe bırakmadığından ve dolayısıyla stratejilerin bir gece ansızın oluşmadığından söz eder. Ne var ki bunun sözden fiile, soyut bir vurgudan gündem tahliline taşınması zordur. Bu nedenle de olguları, neden-sonuç ilişkisinden savaşta haklılık ölçütlerine ve dolayısıyla nerede nasıl taraf olunması gerektiğine kadar, bütünlüklü bir isabet içinde ele alan değerlendirmeler, “yok” denecek kadar azdır. Tersine, dizgi-yayın imkânlarındaki gelişme, internetin beslediği kolaycılık, vb. nedenlerle, fikri netleşmeden çok fikri bulanıklık/belirsizlik çapı büyüyor. Buna, emperyalizmin manipülasyonları ve provokatif müdahaleleri de eklendiğinde, sadece bulanıklık oranı değil, “yanlışa iliştirilmiş yazar” oranı da artmaktadır.
Düşünün ki, bunca deneyim ve dersten sonra, emperyalizmin Libya hamlesinde, Kaddafi’nin başarılı olma olasılığını kendine dert (bir tehdit olarak) gören “yazar”lar olabilmekte ve bunlar, kimi sol dergilerde yer bulabilmektedir.
Bugün hala, Türkiyeli devrimci bir yapının, örneğin Chomsky’den daha isabetli değerlendirme potansiyeli bulunduğu; uluslararası zeminde aydın/yazar olarak öne çıkmış (veya çıkarılmış) pek çok ismin, dönemin de özelliği gereği, fikri yeteneklerini liberalizmin etkisinden bütünüyle kurtaramadığı, şu veya bu oranda sistemden etkilendiği veya olguya ezilenlerin ideolojisi (ve haklılık ölçüleri) çerçevesinde bakamadığı, ya görülemiyor ya da görülmek istenmiyor. Ve sonuçta, yukarıda da belirttiğimiz gibi Libya’da emperyalist haydutların başarılı olmasını temenni eden bir yazı, sol/halk/ezilenler adına bir değerlendirme olarak kabul edilip önemseniyor.
Diyalektik bağlam içinde, geniş bir perspektifle olgulara baktığını söyleyenler dahil, hemen herkes için geçerlidir; anın öne çıkardığı fotoğrafın sınırları içinde kalındığında, gelişmeler kişilerle veya olguyla yetinilerek değerlendirildiğinde, perspektif daralır, deyim yerindeyse, sorunun kabuğunda kalınmış, içine girilememiş olur. Ve daha da önemlisi, olgular birbiriyle bir toplu resim içinde (bir paradigmaya/konsepte bağlı olarak) ele alınamadığında, bu kez, ya emperyalizmin her hamlesine sanki nitelik farkı varmış gibi bir ad konur, ya da stratejik yönelimdeki her nüans, bir “dönem”i tanımlıyormuş gibi, aynı bütünün içinde “üçüncü, dördüncü,…” dönemden söz edilir hale gelinir.
Sınıfsal bakış açısına sahip olmayan veya böyle bir iddia taşısa da ideolojinin anla bağını kuramayan hemen her kişi ve yapının, öne çıkan (veya çıkarılan) olgularla süreci takip etme, dolayısıyla emperyalizmin medya/iletişim imkanlarının etkisini, yaptığı değerlendirmeye içerme olasılığı yüksektir. Ülkeler, devletbaşkanları, yerel veya bölgesel güçler/örgütlülükler bir anda yazının ana eksenini oluşturabilmekte veya birdenbire konu dışı kalmaktadır. Örneğin Müslüman Kardeşler’in pek çok ülkede örgütlü olduğu veya Hamas dahil, pek çok yere/ülkeye uzanan bir ilişkiye sahip olduğu doğrudur. Ancak bu, sanıldığının aksine, ne homojendir ne de süreci ve yapıların duruşunu tayin eden boyuttadır. Diğer bir ifadeyle Filistin, ne yalnızca Hamas, ne de El-Fetih’tir; ne sadece Müslüman Kardeşler’le ne de Hizbullah’la ilişkilidir. Sünni olmak, o potansiyeli veya duruşunu anlatmak için yeterli bir niteleme değildir. Yarım asırı aşkın süredir Filistin sorunu, Ortadoğu’nun deyim yerindeyse, kalbidir. Benzer şekilde, bölgedeki rol ve duruşu ihtiyaca göre “eğilip bükülse” de İsrail, bir anda harcanan, devre dışı bırakılan, feda edilen bir ülke haline gelmez. Emperyalizmin taş dizişi bu denli basit (veya konjonktürel) değildir. Dikkat edilirse, bu türden rüzgarlara rağbet eden yapıların duruşunu pragmatizm tayin etmektedir. Bu nedenle devrimciler, Wallerstein’i, Tarık Ali’yi veya Negri ve Hardt’ı okumalı, ama parça-bütün ilişkisi dahil, olguları ve bilgileri birbiri ile doğru ilişkilendirebilecek yöntemleri olmalı ve bu yöntem, “enformasyon kirliliği”nden etkilenmeyecek sağlamlıkta, iç tutarlılıkta olmalıdır.
