Dünya ölçeğinde sistem, yaklaşık 100 yıldır rastlanmamış bir krizle boğuşurken, sadece Türkiye’de değil, bölgede taşlar emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden dizilirken, fikri ve fiili yol gösterici olması gereken devrimciler, neden bu denli devre dışı ve etkisiz konumdalar? Bu soru, bugün devrimciliğin değiştirici gücünün şu veya bu oranda bilincinde olan hemen herkesin gündemindedir.
Özellikle 1989’daki çözülmeler sonrasında, dünyada sol, öyle çok “cep”ten, birikimden yedi ki, öyle çok içe ateş etti ki, bugün hala geçerli olsa da Marks’ın 11.Tez’indeki, anlama ile değiştirme arasındaki denge değişti. Elbette bugün de aslolan dünyayı değiştirmektir. Ama kendi suyumuzu o kadar bulandırdık ki, “anlama”nın önemi yeniden öne çıkmış durumda.
Marks’ın aynı tezine gönderme yaparak diyebiliriz ki, bugüne dek insanlar, güzelliği yaşamaktan çok, ona dair bir retorik üretmekle yetindi, oysa aslolan güzelliği yaşamaktır. Bu, bir “anı yaşa!” vurgusu değildir. Aksine, sözle fiil arasındaki açıyı kapatma ve aforizmalarla yetinmeme çağrısıdır.
Somuttan soyuta akıl imbiği ile çekip aldığımız, ama her gün yeniden muhakeme edilmeyi gerektiren fikri hazinemiz, artık bir yorgunluk sebebiyse ruhsal seçeneklerimiz içinde; bu, fiziksel yorgunluktan çok daha büyük bir ayak bağıdır, yaşam yolunda. Elbette insansı tüm birikim ve inceliklerden uzakta kendine bile yabancı bir yaşam sürmek mümkün. Ama, insansı tüm birikim ve inceliklerin kıvrımlarında bir kaşif heyecanıyla soluk soluğa bir yaşam sürmek istiyorsak; “Goethe ile sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür.” (Fernando Pessoa) gerçekliğini yok sayamayız.
Gerek internet, gerekse yayın teknolojisinin gelişmesi, kalitenin niceliğin arasında kaybolduğu bir fikri yığılma yarattı. Buna, algının yönlendirilmesine dair bilinçli bulandırmaları da eklediğimizde, netleşmenin neden eskiye göre çok daha zor ve önemli olduğu görülür.
Bugün kimileri, Marksizm’le bağını, o koca birikimi, karikatürize edici birkaç cümleye veya muarızlarından aktarılmış yakıştırmalara indirgeyebilir; duruşunu sağlamlaştırmak için buna ihtiyaç duyabilir. Ama unutmamak gerekir ki karikatür, yanlış kurgulandığında, üreticisine yönelik bir mizaha dönüşür.
Solun önemli bir kesiminin kendine tümsek aynada bakmayı sürdürdüğü bu koşullarda, fikri ve fiili yakın geleceği için iyimser tanımlar yapmak pek gerçekçi olmayacaktır. Ve hemen her yapıyı etkisi altına almış olan öznellik eritilmediği sürece, dünya görüşünü sağa çeken bir işlev görmeye devam edecektir. Tabii bu noktada en büyük sorun, Marksizm’in kaynakları (ve dolayısıyla bütünlüğü) ile araya konan mesafenin, bu alanda eskiyen hafıza oranında giderek açılmasıdır.
