Doğada, zarara uğrama olasılığı veya rahatsız edilme durumu karşısında tepkisiz kalan hemen hiçbir canlı yoktur. Düşünen canlı olarak insanın tepkileri; çeşitliliği, tasarlanabilir olması, vb nedenlerle daha farklıdır. Tepkisini belirli bir amaca yönelik olarak tasarlayabilen ve benzerleriyle bütünleşerek etkisini büyütebilen insan, özellikle böyle bir tepkinin hedefi olma ve konumunu/avantajlarını yitirme ihtimali olan egemen güçler tarafından kontrol altında tutulmak istenir. Bu kontrol, çağlar boyunca, ilkin daha kaba, giderek de incelen ve kimi dolaylı etkide bulunan araçlarla sürdürüldü.
Bunun için ideolojik olandan silahlı olana kadar çeşitli aygıtlar geliştiren egemen güçler, insanın uysallık ölçüsünü arttırmak için her yolu denemiş; çaresizlikten, kısa menzilli tepkilerle yetinmeye kadar temenni ettiği pek çok niteliği “öğreterek” oluşturma yoluna gitmiştir. Bu nedenle insanın, bu koşullar içinde, organize olmadan ve bir yerlerden öğrenmeden, kendiliğinden bu ablukayı dağıtma şansı yoktur. Marksizm’in öğreticiliğini de, devrimci örgütlenmelerin topluma müdahalesini de bu bağlam içinde değerlendirmek gerekiyor.
Bugün, sistemden yana çıkarı olan azınlık dışında toplumun hemen her kesiminde mevcut gidişattan rahatsızlık duyulduğu halde, bu tepkinin ortaklaşıp aynı hedefe yönelmemesinin temel nedeni yanlış kulvarda akıtılıyor olmasıdır. Hareket noktası doğru olsa da sonuçta adeta kendi deltasında boğulan hareketlerin sayısı belki de hiç bu denli çok olmamıştı. Bu, aynı zamanda, devrimci-demokrat zeminde akıl tutulması oranının hiç görülmedik denli arttığının göstergesidir.
Ezilen, sömürülen kesimlerin tepkisini sistemden rahatsız olan diğer tüm kesimlerle birleştirip çözüme yöneltebilecek en gerçekçi projelere sahip olduğu halde Marksizm’in bugün geçerliliği kalmayan bir öğreti olarak görülmesi veya tarihte çeşitli biçimlerde Marksizm tarafından mahkum edildiği halde anarşizmin çeşitli versiyonlarının bugün çözümmüş gibi öne çıkarılması; insanların bütünlüklü projelerden çok salt karşıtlık ifade eden ama çözüm geliştirmeyen seçeneklere rağbet göstermesi, yöntemli düşünme alanında uğranan kayıplarla ilintilidir. Bunda devlet eliyle düşünsel zemine yapılan müdahalelerin yanında solda yaşanan akıl tutulmasının da rolü yadsınamaz.
Yaklaşık 150 yıl önce Marksizm’in bütünlüklü bir öğreti olarak toplumsal yaşamda maddi bir olgu haline geldiği yıllarda da salt karşıtlık temelinde bir araya gelişi savunan, her türlü disiplin, örgüt ve otoriteye tepkiyi kapitalizme karşı yol alabilmek için en uygun yol olarak gören eğilimlerle mücadele edilmiş olmasına rağmen, bugün tekrar özellikle de yenilgi ikliminin etkilerini daha çok hissettirdiği kişi ve çevrelerde aynı fikri çerçevenin üretildiğine tanık oluyoruz. “Sol taban”da reflekslerle, kulaktan dolma bilgiyle hareket eden; devrimci siyasal yapılar yerine dayanışma hareketlerini tercih eden; vakıf, dernek, vb yerlerde yılın belirli günlerinde törensel havada bir araya gelişi devrimci kimliğin yeni versiyonu çerçevesinde yeterli gören insan sayısındaki çoğalma; devrim sorununa Anarşizmin, Troçkizmin, Feminizm, vb akımların etkisi altında yaklaşmayı beraberinde getirmekte; ülke içi örgütlenmelerin gerekliliği yadsınmakta, küresel çaptaki tepki hareketleriyle temas içinde olmak yeterli görülebilmektedir. Böyle bir atmosfer içinde giderek ölçek sorunu yaşamaya başlayan ve sitemin yalnızlaştırma saldırısının önüne geçemeyen devrimcilerin bugün yaşamakta olduğu sorunlarda dışsal faktörler kadar içsel faktörlerin de rolü vardır.