Dünya, emperyalizmin gizli işgalden açık işgale veya yeni sömürge ülkelerde askeri diktatörlüklerden faşizmin rejime içerilerek kamufle edildiği sürece geçişte uyguladığı yöntemleri çağrıştıran bir konseptle karşı karşıya.
Demokrasi, insan hakları, özgürlük en çok kullanılan kavramlara dönüşmüş durumda. Dünya ölçeğinde uzun süreli ve planlı bir aşındırma-geriletme ve başkalaştırma sürecinden sonra, toplumsal dinamiklerle, onları “ortaklaşmış ve iktidarı hedefleyen” bir mücadelenin bileşeni haline getirebilecek ideolojik politik yapılar arasında, ciddi mesafeler, boşluk ve kopmalar oluştu.
Emperyalizm ve işbirlikçi iktidarlar, halkları açık biçimde ezen ve öncülerini fiziki olarak boy hedefi yapan bir duruştan, toplumsal dinamiklere müdahil olan bir duruşa geçti. Elbette şiddeti bir araç olarak bırakmadı. Ama, yönlendirmenin kapsam ve derinliği öylesine geliştirildi ki, emperyalizm iktidarda da muhalefette de var olabilme koşulları yarattı. Halkların özleminin; tepki, öfke ve birikiminin yedeklenebildiği, bir kaldıraç olarak kullanılabildiği bu süreçte, olguları doğru okuyabilme kabiliyeti ile beslenmiş ideolojik-politik perspektif ve Marksist-Leninist öğretinin an’a izdüşülmüş gerekleri, hiç bu denli önemli hale gelmemişti.
Sanıldığının aksine bugün, çok şey söylemek değil, doğru şeyler söylemek önemlidir. Kitlelerin onbinler halinde sokağa dökülmesi, başarı için yeterli bir ölçü değildir. Aynı niceliğin, karşıt niteliklerin yelkenlerini şişiren bir rüzgara dönüşebildiği, artık pek çok örnekle sabittir. Bu nedenle, erinmeden, sıkılmadan; bir başkasıyla yarış için değil, tarihsel ve toplumsal rolü doğru oynayabilmek için; “Bütün dünyanın işçileri birleşin” sloganına “ezilen halkları”ı da ekleyen ve tüm ezilenlerin sorunlarına aynı devrim programının bileşeni olarak çözüm geliştiren, 20. yüzyılın (yani emperyalist çağın) Marksizm’i, Leninizm; hak ettiği ciddiyetle, kavrayış ve kapsayıcılıkta güncellenmelidir. Elbette böyle bir süreç, ne salt teorik, ne salt pratiktir; ama öncelikle, kişi ve yapılar, öznellikten arınmalıdır. Ondan ötesi, zor olsa da belirsiz değildir. Yaşayan öğreti Marksizm-Leninizm, yeni başlayanlar için de, içinden geçilmekte olan tarihsel kesitte birikimini an’a içermek isteyenler için de yeterli referanslara sahiptir.
Böyle bir yöntem ve gerektirdiği kavrayış, kişileri de yapıları da, gösterileni gündem sanmaktan kurtaracak, arka planı görme imkanına kavuşturacak ve çok daha önemlisi, anla ilişkilendirilmiş pragmatizm yerine daha temel ve gerçekçi taleplere dönük politika geliştirmek isteyenlerin elini güçlendirecektir.
Devrimciler hiçbir koşulda, doğrularını nicel kazanımlarla veya tayin edici önemde olmayan başarılarla ölçme durumuna düşmemelidir. Seçim bağlamında söylemek gerekirse, elbette toplumdaki muhafazakârlaşma ve sağcılaşma oranı düşündürücüdür. Benzer şekilde, küfürlü konuşmaların alkışlanması, saldırganlığın normal görülmesi, bir bozulma/çürüme belirtisidir. Bunda çeşitli faktörlerin rolü tartışılabilir, ama devrimciler öncelikle kendi eksiğini tespit etmeli ve uzun süredir, adeta egemen yönlendirmelerin insafına terk edilmiş kitlelere ulaşıp, inandırıcı/uygulanabilir projeler eşliğinde, aradaki mesafenin kapatılmasına kafa yorulmalıdır.
Süreç, gelişmeleri tüm nitelikleriyle kavrayan, bağrında taşıdığı güçlükleri idrak eden ve alternatif duruşu bu ciddiyette örgütleyen, uzun erimli, kolektif iradeli bir örgütlenme gerektiriyor. Bundan ne anladığımızı, daha önce çeşitli biçimlerde açtık. Yine ihtiyaç halinde, açamaya/paylaşmaya devam edeceğiz.
11 EYLÜL SONRASINDA SÜREÇ,
BUGÜNKÜ NATO KONSEPTİNİ HAZIRLAMIŞTIR.
ABD’nin Taliban’la uzlaştığı, günlük basına dahi yansımış durumda. Sürecin bir yerlerinde Rusya’nın da olduğu ve görüşmelerin yaklaşık 2 yıldır sürdüğü biliniyor. Bu gelişme, Ortadoğu coğrafyasında yaşanacaklarla da doğrudan ilintilidir.
