Devrimcilik,
Güne dair enstrümanlarla yeniden besteleyebilmektir yaşamı.
Ciğerlerin özgür soluklarla büyümesi,
ellerin emekle güzelleşmesidir.
Kardeşliği yoldaşlığa yükseltip,
aynı solukta sonsuzluğa dalabilmek,
Birbirine çarparak değil sarılarak yol alabilmektir.
“İnsan 16 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür.18 olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. 20 yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar 25 yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder. Ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür…” diyor Tarkovski. (Mühürlenmiş Zaman)
Elbette mesele bu denli rakamsal değil ama burada anlatılan gerçeklik, günümüz gençliğinin sokulduğu “erken tükenme” kulvarını özetliyor. Şimdi Tarkovski’nin çizdiği sınırların dışına çıkıp söylersek, devrimcilik yaş aldıkça tükenen değil yeni doğumlarla zenginleşip kapsam büyüten bir yaşam biçimidir.
Tecrübe ve birikimlerimiz sınavdan geçiyor
Bugün insanlık, sınıflar mücadelesi tarihi boyunca, egemenler ve sınıfsal çıkarları adına biriken tüm bilgi ve tecrübelerin saldırı çapını büyütecek şekilde güncellendiği, sorunları ağırlaştıran zorlu bir süreçten geçiyor. Deyim yerindeyse tüm öğrendiklerimiz, tüm tecrübe ve birikimlerimiz sınava giriyor.
Sorunların olduğu kadar, çözüm arayışlarının da bulandığı, sistemle arasında kalın çizgiler çekmesi gereken alternatif arayışlarının, nitelik bozucu sızıntılara açık hale geldiği bir dönemden geçiyoruz. Niteliğin yerini giderek biçim ve sembollerin aldığı, güncel üretimin anılarla ikame edildiği bu süreçte artık, ihtiyacın doğru tanımı nelerin yitirildiğinin doğru tanımı ile yakından ilintilidir.
Semboller, kişiler, anılar, köken ve benzeri elbette önemlidir. Ne var ki emperyalizmin, küresel yalan havuzunda halkları boğmayı yeni bir siyaset tarzı olarak geliştirdiği; ezileni ezilene, özneyi bizzat kendisine tasfiye ettirerek veya itaatin/rızanın içselleşmesini sağlayarak karşıtlarını zayıf düşürdüğü günümüzde, anılarla yetinmek olsa olsa, bir emeklinin nostaljik ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eder.
Tepki ile gereklerini yerine getirme arasında bir açı veya bir çeşit suni denge bulunuyor. Tepki/öfke var ama aktif hale gelmiyor; gereği yerine getirilmiyor. Memnuniyetsizlik ile alternatifsizlik birbirine eşlik ediyor, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inançsızlık; hiçliği, değersizliği, bireyciliği besliyor. Baskıya, sömürüye veya savaşa karşı çıkma, bundan kaygılanma ile bunlarla mücadelenin gerektirdiği örgütlülükten uzak durma hali, bir çeşit suni dengenin oluşumuna sebep oluyor. Gezi gibi pratiklerde bir yol alındıysa da bu dengenin çözüldüğü/kırıldığı söylenemez. Bunda neoliberalizmin çözen, dağıtan, bireycileştirip giderek değersizleştiren, hiçbir şey için bedel ödemeye değmez dedirten etkisi yadsınamaz.
Haziran’da görüldüğü gibi hegemonyaya, dayatmaya, tektipleştirmeye karşı çıkmak güzel ancak bu, bir noktadan sonra bugünün gençliğinin ağzından çokça duyduğumuz, “kendi sözünü söyleme, kimseden talimat almama” kaygısı eşliğinde her türlü örgütlülüğü, kolektif iradeyi reddetme noktasına varıyor. Bugün alternatif arayıcılarının yaşadığı sıkıntılardan biri de budur.