Taraf’ta “Solaçık” köşesinde yazan Melih Altınok’tan aktarıyoruz: “Yıl 2010 beyler bayanlar. Negri ve Hardt’ın dediği gibi, kapitalizm yeni formuyla bizleri eskiden olduğu gibi yalnızca fabrikada sömürmüyor, tüm yaşam bir fabrika artık: ‘Beden artık her şeyiyle, sadece maddi üretimiyle değil, maddi olmayan üretimiyle de, yarattığı duygulanımlarıyla da kapitalist bir tarzla tahakküm altına alınmaktadır… Bu anlamda, bu tahakküme direnecek ve bu tahakkümü ortadan kaldıracak olanlar artık sadece fabrikadaki işçi sınıfı değildir.”, diyor, sonra da “korkmayın, tüm dünyanın işçilerinden, azınlıklarından, göçmenlerinden, ev kadınlarından, eşcinsellerinden, dindarlarından, yoksullarından…” diye ekliyor. İşin garip tarafı, bilerek yapılan bir çarpıtma ile karşı karşıya değiliz. Melih Altınok gibi, Marksistlerin gerçekten sadece ve yalnızca proletarya ile yola çıkacağını, sınıfı fetiş haline getirdiğini, vb. düşünenlerin sayısı, hiç de az değil. Farklı kesimlerden gelseler de ortak noktaları, bugüne dek görülmemiş en bütünlüklü dünya görüşünü, sahip olduğu içsel diyalektiği ve yaşayan canlı yanını yok sayarak, parçayı bütünden, cümleyi metinden kopararak değerlendirmektir.
Düşünebiliyor musunuz; Melih Altınok, azınlıklardan, ev kadınlarından, göçmenlerden, yoksullardan, vb. korkmama çağrısı yapıyor. Kapitalizmin insanı 24 saat biçimlendiren topyekun bir saldırı gerçekleştirdiğini ve buna karşı topyekun mücadelenin tüm kapitalizm mağdurlarını kapsaması gerektiğini, Marksistlerden daha tutarlı savunan kimse yokken; bu çağrılar, bu yakıştırmalar, Marksizm cehaleti ve okuma/öğrenme tembelliği dışında nasıl açıklanabilir ki?
Sistem bunun farkında. Ve öyle kapsamlı bir saldırı programı gündeme sokulmuş durumda ki, sadece bireyler değil, örgütsel yapılar bile “değerlerde iflas”a doğru zorlanıyor. Manevi iflas halinde dünyası küçülen ve ayakta durma adına ölçeksizce davranan kişilerde rastlanan savrulmalara, kurum/yapı düzeyinde de rastlanabiliyor. Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası” adlı oyununda “İnsan bir kez aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.” deniyordu.
Bugün adeta böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Devlet, sistemli zorun, hiç umulmadık kişi ve kesimlerde bile sonuç verdiğini gördü. F Tipi bu konuda önemli bir örnektir. Çözülme, bilinenden/görünenden öte, çok kapsamlı boyutlardadır. Neyin, nerede, ne kadar kaybedildiğinin; hangi tutsağın veya hangi yapının (direniyor gibi görünse de) gerçekte neleri yitirmekte olduğunun anlaşılması için birincisi, kendine dışarıdan bakabilmek; ikincisi, baktığını doğru yorumlayabilecek bir birikime sahip olmak gerekiyor.
Bir süredir, sol hafızanın silinmesi yönünde adeta bir kampanya sürdürülüyor. Üstelik bu konuda direnç geliştirmesi gereken kesimler de büyük oranda seyirci konumdadır. Ve sonuçta bugün sınıftan (sınıfsal bakış açısından) bahsetmek, adeta dinozorlukla özdeş hale gelmiştir.
Solda yaşanan çözülmeye karşı gösterilen liberal iyimserlik, yapıların kendi içindeki çözülmede de gözleniyor. Bu durum ortaya, tanımlı değerleriyle duruşu arasındaki açının büyümesini engelleyemeyen, sisteme karşı korunma duvarını giderek yitiren yapılar çıkarmıştır. Yani mesele, sanıldığından ve görülebilenden daha derinliklidir. Solda hemen herkes birbirini eksikle, yanlışla, dogmatizm vb. ile suçluyor. Belki sol bile sayılmaz ama, bir örnektir; “sol”u, Alevileri, SHP’yi vb. birleştirme iddiasıyla gündeme sokulan yeni parti; “sol”u, Alevileri, SHP’yi bölerek, ortaya sosyal demokrat partilerin cılız bir başka versiyonunu çıkarmıştır.