ABD’nin 11 Eylül sonrasında dünyadaki dengelerin yeniden kurulmasına sebep olduğu süreç, yalnızca bir güç gösterisi değildi. Yeni bir güvenlik anlayışı geliştirip, yeni bir konsepti dünyaya kabul ettirmiş; Sovyetler’in çökmesiyle, ülkeler arasında kutuplaşma yerine, yeni bir mücadele anlayışı ortaya koymuştu. Böylece, “terör, terörist” tanımları üzerinden, kimin terörist olduğuna dair yeni bir güvenlik anlayışı çizildi ve dünyaya kabul ettirildi.
İşte, bugün sözü edilen yeni NATO konsepti, bu zemin üzerinde gelişti. Bütün dünya, NATO konsepti içinde müdahale edilebilecek bir alan oldu. Buna, ülkeler gibi liderler ve kişiler de dahildir. Bugün Kaddafi, doğrudan hedef alınıyor veya Ladin öldürülüp cesedi okyanusa atılıyorsa (onunla işlerinin bittiği ilan ediliyorsa) yeni bir konsept başlıyor demektir.
Devasa, doğalgaz ve lityum kaynakları bulunan ve “dünyanın çatısı” olma niteliğiyle, stratejik önem taşıyan Afganistan, bugüne dek pek çok çatışmanın ve gerilimin sebebi olurken; orada Çin ve Rusya’nın etkinliğini azaltmak ve dengelemek üzere bulunan ABD, şimdi uzlaşarak çekiliyor. Bu, Rusya’yla bir anlaşmaya da işarettir. Büyük olasılıkla uzlaşı, farklı bir bölgede ABD’nin hegemonyasının önünü açacak şekilde gerçekleşmiştir. Rusya, ABD’nin Ortadoğu politikaları konusunda tepki vermemeye razı edilmiş olabilir. (Anımsanacak olursa, yaklaşık 6 ay önce, beklenen sıcak gelişmeler nedeniyle, Çin ve Rusya’nın Ortadoğu’daki çıkarlarından vazgeçtiğine dair bir değerlendirme yapmıştık.)
ABD’nin Afganistan’dan çekiliyor olması, Ortadoğu’daki işlerin kızışacağını gösteriyor. Tunus’la başlayan süreç, hızlanarak ve kapsam genişleterek büyüyor. Eğer ABD, Ortadoğu’da daha yoğunluklu var olacaksa, bunun nelerin habercisi olduğunu, kriz dahil, resmin bütünlüğü içinde okumak gerekiyor.
Bu, öyle bir süreçtir ki, hem uzun süreli bir planlamanın ürünüdür, hem de basamaklıdır. Bugünün okunabilmesi için 11 Eylül de, o sürecin bugünü hazırlayan karakteri de birbiri ile ilişkilendirilerek değerlendirilmelidir. Bugün hala Ortadoğu’daki gelişmeleri Mısır-Türkiye çekişmesi, Mısır’ın bölgede inisiyatifi yeniden ele geçirmesi, vb. ile değerlendirmeye çalışanların, bütün içinde bu denli küçük bir parçaya bakması ve o parçayı bile yanlış görmesi, yöntem açısından yaptığımız yukarıdaki girişin/uyarının az bile, olduğunu gösteriyor. Örneğin, deniliyor ki “Mısır’ın bu yönelimi, Türkiye’nin Ortadoğu sürecinde kendisine biçmek istediği ‘Liderlik’ rolüne vurulmuş önemli bir darbedir.” Gerçekte ise, Türkiye veya Mısır’ın ne lider olma koşulu vardır, ne de bahsedildiği gibi rolleri önemli çelişmeler içermektedir. Aksine süreç, Türkiye açısından “sıfır sorun” politikasından daha aktif ve açık rol alma politikasına evrilmiş, buna bir karşıt kutuptan çok (toplamda) bir destekleyici bileşen olarak Mısır eklenmiştir. Ortada bir rekabet varsa da bu, “büyük abi”ye (ABD’ye) rağmen fiilen mümkün ve anlamlı değildir.
Anımsanacak olursa, renkli devrimlerin revaçta olduğu süreçte, Sırbistan dahil, söz konusu ülkelerde öne çıkan hareketlerin, isimden ambleme dek benzerliğine dikkat çekmiş ve gelişmeleri ardındaki “tek-el” ile ilişkilendirmiştik. Bugün de Ortadoğu ve K.Afrika’daki gelişmeler arasında benzer bağlar kurmak zor değildir. Ve tabii ki dikkat çekmek istediğimiz asıl mesele, isim veya amblemden öte, yönlendirme-çıkar diyalektiğidir. Yine de meraklılarına, Suriye’deki muhalefetin, “Adalet ve Kalkınma Hareketi” ismiyle örgütlendiğini, Yemen’deki muhaliflerin “Adalet ve Kalkınma Bloku”nda birleştiğini, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in “Adalet ve Özgürlük” ismiyle partileştiğini; bölgede bu ismin, sanılandan da yaygın bir ilgi gördüğünü hatırlatalım.