Etik değerler oluşturmak ve bu değerler paralelinde olmazları sıralamak, şahsi ölçüler veya duygusal tepkiler eşliğinde ayaküstü belirlenecek bir durum değildir. Bugün hemen herkesin devrimci ölçüler üzerine akıl yürütüyor olması, nasıl olacağını bilmeden nasıl olmayacağına dair akıl verenlerin çoğalması, belki tek başına devrimci yapıların hata ve eksiklikleriyle açıklanamaz, ama sistemin devrimcileri yalnızlaştırma çabalarının devrimciler tarafından yapılan yanlışlarla güçlendirildiğini söyleyebiliriz.
Sürekli bir savunma psikolojisiyle hareket eden kimi devrimci yapılarda çeşitli kişi ve çevrelerden gelen demokratik-merkeziyetçilik, önderlik, örgütlenme ,vb meselelere dair eleştiriler; geleneksel duruşu ve daha da önemlisi toplumsal mücadeleler tarihi boyunca süzülerek oluşmuş teorik sonuçları reddetmeyi ve eleştirel zeminin(ki bu aynı zamanda bir saldırı zeminidir) etkisinde hareket etmeyi beraberinde getirebiliyor. Kimi yanlış uygulamaların da etkisiyle, önderlik olgusu bir bütün halinde yadsınmakta, örgüt içi disiplin, insanların katılımını ve gelişimini önleyen bir engel gibi görülmekte ve ortaya her kafadan bir sesin çıktığı sulanmış, şekilsiz siyasal yapılar çıkmaktadır. Solda, konjonktürel ablukanın da etkisiyle, bütünüyle içe dönük, her şeyi kendi duruşuyla açıklayan, kendini devrimin tek öznesi olarak gören yapıların sayısı da giderek artıyor. Gerçekte ise Marksist-Leninist birikim, partiden sovyete, önderlik olgusundan devrimin gerçek dinamiklerine kadar her soruna ya doğrudan çözüm örnekleri içermekte ya da uygun yöntemler sunmaktadır. Bunlar ölçü alındığında; önderlere “şef” diyen, önderlik olgusunu gereksiz gören, Sovyet Devrimi’ni “darbe” olarak değerlendiren veya Bulgaristan Devrimi’nin “devrim” sayılmayacağını iddia eden yaklaşımın ne kadar gerçeklikten ve bilimsellikten uzak olduğunu görmek zor olmayacaktır.
SOLUN VE DEVRİMCİLERİN SORUNLARI KEYFİ VE ÖLÇÜSÜZ YAZI YAZANLARIN KALEMİNE, NİYET VE AKLINA KALMIŞSA SORUN SANILDIĞINDA DA BÜYÜK DEMEKTİR
Bugün genel anlamda solda veya özelde devrimci zeminde birtakım sorunların yaşandığı doğrudur. Ne var ki bu soruna çözüm arama adı altında ortaya konan kimi değerlendirmeler, bırakalım çözüm için basamak oluşturmayı, sorunu daha da karmaşık kılmakta, kafalarda olduğu varsayılan karışıklığı daha çok arttırmakta ve gerçekte yarardan çok zarar vermektedir. Adeta her ağzını açanın veya her eline kalem alınan devrimci yenilenmeden bahsetmesi, böyle bir yenilenme umudunu da giderek zayıf düşürmektedir. Eğer sorun devrimci enstrüman zenginliği oluşturmak ise; devrimcilerin bu alanda hiç de kısır olmadığı, dernekten sendikaya, odadan baroya kadar pek çok alanda zengin ve öğretici bir geçmişe sahip olduğu biliniyor. Ne var ki bu bilgiye rağmen kimileri adeta kendilerine değişik(veya ilginç) gelen her pratiği kutsamakta ve onu yenilenmenin adreslerinden biri olarak yansıtmaktadır.
