Solda kapsam büyüterek yaygınlaşan bir kafa karışıklığı, özgüven problemi ve pragmatizmle; reel politiğe yenik düşmüş ilkesiz bir duruşla karşı karşıyayız. Bu durum, aşağıdaki değerlendirmeyi ve çağrıyı ihtiyaç haline getirdi.
Burjuva siyasetin/partilerin özelliği, kendi programını halkın programıymış gibi göstererek, tüm sorunların hükümet değişimi ile aşılacağı izlenimi bırakarak sistemin varlığını ve devamını güvenceye almaktır.
Bugün olduğu gibi, İslamcılık ve piyasacılık kıskacına alınmış olan halka bu konuda hiçbir şey vaat etmeden, bu alanda hiçbir değişim öngörmeden, tersine sermaye güçlerine kendini beğendirme yarışına girerek alternatif olunmaz, olsa olsa birbirinin muadili olunur.
Bugünkü muhalif toplamın en sık kullandığı kavramlardan, vadettiği “çözümlerden” biri de restorasyondur. Restorasyonun kelime anlamı, yıpranmış/bozulmuş bir yapıyı aslına uygun biçimde onarmak ise bu, bir çok açıdan sorunlu/tartışmalı bir konudur.
İnsan (dün, bugün ve yarın bağlamında) “üç boyutlu” yaşayan bir canlıdır. Bu bağlamda, birincisi, geçmişin hafızası yok sayılamaz. İkincisi, sermaye düzeninde gerçekleşmiş olan yıkımlar, bizzat sermaye iktidarı tarafından sermayenin aleyhine bir restorasyonla giderilemez.
AKP’nin son yirmi yılı, son kırk yılın devamı niteliğinde. Bunu salt AKP ile açıklamak, örneğin emperyalizmin müdahalesinden, Kemal Derviş sürecinden vb. kopuk düşünmek, o gün alınan kararların 24 Ocak Kararları’nın devamı ve güncellenmesi olduğunu görmeyi zorlaştırır. Bu da neden seçim sonrasında yeni bir “Derviş programı” ile karşı karşıya olacağımızı anlamayı güçleştirir.
Neden bu durumdayız?
Neden, solun önemli bir kesimi reel politiğe teslim olmuş ve derin hiçbir konuyu, nitelikli hiçbir değişimi tartışmaya tahammülü kalmamış; neden devrimci sol yapılar bile “sosyaldemokratlaşmış” durumda; neden tüm yumurtalar seçim sepetine dolduruluyor ve adeta daha iyisi mümkünken bundan kaçınılıyor?
Dünyada parlamenter sistem, bizzat onun tarihsel kurucusu burjuvazi nezdinde giderek önem kaybederken ve sınıflar mücadelesi bunun dışındaki araç ve yöntemlerin önemini artırmışken, Türkiye solunda neden bu denli önemli hale geldi? Devrim ve Komünizm iddialı bir yapı, bir veya birkaç milletvekili sokabilmek için neden ilkesel hatalar yapar ve tarihsel duruşunu alt üst eder?
Solda azımsanmayacak bir kesim, iradeyi tamamen Altılı Masa’ya bırakmış durumda. Onlardan ciddi ciddi kamulaştırma, tekellerin özelleştirdiği şirketlere el koyma veya tarikat ve cemaatleri dağıtma gibi işlevler bekliyor; kimileri de halkın güncel ve acil taleplerine yabancılaşmış biçimde Sosyalizm veya Komünizm amacından söz etmekle yetiniyor.
Bu, halkın sorunlarını sahiplenmek değil yok saymak veya hafife almaktır. Daha da önemlisi, sahte çözümlerle oyalayarak, yanıltarak kendi yolunu çizmesinin, kendi sorunlarına sahip çıkmasının önüne geçmek, sınıflar mücadelesinin sermayenin istediği mecrada akmasını sağlamaktır. Dolayısıyla muhalif toplumsal dalgayı hedefine taşımak değil istismar ederek hedefinden uzaklaştırmaktır.
Altılı Masa nedir veya ne değildir?
Altılı Masa’yı oluşturanlar, geçmişlerinden ders çıkararak değil bagajlarıyla bu toplama katılmış durumdalar. Dolayısıyla da ortada uyumlu veya halk için oluşturulmuş bir toplam yok. Babacan ve Davutoğlu, AKP’siz AKP amacını taşırken, Akşener HDP düşmanlığında Bahçeli’den geri kalmıyor. Saadet de bildiğimiz Saadet. Son ankette adı bile geçmeyen DP’den söz etmeye bile gerek yok. CHP’ye/Kılıçdaroğlu’na gelince sermayeye görücüye çıkmış durumda; “itfaiye” rolü oynayarak halkın sokağa çıkmasını önelemek de görevleri/işlevleri arasında.