Daha önce de sıkça belirttiğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu’da İsrail eliyle yapma şansına sahip olmadığı hamleleri Türkiye eliyle gerçekleştirmesi, Türkiye’yi BOP’un uygulanmasında etkili bir bileşen haline getirdi. Davutoğlu’nun bölgede bir kahya gibi dolaşması, Başbakan’ın ve bakanların yoğun trafiği, oluşturulan ortak kabineler, atılan açılım ve entegrasyon adımları, ABD eksenli bir “toplu durum”un gerekleri olarak gündeme geldi. Bu süreçte Türkiye’nin sözü/rolü artmış görünse de uyguladığı politikanın ve bölgedeki kimliğinin büyük oranda bağımlılık/taşeronluk ekseninde geliştiğini, bağımsız ilişki geliştirme alan ve yeteneğinin, kimlik tanımına yansımayacak oranda/sınırlılıkta olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, Ortadoğu ve K.Afrika’da yaşanan hareketlilik, Türkiye’nin “bağımsız görüntü verme” imkanlarını sınırlayabilir. Ama, ne bugüne dek, ne yeni süreçte, küresel politikalar tayin eden bir aktör olarak tanımlanması, doğru değildir. Özellikle kriz sürecinde, adeta tüm kılıçların ekonomi için çekildiği bir tarihsel anda, bölgede yeni sömürge bir ülkenin, ABD’ye rağmen çıkar ilişkileri geliştirdiğini söylemek için, sorunu tanımlayan bilimlerden büyük oranda uzaklaşmış olmak gerekiyor. (Bu değerlendirmemiz., “yeni Osmanlıcılık” tanımını “çok isabetli” bulanlar için de geçerlidir.) Bu nedenle, yeni süreçte Türkiye’nin durumunu, “Arap Baharı’yla beraber boşluğa düşmek” olarak değil, yeni konsepte uygun davranmak olarak okumak, daha gerçekçi olacaktır. Kaldı ki, Türkiye’de 8-10 yıldır biçimlendirilmekte olan sistem, bu yeni konsepte uygun bir sistemdir.
Yine daha önceki değerlendirmelerimizde Türkiye’nin, Ortadoğu’da ABD’nin konuşamadığı ülkelerle ilişki kurduğuna, “sıfır sorun” politikaları çerçevesinde atılan adımların bu kapsamda olduğuna dikkat çekmiştik. Türkiye üzerinden konuşuluyor, planlamalar yapılıyordu. Örneğin, başka ülkelere gitmesi sorun olarak görülen Meşal’in, sık sık Türkiye’ye gelmesi bir sıkıntıya sebep olmuyordu. Ayrıca Türkiye/AKP; Suriye, İran ve Hizbullah’la görüşüyordu. Ve gerçekte bu, (medya özel bir misyonmuş gibi sunsa da) yüklendiği “jandarmalık” kapsamında bir görevdi.
Bugün artık ABD’nin, bölgede Şii hattını parçalayıp, mezhepsel temelde kutuplaşmayı derinleştirerek kendi çıkarlarına uygun yönetimler/ülkeler oluşturmak istediğine dair değerlendirme, bir öngörüyü aşmış, fiili bir gerçeklik haline gelmiştir. Farklı bir mezhepten olsa da Şii blokuyla ilişkisi olan ve bloku güçlendirici bir faktör olarak rol oynayan Hamas’ın koparılması ve devamında El-Fetih’le uzlaştırılması, Türkiye’nin önünde uzun süredir duran ve kapsamlı çalışmalara konu olan bir meseleydi. Hamas’ın Hizbullah’ın deneyiminden faydalanıyor olması, İsrail’i çok rahatsız ediyordu. Emperyalizm, bu rahatsızlıktan kaynaklı olarak, aradaki bu bağı koparma görevini Türkiye’ye verdi. Türkiye de bunun gereğini adım adım yerine getirdi ve sonuç aldı. “One Minute” olayı, İsrail karşıtı söylem, yardım gemileri, bu politikanın başarılı olmasına hizmet eden olgulardı. Ayrıca, TOBB’nin Gazze Şeridi’nde sanayi tesisleri yapması, yardım filoları örgütlenmesi, İHH’nın orada yerleşik çalışmalar yapması, bu kapsamda değerlendirilmelidir. Devamında El-Fetih-Hamas barışı gerçekleşmiş ve Hamas lideri Meşal, Şam’dan Katar’a taşınmıştır. Tüm bunlar, Şii blokunu yalnızlaştırmaya yönelik çabalardı. Bölgede önemli bir desteği olan Hamas’la yakın ilişki, yukarıda da belirttiğimiz gibi Şii blokunu güçlü kılıyor; meşru olan Filistin sorununda, Sünni ve Şiileri ortaklaştırıyordu. İşte bu bağın koparılmasında Türkiye de Mısır da rol almış ve sonuçta bugünkü aşamaya gelinmiştir.
Son kertede ABD dış politikasında, (Irak ve Afganistan’da olduğu gibi) ülkeleri savaşarak şekillendirmekten ziyade, mezhepsel (etnik değil) temelde farklılıkları kaşıyarak çelişmeler yaratıp, istenen sonuca ulaşmak şeklinde, önemli bir değişim yaşandı.
Araplar arasında önemli bir etnik fark olmadığından, “kaşınmak üzere” seçilen olgu, mezhepsel farklılık oldu. Ayrıca, etnik temelde bir çatışma, özellikle Kürt sorunu sebebiyle, çok daha riskli ve kontrolü zor bir sürece sebep olabilirdi.