Sıkça söylediğimiz gibi bu çözülmenin panzehiri, değerlerden kaçış değil, değerlerde ısrardır. Zordur belki ama, kitabevi raflarının en dip köşelerinde tozlanmaya bırakılan Marksist kaynaklar ile aradaki bağ her zaman canlı tutulmalıdır.
DARALAN PERSPEKTİF OLGULARIN BOYUTUNU OLDUĞUNDAN FARKLI GÖSTERİR
Bugün sola dair beklentilerde iyimserliği zayıf düşüren en büyük etken, amaç/ufuk kısırlığıdır. Sistemin iletişim ve hareket kabiliyetini belki de hiç olmadığı denli küreselleştirdiği bir dönemde; Türkiye’nin “kaba inşaat”ı tamamlanan ve büyük oranda ABD menşeili olan yeniden yapılanma sürecini dahi AKP ürünü olarak gören, bütünlüklü perspektiften yoksun, ama etkisi, yaygınlığı giderek artan “sol” bir duruşla/eğilimle karşı karşıyayız.
Aslında marksizmin, üreyen bu sığlıklarda hiçbir “günah”ı yok. Aksine, belki de en iyi en anlaşılır biçimde anlatılan konuların başında “devlet-toplum”, “hükümet-iktidar”, “parça-bütün” ilişkisi geliyor.
Büyük resim içinde Türkiye (parça) küçük görünür; ama, daralarak sadece parçaya odaklanan perspektif, Türkiye’yi büyük gösterir; bölgede Türkiye’nin, Türkiye’de AKP’nin, AKP’de bir bakanın rolü, olduğundan da büyük görünür.
Bugün Türkiye’de yapımı sürmekte olan “inşaat”a karar verenin AKP olmadığını, bölgedeki rolünün de “kahyalık”tan ibaret olduğunu bilmek için bu ülkede, 28 Şubat’tan (1997) bugüne yaşananları, salt partilerin akıbeti açısından izlemek bile yeterlidir. Sürecin devamında
REFAH-YOL’un sadece REFAH’ının değil, DOĞRU-YOL’unun akıbeti ne oldu? 2001 krizi nasıl tezgahlandı? Ve sonuçta AKP, emperyalizmin asansörüyle nasıl meclisin yürütme kürsüsüne taşındı? Bunlar gözümüzün önünde cereyan ederken, gelişmeleri AKP’nin iradesiyle açıklamak, gerçekliği (bütünü) parçaya feda etmektir.
TOPLUMSAL DİNAMİKLER ETKİSİZ, SOL İSE KİMLİKSİZ KILINARAK SİSTEME ENTEGRE EDİLMEK İSTENİYOR
Doğru bir yöntem eşliğinde süreci irdeleyenler, görecektir ki sadece işçi ve emekçiler değil ve sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde halklara karşı (özellikle de emperyalist ilginin yoğunlaştığı Ortadoğu ve Orta Asya’da) ortak bir sindirme, etkisizleştirme yöntemi uygulanıyor. Bu bağlamda Afganistan ile Irak veya İran, Kürt açılımı ile Alevi açılımı aynı politikanın dışavurumları olarak görülmelidir.
Dikkat edilirse, Afganistan’da da Kürt coğrafyasında da; Aleviler, Çingeneler, vb. için de açılımdan/barıştan söz ediliyor. Ancak hiçbirinde sorunun kökenine inme, muhatapların haklarını/taleplerini gözeterek çözüm arama yöntemi uygulanmıyor. Tersine, özünden koparma, parçalama, etkisiz kılarak kontrol altına alma veya satın alarak güçten düşürme yöntemleri tercih ediliyor.