Neoliberalizm koşullarında devrimcilik
Neoliberalizm, salt belirli bir olgu üzerinden anlatılınca eksik kalır; hayatın her kesitine izdüşümü vardır; parçalarken, kişiliği de ahlakı da üretim bandı ve hizmet alımını da parçalar; taşeronlaştırma da asimilasyon da “marifetleri” arasındadır; bu süreçte savcıyı uyuşturucu baronuna, devlet başkanını vergi kaçakçısına çevirecek kadar kural, ahlak ve ölçü yitimi gerçekleşir; metalaştırma, bir dönemin kamusal alanlarının pazar-piyasa ilişkisine dahil edilmesiyle yani özelleştirmelerle sınırlı kalmaz; bu süreçte artık “ozon sertifikası” bile pazarlanır; eriyecek buzulların altındaki madenlere yatırım yapılır.
Bugün 50 yaşında olanlar işte bu neoliberalizm koşullarında doğup büyümüşlerdir. 20-30 yaşında olanlar, koşulların daha da ağırlaştığı dönemde gençliğini yaşadı/yaşıyor. Buna rağmen devrimci olabilmek bir başarı ve takdir konusudur. Bireyci yaşamın sınırları içerisine kaçarak “birey” olarak kalmak bir başarı değil bir kayıptır, devrimcilik ise bir kazançtır. Kendi kabuğu içine çekilmek o kabuk kadar ilişkiler oluşturmak, büyük ölçüde üretimin değil tüketiminin insanı olmak aynı zamanda kişiyi de tüketir.
Bu koşullarda devrimcilik, özgürleşmektir; devrimi, sosyalizmi bugünden yaşamaktır; deyim yerindeyse daha derin soluklanmak, yaşamın derinine inmek yaşamın daha derininde ve daha mavi sularında yüzmektir. Örgütlülük, neoliberalizmin dokusunu bozduğu kardeşliğin, yoldaşlaşmayla karşılanmasıdır.
Bugünün ilişkilerinde ve hayata bakışta özün kaybolması, biçimin öne çıkması bir kazanç değil bireyin kolaya kaçma halidir. Aristo‘nun söylediği gibi “ruhsal güzellik bedensel güzellik kadar çabuk görünmez.” Bugünün neoliberal bireyinin acelesi var. Emek harcayarak, üreterek güzellik oluşturmak, bunu görmek, bunu göstermek ve bunu yaşamak yerine büyük ölçüde bedensel/biçimsel güzellikler, aceleye getirilmiş ilişkiler üzerine yoğunlaşıyor. Halbuki, ruhsal güzellik üzerinden yol almanın, bunu paylaşmanın, sevda ilişkilerinde bunu yaşamanın anlamını ve önemini kaçırmak; yoldaşlık ilişkilerinde bunun anlamını önemini yaşamamış olmak büyük bir kayıptır. Kesinlikle devrimciliğin bilinmez bir uzaklıkta devrim denen “cennet” için fedakârlık yapmak dışında doğrudan ana, güne, her bireyin bizzat kendisine kazandıracağı tarifsiz mutluluklar vardır. Özetle neoliberalizm koşullarında devrimcilik daha zor ama daha anlamlıdır.
Nereye nasıl bakacağız?
Devrimciliğe, hayatın ve mücadelenin neresinden bakacak, hangi örnekleri, hangi özneleri ve mücadele kesitlerini ölçü alacağız?
Devrimciliği ister “Son sahnenin perdesi açıldı. Dostlarım, hepinizi sevdim. Nöbeti teslim ediyorum!” diyen Julius Fuçik’ten, ister Cesur Yürek filminin son sahnesinde, af dilemesi beklenirken “Özgürlük” diye çığlık atarak son noktayı koyan William Wallace’dan, ister filmde “Ben hayvan değilim” diye bağırarak kendisine sunulan kadını reddeden Spartaküs’ten, isterse de sehpaya gülümseyerek giden ölümsüzlerden öğrenelim; sonuçta göreceğiz ki insanlığın ürettiği en rafine değerlerle tanımlanan bir yaşam biçimidir devrimcilik.