Bugün ABD’ye karşıt konumdaki kesimlerde Şii çoğunluğun olması, Sünni kesimlere ABD’nin doğal olarak desteği olduğu görüntüsünü veriyor. Kaldı ki ABD, Ortadoğu’da bu hazırlığı “soğuk savaş” döneminde yapmıştır. Türkiye’de, 1950 öncesi ve sonrasında dini yapılar desteklenerek büyütülmüş; Suriye’de, Müslüman Kardeşler Baas yönetimine karşı örgütlenmiş; benzer şekilde, Mısır’da da, o süreçte Sovyetler’e yakınlığı ile bilinen Enver Sedat’a karşı Müslüman Kardeşler desteklenmişti.
İşte ABD, dün destekleyip büyüttüğü bu alt yapıdan, bugün ülkeleri ihtiyacına göre şekillendirmede önemli oranda yararlanmaktadır. Bu bağlamda Yemen’de yaşananlara dünya kamuoyunun sessiz kalması da, Libya’da henüz ortada doğru dürüst çatışma yokken, “insan hakları” savunucusu kesilip müdahale edilmesi de bir tesadüf (veya kendiliğinden/doğal hareketler toplamı) değildir.
Bugüne dek yaptığımız değerlendirmelere bir kez daha dönüp bakmak veya hafıza tazelemesi yapmak, meselenin ne “Arap devrimi/baharı” olduğunu, ne de kendiliğinden işleyen bir “domino etkisi”nin bulunduğunu; aksine, halkların yoksulluğunun, uğradığı baskı ve zulmün istismarını içeren ve “bir hazırlık/test” niteliği taşıyıp, “çok daha zorlu gelişmelere gebe” olan bir sürecin yaşanmakta olduğunu görebilmeyi kolaylaştırır.
Henüz başlangıç (ve hatta test) aşamasında olan bu sürecin hemen her aşamasında “gönüllü taşeronluk” yapmaya hazır bulunan Türkiye’nin, Şii-Sünni temeldeki ayrışma/çatışma dahil, yaşananlardan etkilenmemesi mümkün değildir. 2 Temmuz Sivas Katliamı haricinde, yaklaşık 30 yıldır, Alevi-Sünni bağlamlı çatışmaların yaşanmamış olması, bugün benzer süreçlerin yaşanmasına engel değildir. İşte, AKP’nin seçim sürecindeki gergin üslubunun, salt seçimle ilgili olmadığını söylerken kastettiğimiz, haber vererek gelmekte olan sürecin, çelişmelerle ve çatışma potansiyelleriyle yüklü boyutunun sebep olduğu gerginliktir.
Dikkat edilirse AKP, seçim öncesinde ve özellikle sonrasında, Müslümanlığı, tüm kesimlerin sentezleneceği bir argüman olarak geliştirme eğilimi gösterdi. Bu, bir çeşit hazırlıktı. Çünkü, sözünü ettiğimiz türden bir çatışma ortamının yüklü olacağı problemler, onun da boyunu aşabilir.
Türkiye, bölgedeki gelişmelerde bu denli aktif/doğrudan rol alırken; Suriye, İran, Hizbullah, vb.nin seyretmekle yetineceğini sanmak saflık olur. Yemen’deki olaylar, Bahreyn’deki Şii direnişi ve Irak’ta artan bombalamalar, sadece birer örnektir. Suriye’deki muhaliflerin Türkiye’de toplantı yapmaları; Türkiye’nin, yönetimin değişmesi dahil, Suriye’ye dönük çeşitli taleplerde ve müdahalelerde bulunması, İran’dan çok sert bir yanıtın gelmesine sebep oldu. Hatta, Suriye’de 120 polisin öldürülmesi olayına Türkiye’nin karıştığını, muhaliflere silah sağladığını söyledi. Benzer tepkiler, Suriye’den de geldi. Sınıra yakın bölgelerde bazı eğitim kamplarının oluşturulduğu, bunun ABD’nin denetiminde gerçekleştiği, vb. iddialar söz konusu.
İşte Türkiye, seçimden bu koşullar içinde çıktı. Elbette Kürt sorunu, ülkenin demokratikleşmesi açısından önemini korumaktadır. Bu çerçevede bir anayasa, öncelikli bir ihtiyaçtır, bir taleptir. Ne var ki, ekonomi dahil, resmin bütününü unutup, “AKP için de demokratik içerikte bir anayasa yapmak, öncelikli gündemdir.” demek veya “Kürt yazı” tanımı yaparak, bu yaz Kürt sorununun demokratik çözümünde büyük mesafeler katedileceğini sanmak/beklemek; hem bir yanılgıya, hem de gerek sistemi, gerekse süreci doğru okuyamama, dolayısıyla da rolünü yanlış oynama bağlamında bir eksikliğe işarettir.