Böyle bir ittifakın 2017’de referandumda “hayır” sandığında oluştuğunu düşünerek bu toplamla benzerlik kurmak yanıltıcı olur. Birincisi, oradaki ayrışma “evet-hayır” biçimindeydi dolayısıyla da sandıkta fiili ortaklaşma mümkündü. İkincisi, orada verilen oy bir sermaye programını onaylamak değil, rejimi daha da geriye götürecek olan bir değişime “evet” veya “hayır” demekti. Benzetilecek ise (biraz zorlama ve eksik olsa da) Cumhurbaşkanlığı seçimine benzetilebilir. Kaldı ki cumhurbaşkanlığı seçimi parlamento seçimiyle iç içe geçmiş, dolayısıyla da bir sermaye programının onaylanması niteliği kazanmıştır.
Ortada iki sermaye programı var. Bu durumda “ben daha iyi yönetirim” demek, genelde emperyalizme özelde tekellere “programınızı ben daha iyi uygularım” demektir. İşin garip tarafı bunun gizli-saklı bir tarafı yok; kartlar açık oynanıyor. Her iki durumda da kazanan, sermaye kesimleri olacaktır. Buna rağmen yaşanan uyumsuzluklar, sermaye aklı ve tercihleri açısından nüans düzeyindedir. Ve daha çok partilerin kendi ikbali ile ilintilidir.
Altılı Masa’da burjuva siyasetin, tercih ve değerlerin tüm nitelikleri var. Halk yalnızca “seçmen” olarak, seçmenler de pasif özneler olarak görülmekte, talepleri siyasal metinlere de programlara da yansımamaktadır. Daha da önemlisi, yer yer ajitasyon/propaganda bağlamında halkın kimi beklentilerine dokunulsa da bunun muhtemel hükümetin siyasal bileşiminde ve sınıfsal niteliğinde fiili karşılığı olmayacaktır.
Anımsatmalar ve sorumluluk çağrısı
Daha öncesini saymasak dahi, halk 20 yıldır hak etmediği kayıplar, sıkıntılar, yokluk ve acılar yaşıyor. Bu süreçte giderek büyüyen ve toplumsal bir dalga potansiyeli taşıyan bir öfke ve enerji söz konusu. Bu enerjinin, birbirinin muadili olan burjuva partilerin yelkenlerini doldurması, 1980 öncesinden bugüne bilinen, deneyimlenmiş bir durumdur. Aradaki fark şu ki devrimciler, 1980 öncesinde burjuva siyasal alan dışında alternatif oluşturmakta, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair teorik ve pratik bir duruş sergilemekteydi. Hatta CHP’nin yer yer kendi sınıfsal programının sınırlarını zorlar hale gelmesinde devrimcilerin fiili/iradi ağırlığı oluyordu.
O günden bugüne yaşanan süreç, özellikle son 20 yılda hızlanarak çok şeyi değiştirdi. Emperyalist sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması, özelleştirmelerin ve sömürgecilik ilişkisine uygun olarak gerekli tasfiye ve kurumlaşmaların tamamlanması sonrasında bugün, bu yazının sınırlarını zorlasa da (1970’li yıllarda daraldığından bahsettiğimiz) devrim programının genişlediğini yani devrim sorunu olarak niteleyebileceğimiz meselelerin sayıca arttığını, örneğin bugün çeşitli arkadaşların/yapıların her vesile ile gündeme getirdiği kamulaştırmanın da cemaat ve tarikatların dağıtılmasının da bir devrim sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Bu, ne sorumluluktan kaçmak ne de seçimlerin önemini yok saymaktır. Aksine birbirinin karşısına konulmaması gerektiğini düşündüğümüz gerek sandığa gerekse sokağa dönük sorumluluk çağrısıdır. Solu sol yapan, dünden bugüne taşıyan ve bugün bırakalım geçersizleşmeyi daha bilinçli bir savunu ve sahiplenme gerektiren temel tezler ve değerler adına bir çağrıdır.
Daha önce de söylediğimiz gibi devrimci sol güçler hızla karar vermelidir: Günü mü kurtaracağız, yoksa geleceği fethe mi çıkacağız? Kolaya mı kaçacağız yoksa zoru mu başaracağız? Ehvenişeri tercih edip azla mı yetineceğiz, yoksa “kırıntı değil dünyayı istiyoruz” diyenlerden mi olacağız? Özetle; savaş denince, yalnızca sıcak savaşı mı anlayacağız yoksa sınıf savaşını da mı? Barış denince, mücadelesizliği mi anlayacağız yoksa Lenin’in dediği gibi barış çağrısına doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşlik etmesi gerektiğini mi? Bu sorulara verilecek doğru yanıt, aynı zamanda nerede olunması ve ne yapılması gerektiğinin yanıtıdır.
17 Ocak 2023