Dar tanımlardan ve bu türdeki kısır bağlamlardan kurtarıp incelediğimizde devrimciliğin; insanlık tarihi boyunca gerekleri güncellenen ama insanın değişiminin temel dinamiğine içerilmiş halde bulunan, tüm zamanların güzelleşme ve güzelleştirme eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu uzun soluklu tarih boyunca kötülüğün kalelerini yıkanlarla alternatif arayıcıları fiziki olarak yan yana gelmemiş de olsa son tahlilde birbirini tamamlamış, ileride devrim ve sosyalizm olarak kavramsallaştırılacak özgürleşme ufkunun ön basamaklarını döşemiştir.
Gündelik hayat, yol ve yoldaşlık
Gündelik hayatın eleştirisi de kazanılması da geleceğe uzanan basamak niteliğindedir. Gündelik hayata tercüme edilmiş bir programa elbette ihtiyaç var. Ne var ki dün-bugün diyalektiği gibi bugün-yarın diyalektiği de anı anlamlı/içerikli biçimde yaşamanın zorunlu koşuludur. Aksi takdirde “an” içi boş bir zamana dönüşür. Bugün giderek daha yaygın biçimde rastladığımız gibi emek gerektiren uzun erimli projeler yerine anın tüketilerek yaşanması tercih edilmekte ve sonuçta yaşamın bizzat kendisi anlam yitimi eşliğinde sorgulanmaktadır.
Susanna Tamaro, “Sessizlik Bir Erdemdir”de hayatın zorunlu akan rutinini ve bu koşturma sonunda yaşanan tükenmeyi anlatır. Devamında da “Bu nedenle mi, diye soruyordum kendime, bu nedenle mi geliyoruz dünyaya?” der. “Hayat, tekdüze bir zaman ve enerji kaybı değilse, nedir?” diye sorar. Benzer şekilde Erich Fromm, “Özgürlükten Kaçış”ta insanların peşinden koştukları amacın, bizzat kendilerinin istediği şey olup olmadığını sorgulamadıklarına, “Bütün bunları isteyen gerçekten ben miyim?” diye sormadıklarına, o sokuldukları ortamın/ölçülerin gereği olan sınavlar/ölçüler dahilinde biçimlenmiş “red ve kabuller” içinde hareket ettiklerine dikkat çeker. Gerçekte insanın içine sokulduğu koşulların gereği bir mutluluktur söz konusu olan. Bu, bir çeşit “zorunlulukların esiri olmaktır” ki orada bırakalım gerçek mutluluğu, özgürlük de yoktur.
Hayatın kılcallarına kadar sinen kapitalizm ve sistemin her anımıza müdahale imkanına sahip mekanizmaları karşısında artık önümüzde iki seçenek var, ya tam teslimiyet ya da kesintisiz devrim. İçi yeter ki doğru doldurulsun ve anlam bağlamı doğru kurulsun, devrimcilik ve onun mayasını oluşturduğu yoldaşlık ağı, bugün için en güzel kardeşlik, en gerçekçi aile ve en kopmaz insanlık bağıdır.
Uruguay’ın askeri diktatörlüğünde kesintisiz işkenceyle geçen 12 yıllık tecritin anlatıldığı “Duvardaki Sarmaşık Gibi” adlı kitapta, “Ve son şiirim olsa da bu, dikkafalı ve hüzünlü içine kapanık, ama eksiksiz tek bir sözcük yazardım: Yoldaş.” ifadesine yani tek kelimelik şiire rastlamak bir tesadüf değil; o pratikte, o hayat kesitinde sınanan, kardeşlik tanımına dahi sığmayan, koşullar üstü bir ilişkidir bu; Jack London’un “Devrimcilerin yoldaşlığı coğrafî sınırları geçer, ırka ilişkin önyargıları aşar” dediği durumdur. Türkiyelileştirerek söylersek, Mahir’le Ulaş’ın mahkeme salonundaki, sözcüklere sığdırılması zor nitelikteki kucaklaşmasıdır yoldaşlık. Bugün ya kolaya kaçacak, yaşamın ve devrimciliğin kabuğunda dolaşacak ya da “emekse emek bedelse bedel” diyerek anlam ve derinliği yakalayacağız.