Dün, “Bu ülkeye komünizm gelecekse biz getiririz” diyenler; Koçgiri’de, Dersim’de Aleviliği tanımayan, halkı katledenler, bugün Aleviliğin tanımını yapıyor, sınırlarını çiziyor. Yani Alevilere, Kürtlere haklarını vermek için değil, hak talebinden vazgeçirebilmek için açılım yapılıyor. Ve çok daha önemlisi, sistemin antidemokratik eksenleri niteliğindeki kimi kurum ve yapılanmalar, egemenlerin dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde yenilenir ve genellikle muadilleri ile değiştirilirken, bu durum demokratikleşme olarak sunulmakta, “ehlileşmiş sol”a alkışlattırılmakta ve gerçek gündemin üzerinde bir şal gibi örtülmektedir. Örneğin, toplumsal olaylarda orduya müdahale yetkisi veren EMASYA Protokolü, bir anlamda aynı işlevi hukuksal çerçeveye sığdıran “Güvenlik Müsteşarlığı” ile ikame edilirken, bu manevra, açılım kapsamında demokratik bir adım gibi gösterilmektedir.
Bugünkü Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, 2005’te Genelkurmay 2. Başkanı’yken hükümetten, “istihbarat ve psikolojik savaş” için böyle bir müsteşarlık talep ettiği basına yansıdı. Bu durum, hükümet ile genelkurmay arasında yaşanan gerilimin özünü ve boyutunu doğru okumak açısından da önemlidir.
Sistem, toplumsal dokunun en ücra köşesine kadar el atıp, adeta her şeyi kendi ideolojik ve kültürel rengine boyamaya çalışırken, bu inceltilmiş ve kapsamlı saldırı karşısında sol, ne yazık ki ya etkisiz kalmakta ya da ehven-i şer tercihiyle yedeklenme eğilimine gitmektedir.
Bugün solda en büyük sorun, özellikle ‘90’ sonrasında yaşanan çözülmeyi, değerlerin de bir bütün halinde çözülmesi olarak kabul edip, 150-200 yıllık bikrimi sıfırlama yoluna gitmektir. Bu “sıfırlama”, adına ne denirse densin; ister “21.yüzyıl sosyalizmi” ile gerekçelensin, isterse örnek alınacak deneyimler Chavez’in Venezuellası’na veya Brezilya’daki Topraksız Köylüler’in pratiğine indirgensin; sahiplerini, o beğenmedikleri “20.yüzyıl sosyalizmi”nin çok daha gerisine düşürmektedir. Mevcut veriler, söz konusu kesimlerin, Marksizm-Leninizm’in teorik ve pratik birikiminin öz kaynaklarından öğrenmek yerine, muarızlarının spekülatif metinlerini tercih ettiğini göstermektedir.
Bu, çok kapsamlı bir tartışma konusudur. Ne var ki Marksizm’i aşma iddialarının, 150 yıla yayılan pek çok örneğinde görüldüğü gibi, bir kez daha, aşılmış kimi tartışma konularının benzer versiyonlarının dışavurumundan ibaret olduğunu ve Marksizm’i anlayamamakla malul bir duruşla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Türkiye’de sıkça rastladığımız bir durumdur. Kendini devrimci kimlikle tanımlayan kimi kişi ve yapılar; ilk gündeme geldiğinde örneğin Obama’yı, açılımı, AKP’nin “darbe karşıtlığı” atraksiyonlarını alkışlıyor, olumlayacak pek çok şey söyleyip, objektif olarak yedeklenmiş oluyor. Sonra da yaldızları dökülen o emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin bildik yüzü sırıtınca, bu kez, söz konusu kişi ve yapılardan “Biz bunu kastetmemiştik, yedeklenmemiştik” biçiminde açıklamalar/itirazlar geliyor.