Sınıflar mücadelesi, hayatın her alanında (en makro olanından en mikro olanına kadar) ilkelerini hissettirmekte, üzerinden atlamak isteyenlere, bedelinin daha ağır olacağını hatırlatmaktadır. Egemenler/emperyalistler arasındaki her sorun, “ortak çıkarlar” eşliğinde aşılma potansiyeli taşırken, halklarla egemenler arasındaki her yumuşama/uzlaşma tuzak ve yanılgı olasılıklıdır. T.Erdoğan, daha dün “kardeşim” dediği, ödülünü aldığı Kaddafi’yi emperyalist masalarda feda ederken, bunun faturasını Libya halkı ödemektedir. Benzer bir tanım, Suriye ile ilişkiler için de yapılabilir. İsrail ise, seçim sonrasında Dışişleri’nin yaptığı açıklamaya bakılırsa, Türkiye’ye karşı yumuşamış görünüyor. Bu, vb. çelişmeler, ilişki ve dengeler, devrimcilerin duruşunu, ilişkilerini ve hareket istikametini tayin edecek olgular değildir. Buradaki sınıfsal içerik, dolayısıyla tuzaklar görülemediğinde, ne denli güçlü olunursa olunsun, uzatılan elin, “kolunu kaptırmak” anlamına geleceği unutulmamalıdır. Daha açık söylemek gerekirse, sınıflar mücadelesi, “pazarlık veya diyalog masaları”na sığdırılamayacak denli kapsamlı ve boyutludur.
Kaddafi, NATO’nun bombardımanlarına, işbirliği yapan kesimlere ve emperyalizmin (açık-gizli) diğer müdahalelerine rağmen hala direniyor. Bu koşullarda, Esad’ın teslim alınması da kolay değil. Kaldı ki teslim alınsa da veya geriletilse de amaç, demokratikleşme değildir. Kimse, o “yarı-cahilce” ortalığa saçılan değerlendirmelere bakıp, bölgede ciddi ciddi “bahar” havası beklememelidir.
TÜRKİYE, DIŞSAL DİNAMİKLERİN GÖLGESİNDE GEÇEN
BİR SEÇİM SÜRECİNİ GERİDE BIRAKTI
Sınıflar mücadelesinde araçlar, çeşitli olmanın yanında, geçicidir ve işlevleri değişkendir. Seçim, bu araçlardan biridir. Deneyimler göstermiştir ki, bir araca gereğinden fazla yüklenen önem, onun bir amaç olmaya yakınlaştırır. Seçimlerin burjuva siyasal sistem içerisindeki yerine dair, bugüne dek çok şey yazılıp söylendi. Ne var ki, mücadelenin zorunlu etaplarının gerektirdiği uzun ve kısa vadeli programların âna taşınması sürecinde yer değiştiren öncelikler, olguya dair söylemi de duruşu da değiştirebiliyor.
Bizler, gelenekselleşmiş değerlendirmelerin aksine, bu kez de mücadelede başarıyı sandıktan çıkan oyla ölçenler safına dahil olmayacağız. BDP’nin bağımsız adaylarla sağladığı başarı, çeşitli açılardan kutlanmaya değer. Ancak bizler, dostlarımızla sadece törenlerde veya kutlama alanlarında değil, hayatın seçim başarısını çokça aşan alanlarında da ortaklaşmalar temenni ettiğimiz için, tartışma noktalarını hızla “seçim sonrası gerçekler”e taşımayı, bir sorumluluk gereği sayıyoruz. Bu değerlendirmemiz, sandıktan çıkan oy nedeniyle kendini, “Seçimlerin en başarısız partisi” ilan eden TKP için de geçerlidir. TKP’ye bu değerlendirmeyi yaptıran ölçü ile Sırrı Süreyya Önder’e “Meclisi halkların kurucu meclisine dönüştürmeliyiz.” dedirten ölçü birbirine benzerdir. Gerçekte Önder’in söylediği, bir talep/vurgu olarak güzel bir sözdür. Ne var ki, mevcut meclisin “Halkların kurucu meclisi”ne dönüşme ihtimalinin olmadığını bilmek için, sistemi genel boyutları ile tanımak yeterlidir. TKP’ye gelince eğer bu sonuçtan bir ders çıkaracaksa; bizce, seçim olgusuna yüklediği abartılı anlamı gözden geçirerek işe başlamalıdır.
Seçime, bir burjuva partinin yüklediği anlamlara benzer/denk anlamlar yükleyip girmek, o birkaç aylık süreçte estirilen “planlanmış hipnoz”a halkın tabi tutulmasına, niyetten bağımsız olarak, taraf olmayı beraberinde getiriyor. Devrimci/sosyalist partilerin de üyeleri ve adayları, oy sayısına bağlı bir heyecan grafiği yansıtıyor. Hatta bu, çalışma tarzında da gözlenmekte ve kendisine oy vereceği bile belirsiz olan bir kitlenin olumlu çağrışım yapan, ipucu niteliğindeki bir tepkisi bile, abartılı umut tanımlarına sebep olabilmektedir.
Seçim sürecinin genel atmosferi (sınırlı sayıdaki samimi duruşlar dışında) yapay ve şişirilmiş vaatlerle halkın ilgisini/beklentilerini yedeklemeyi amaçlayan manipülatif bir atmosferdir. Ne var ki bu yapay gündem oluşturma ve en geniş kesimleri buna yedekleme politikası, seçim sonrasında devam eder. Çünkü bu, burjuva siyasetin temel eksenlerinden biridir. Nitekim, seçimden hemen sonra, “balkon konuşması”yla beraber startı verilen “Anayasa” gündemi de, sıkça lafı edilen “Başkanlık” tartışmaları da, gerçekte iktidar için öncelikli bir gündem olmaktan çok, gerçek gündemi gölgelemeye yarayan bir kamuflaj malzemesidir. Bir süre sonra anayasa değişikliği gerçekleşse de bu iddiamızın arkasında olacağız. Çünkü, AKP’nin eliyle gerçekleşebilecek değişiklik, olsa olsa egemen sistemin ihtiyaçları çerçevesinde kalacaktır. Bu da, bugün Türkiye’nin/AKP’nin bölgede yüklendiği rolün/işlevin yanında veya ekonominin giderek önlenemez hale gelen sarsıntılarının sebep olacağı sonuçlarla kıyaslandığında, ikincil önemdedir.
Benzer şekilde, başkanlık tartışmaları da yapay, en azından erkendir. Bugün bir başkandan çok daha fazla yetkiye sahip olan T.Erdoğan’ın, kendisini belirli oranlarda da olsa sınırlayacak olan başkanlık için, acelesi olduğu kanaatinde değiliz.
AKP’nin seçim sürecindeki duruşunda, belki de gerçeği yansıtan ve sonrasında istikrarlı biçimde sürdürülecek olan tek olgu, uzattığı “havuç”ların yanında bile, “sopa”yı eksik etmeyen gergin üslubudur/tarzıdır. Yeni süreç, bu tarzı, Türkiye’nin bölgedeki rolünde de ihtiyaç haline getirmiştir. Tam da bu bağlamda, seçim sürecinin ortaya koyduğu kimi sonuçlar eşliğinde, AKP’ye dair bazı değerlendirme ve hatırlatmalarda bulunmakta yarar vardır.
AKP, DEYİM YERİNDEYSE “DEVLETLEŞMİŞ”TİR
Anadolu sermayesinin temsilcisi olarak bilinen ve dini argümanlara, örgütlenmede önemli bir yer veren AKP; başından beri emperyalizmle işbirliği içinde, sanıldığından da planlı ve uzun erimli bir sürecin sonunda, sistemin/devletin yeni süreçte, emperyalist politikaların gerektirdiği ihtiyaçlar çerçevesinde yapılandırılmasını tamamlamıştır. Yasama, yürütme ve yargı dahil, üst bürokrasiden orduya, polisten genel anlamda güvenliğe kadar her alanda, amaçlanan değişim yaşanmıştır. Bunu, AKP’nin devleti ele geçirerek kalıcı bir siyasal yapılanmaya dönüşmesi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nedenle, artık seçimle indirilmesinin çok zor olduğunu, indirilse de gücünü koruyacağını söyleyebiliriz.
Tutucu-sağ kesimlerin %70’e varan oy oranı, AKP’nin hedefindedir. Bu seçimde DP, Saadet Partisi, vb. örgütlenmeleri büyük ölçüde eritti. MHP’yi parçalama gayretleri ise sürmektedir. Önümüzdeki süreçte AKP’den bu çerçevede atraksiyonlar beklenmelidir. Dengeler, “Sağ=AKP” denklemine doğru zorlanmaktadır. AKP’nin gerek ekonomik nedenlerle, gerekse Ortadoğu’da alacağı roller bağlamında duraksamaya tahammülü yoktur. Çünkü, ABD’nin acelesi var ve bu konuda bastırmaktadır. Bu nedenle, gerek kendi içinde bir çatlama olasılığında, gerekse başka nedenlerle, ihtiyaç duyulması halinde, CHP’nin içinde meclise giren “sağ kökenli” milletvekillerinin yedeklenmesi, bir olasılık olarak görülmelidir. Yani AKP’nin meclisteki gücü de 326’dan ibaret değildir. Bu gerçeklik ışığında, seçim sonuçlarına bir daha dönülüp bakılırsa, “sandık, bir sınav yeri olarak görülmemeli; onunla yetinmekten ise özenle kaçınılmalıdır.” derken ne kastettiğimiz daha iyi anlaşılır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi AKP’nin eliyle gerçekleştirilmekte olan değişim, bir inşaat olarak tanımlanacak olursa, bu inşaat büyük oranda tamamlanmıştır. Tabii bu, bir durma, bekleme veya rahatlayarak halkı gözeten demokratik adımlar atma süreci olarak görülürse, büyük bir yanılgı olur. Tersine, seçim sloganlarında söylediği gibi AKP, yaklaşık 10 yıldır istikametinin temel niteliği sayılan; emperyalizme hizmet ve halklara saldırı ekseninde “durmak yok” diyecek ve daha “ustaca” rolünü oynayacaktır. Örneğin, ABD’nin bölgede alınmasını istediği görevler paralelinde TSK’nın komuta kontrol mekanizmasında, pürüzlerin ayıklanması ve bu bağlamda terfi edecek subayların önünün kesilmesinin güvenceye alınması konusunda, geçen döneme oranla AKP, daha “ustaca” davranmış, işi ne şansa, ne pazarlığa, ne de “Şura”ya bırakmamıştır. Son günlerde gerçekleşen tutuklamalar, Balyoz, vb. ile ilintili görünse de gerçek nedeni budur.
Bu süreçte, sanayinin ve ekonominin militarize edilmesine dair muazzam bir hazırlık da mevcut. Nükleer silahtan savaş uçağına, ağır tanklardan uzun menzilli füzelere kadar uzanan bir planlama söz konusu. Özel sektör bu konuda özendiriliyor. Sadece, insansız hava aracı üretme konusunda 8 firma çalışmakta, teknoloji geliştirmektedir. Ekonominin militarize edilmesi, ticareti geliştirir. Ne var ki üretim sürekliliği tüketimi, dolayısıyla savaşı, saldırgan bir duruşu gerektirir. T.Erdoğan’ın gergin/saldırgan duruşu bir de bu konu bağlamında (toplumun militarize edilmesi ve gerginliğe hazırlanması açısından) değerlendirilmelidir.