Öncelikle belirtelim ki bu, solda/devrimci zeminde yaşanan ve giderek yaygınlaşan bir kimlik sorunudur. Bunun en bariz örneği, AB konusunda yaşanmıştır. AB’nin emperyalist bir oluşum olduğu ve sınıfsal nitelikleri yok sayılarak değerlendirilemeyeceği, bir demokratikleşme değil, bir saldırı/sömürü paketi ile halkları muhatap aldığı söylendiği (ve bilinmesi gerektiği) halde, açıktan veya örtük biçimde, bir bütün halinde veya tek tek uygulamalarda alkışlanmıştır.
Obama’nın seçildiği dönemi anımsayalım, “Hadi burjuvaziyi anladık da size ne oluyor?” dedirtecek türden kareler ne çok yaşanmıştı. Solda önemli bir kesim, adeta bir süreliğine tüm bildiklerini kenara itip, Obama sevici koroya güç verdi. Bu, devrimci değerlerin yeterince içselleştirilemediğinin, alışkanlıklarla devrimci kimliğin gerekleri arasındaki açının kapanmadığının göstergesidir. Bunun dışında ve yaygın olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘90’daki çözülmeyle beraber 150 yıllık birikimin iflas ettiğini düşünen ve ne denli yenilenmeden söz etse de AB’nin ve sosyal demokrasinin ufkunu aşamayan kesimlerin estirdiği liberal sol duruştan bahsedebiliriz. Bu duruşun hegemonik bir niteliği de var. Her gelişmede, medyadaki ilişkileri üzerinden hızla bir kanaat yaymakta ve ne yazık ki günü açıklamakta güçlük çeken devrimci yapıları da etkilemektedir. Ve sonuçta örneğin, bir tasfiye projesi olduğu başından beri “ilan edilmiş” olan açılım alkışlanmakta; darbecilerden daha demokratik olmayan AKP’ye umut bağlanabilmektedir. Bu durumun kişilerde, “inanmadığı şeyi savunma” biçiminde kişilik parçalanmasına sebep olduğu bilinmeli ve gerek kavrayışı, gerekse ruhsal dayanakları güçlendirecek panzehirler üzerinde kafa yorulmalıdır. Unutulmamalıdır ki “Devrimcilerin devrimcileşmesi, kitlelerin devrimcileşmesi için belirleyici ön kabuldür.” (Rudi Dutschke)
TARİHİN İLGİNÇ İRONİLERİNDEN BİRİDİR; HAYAT NE DENLİ ANALİZ GEREKTİRİRSE, SOL O DENLİ KENDİNİ EZBERLİYOR
Bir taraftan sinizmin iki ayaklı özeti gibi “bilen ama yapmayan” bir kuşak yetişiyor. Diğer taraftan bilgiye ulaşma yolunu bile “yük” sayan, hazır ve ezberi tüketen bir kesim var ki, hala küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahip.
Diyebiliriz ki bugün devrimcilerin sayısal miktarı ile niteliği (ürettiği iş, ortaya koyduğu değer) arasındaki farkın bu denli büyük olmasının nedeni, kimilerinin “olmadığı şeyi taşıyor”, hala onunla anılıyor olmasıdır.
İnsanın kendini bir inanç ve değerler sisteminin içinde tanımlaması, insanlığın kolektif ilk adımlarına dek uzanır. Ne var ki bu bazen; çevre, an, konjonktür, vb. nedenlerle, yoğun bir öznellik halinde “inanılmayanı savunup yaşamak” biçiminde gerçekleşir. Böyle bir ikili ruh halinin uzun sürmesi, kişinin adeta ruhsal stokunu tüketir. Ve ortaya her türlü inanç ve değere sırtını dönmüş, bütünüyle pragmatizmle hareket eden bir kişilik çıkar. İşte bu kişilik parçalanması, bugün artık tek tek bireyleri aşmış ve kimi örgütlenmelerde yapısal bir niteliğe dönüşmüştür. Öznellik, aracı da amacı da belirler hale gelmiştir.