Bölgede ABD tarafından aktif görevlerle donanmış Türkiye, çok uzun ve zorlu bir sürece hazırlanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırlar dahil, Ortadoğu, kriz koşullarında yeniden dizayn edilmektedir. Bu sürecin, ateşi tutmak üzere “maşa” rolü Türkiye’ye verilmiştir. Türkiye’nin bölgeye aktif bir şekilde müdahalesi, Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu boyutta olacaktır. 20 yıllık ambargo ile zayıflatılmış Irak’ta bile hâlâ istenen aşamaya gelinemediği düşünülürse; Türkiye’nin Suriye, Irak, Filistin, vb. için çözüm olacağının da bir hayal olduğu ve bir bataklığa doğru sürüklenme halinin yaşandığı söylenebilir.
İktidar olduğu süre boyunca, geleneksel burjuvaziye rağmen, farklı bir odağın burjuvalaşmasının/büyümesinin önünü açan, tarikat ilişkileriyle, eğitim ve sivil toplum kuruluşlarıyla halkı örgütleyen, büyük oranda devleti, özelde emniyeti ele geçiren, TSK’yı istenen hizaya getiren AKP, azımsanmayacak bir deneyim biriktirmiştir. Bunun bölgeye dönük boyutu da vardır. Örneğin Barzani ile ilişkileri geliştirmiş, ekonomisini üstlenip tarikat ilişkileri ve parasal kaynaklarla işbirliğini büyütmüştür. Eğitim kurumlarının çoğu, Fethullah cemaatinin elindedir. Benzer şekilde Suriye ile de ilişkiler kurulmuş, vize kaldırılmış, ekonomik temelli pek çok işbirliği anlaşması yapılmıştır. İşte AKP, bu ilişkileri, güç ve imkanlarıyla Türkiye (gerçekte ABD) adına Suriye, Irak, vb. ülkelerle masaya oturduğunda, çıkar ve tehdidi bir arada kullanmaktadır. Sahip olduğu ekonomik, siyasi, dini, vb. ilişkiler üzerinden Türkiye’nin, zamana yayılmış biçimde belki amaçlanan değişim konusunda mesafe alması da söz konusu olabilirdi. Ne var ki ABD’nin acelesi var. Bugün Türkiye’ye dayatılan adımlar, bu aciliyet çerçevesindedir. Daha kapsamlı bir tanımla söylemek gerekirse; 2001’den bugüne dünya ölçeğinde yaşanan süreç, nasıl aynı zamanda bugünkü NATO konseptine dünyayı razı etme niteliği taşıyorsa, Türkiye’nin aynı süreçte AKP eliyle biçimlendirilen “değişim”i, bundan sonra bölgede alacağı aktif rol için bir ön hazırlık niteliği taşımaktadır. Süreç, bir yanıyla yeni döneme evrilmiş, diğer yanıyla devam etmektedir.
SONUÇ YERİNE
Bugün artık, seçimden güçlenerek çıkan ve sadece kendi muhalefetini değil, bölgedeki “karşıtlıkları” yönetme işleviyle donatılmış bir AKP var. Bu, artık oturmuş (ustalık dönemi) örgütlü bir yapıdır. Devletin üst kademelerini büyük oranda ele geçirmiştir. Sırada, orta ve alt kademelerin şekillendirilmesi vardır. Bundan sonra, kendisinden olmayanlar, memur dahi olamayacaktır.
Hopa’da da devamında da yaşananlar (Ankara’daki tutuklamalar, Hopa’da genişleyen yeni soruşturmalar ) devletleşen AKP’nin duruşuna, güç ve imkânlarına işarettir. Bu durum, ânı da geleceği de (taşıdığı baskıcı ve antidemokratik nitelikler itibariyle) doğru okumanın ne denli zaruri olduğunu gösteriyor. Oy tercihlerinden hareketle halkı suçlamak veya kimi yerel (veya dar grup) avantajlarına bakarak gidişattan diğer devrimci/dost yapıları sorumlu tutmak, kimseye bir yarar sağlamaz. Çünkü, gelmekte olan karşıdevrimci dalga, böyle bir ayrım yapmayacaktır.
Bugüne dek, bu zulüm ve sömürü düzeninden çıkarı olmayanların güç ve imkanlarını ortaklaştırarak, halk lehine iktidarı geriletme konusunda en azından “nasıl olmaması gerektiğine” dair ders çıkarılmış ise; bu bile bir şanstır/avantajdır. Seçimdeki bağımsız aday başarısı, “bir model, bir ölçü” olarak kabul edilip, bizim (ve benzer dostlarımızın) yaptığı uyarılar/çağrılar, anlaşılmak yerine, somutlanmış bir başarıya direnç gibi algılanırsa, korkarız ki mevcudun da gerisine düşmek dahil, çok daha zorlu ve sıkıntılı günler yakındır. Klasik olacak; ama, yarın çok geç olabilir!…
3 TEMMUZ 2011
DEVRİMCİ HAREKET