Dünyada ve ülkede yaşanan öyle gelişmeler var ki, doğru okunamadığında, yedeklenme anlık olmaktan çıkıp, yapısal bir nitelik halini alır. Sistemin kendi ihtiyacı olan adımlar, “demokratikleşme” veya “zafer kazanma” olarak tanımlanırken, sürecin içerdiği çelişmeler de çözüm yöntemleri de ıskalanmış olur.
Bugün insanın, devreden birikimlerinin öğreticiliği de sürecin içindeki met-cezirlerin diyalektiğini çözüp, varolan ufkun açısına katkı sağlaması gerekirken, Marksizm gibi bir bütünlüğü parçalayıp, o bütünlüğün oluşumu yolunda çoktan değerini/iddiasını yitirmiş kimi fikri çerçeveleri tozlandığı burjuva raflardan indirip tedavüle sokması, birikim zincirinin kopmasıyla da ilintilidir. Evet bugün birileri, anarşizmin üzerine oynanan bir oyunda olduğu gibi “devrimin birinci günü Bakunin’i baş tacı etmeli; ikinci gün öldürmeli” diyebilir. Ve bundan devrimin hızla bir iktidar doğurduğu, iktidarın mutlak kötülüğü vb. sonuçlar çıkarabilir. Ne var ki, kuşaklar arası birikim ve bilgi zincirinin kopmayan yanından gıdalananların bildiği gibi artık bu örneğin, bunca birikimin yanında bir espri değeri bile yoktur. Ve ne yazık ki insanın düşünsel evriminde “geriye dönüşün” bir ifadesidir bu, aynı zamanda yitirilen ütopyaların, sistem içinde aranması yanılgısıdır.
Ruhsal dünyalarında, değerlerinin somutlanmış ifadesi olarak ütopya bahçeleri tasarlayabilenler, toplumsal önerme oluşturmak ve neden sonuç bağlamlı çözümlemeler yapabilmek için kitaplarda olmayan bir kaynağa/avantaja ulaşmış olurlar. İnsanın felsefi derinliğini düşsel alanlara taşıyıp orada sonuç damıtması, sahip olunanın ötesinde bir laboratuarı kullanabilmek demektir. Geleceği bugüne izdüşürebilmenin bir başka yöntemidir. Ne var ki bugün, gönüllerin çelmelenmesi ve akılların yanlışa hizmet etmesi için işlevsel rol oynayan “felsefenin azı”, hiçbir dönem olmadığı denli yaygınlaşmıştır.
Bırakalım ütopya bahçelerinde cenneti yaşayıp fikir üretmeyi; Marks’ı bile muarızlarından öğrenen bir kolaycılıkla, hazıra konma ile karşı karşıyayız. Bugün bu “hazır”ın hangi kesimler tarafından servis yapıldığı düşünülürse, fikri dünyada yaşanan sisteme dönüş öykülerini anlamak daha kolay olur.
Ütopya bahçeleri insana, kapitalizmin “koku körlüğü” yaratan kirliliğinin dışına çıkıp, insanın en büyük aşkı sosyalizmi yerinde koklama şansı verir. Nihai hedefi “gökten yere” indirme, içine girip irdeleme, bugünkü tıkanmaları açacak doğru sonuçlar çıkarma imkanı sağlar.
Yaşamın nabzı düştüğünde dil zayıflar; dil zayıflığı, edebiyatın yürek kumsalıyla beslenen damarını tıkar. Motivasyon, coşku eksikliği bir çeşit hantallık olarak dışa vurur. Ortaya amatör ruhla koşturan değil profesyonel soğuklukla veya zorunlu gereklerle hareket eden bir insan tipi çıkar. İşte bunun panzehiri, kapitalizmin içinde kapitalizme rağmen ütopya bahçelerini var edebilmektir.
Sayı 30 (Haziran – Ağustos 2010)