Bir süredir, Birlikte Umut Derneği’ne dair, kuruluş amacını da aşan abartılı tanım ve güzellemelerle karşılaşıyoruz. Alper Taş, Birgün’de yaptığı röportajda Bir-Umut’çuları “yeni bir devrimci ve sol perspektifin filizleneceği toplumsal örgütlenme çabalarından biri” olarak tanımladı. Derneğin amacını merak edenlere başkanının ağzından aktaralım. Başkanı Başaran Aksu’ya göre amaç, “iş bulma dayanışması yaratmak, işverenle iş arayanlar arasında bir bilgi havuzu oluşturmak ve bunları ihtiyaç duyanlara ulaştırmak”.
Bilindiği gibi dayanışma amaçlı vakıf, dernek, vb yapılar kurmak ve bunlara çaplarını aşan işlevler atfetmek yeni bir “buluş” değildir. Okul mezunları derneklerini, fan kulüpleri çağrıştıran şekilde bir dönemin devrimci kadroları, dayanışma veya yılda bir kez görüşme amacıyla vakıflar kurmuş ve bu vakıflar giderek dünün dünyayı değiştirme gibi önemli amaçlarla yola çıkmış kimi devrimcilerinin adeta tek varolma alanı haline gelmiştir. Gerçekte dayanışmak bir olumluluk ise de bu, devrimci çalışma tarzının yerine ikame edildiğinde ortaya bir olumluluk değil, tükenmeyi meşrulaştıran bir zemin çıkar.
BAĞIMSIZ ADAYLIK DA YANLIŞ BİR DEĞERLENDİRME SONUCU
ÖNEMLİ BİR DEVRİMCİ ENSTRÜMAN OLARAK GÖSTERİLDİ
Yukarıdakine benzer şekilde, RADİKAL İKİ’de yazan Ömer Faruk, devrimciliği liberal bir hamurla yeniden yoğuran pek çok benzeri gibi “sol bir ortak aday” projesini “alternatif bir sol kültürü yaratmak için bir başlangıç noktası” olarak görüyor.
“Adaylar içimizden birileridir; eşitlerimizdir. Bizden üstün herhangi bir vasıfları yoktur. Onlara ‘bey, sayın ya da hocam’ diyerek hiyerarşik bir ilişki üretmememiz gerek. Onlar bizim için ‘n’aber lan köftehor’dur. Lenin, devrim koşullarının olgunlaşmasından söz ederken şu kriterleri kullanır: a.Yönetenler yönetemez olmalı, b. yönetilenler artık yönetilmek istememeli. Biz de ‘yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kalktığı bir toplumsallık’ tahayyül etmiyor muyuz?” (RADİKAL İKİ, 24 Haziran)
Yukarıdaki örnekte de Ömer Faruk’ta da asıl sorun, alternatif bir sol kültür veya yeni bir devrimci ve sol perspektif arayışının hiç de uygun olmayan bir yerde yapılmasıdır. Örneğin Bir Umut, insanlar arasında alışverişten iş bulmaya kadar bir dayanışma sağlayabilir; ama bu, “yeni bir devrimci ve sol perspektif” için ne yeterli bir zemin ne de ilk adımdır. Daha da önemlisi bu sol kültür nedense devrimciler yoksayılarak daha farklı ve daha uzak yerde aranmaktadır. Bu arayış, Ömer Faruk’ta olduğu gibi, kendini küçük burjuva aydını sayan Baskın Oran’ı kıymete bindirmekte, bugüne kadarki teorik-pratik devrimci birikimi ise yoksaymaktadır.
“Adaylar içimizden birileridir; eşitlerimizdir” diyor Ömer Faruk. Hayır ne Baskın Oran ne Ufuk Uras ne de ismi umutla anılan diğer adaylar eşitimiz değil, içimizden de sayılmazlar. Bugün solun ve devrimcilerin sorunlarının bu şekilde keyfi ve ölçüsüz yazı yazanların kalemine, niyet ve aklına kalmışsa, sorun sanıldığından da büyük demektir. Sanki devrimciler susmuş, onların yerine ne kadar liberal solcu veya sosyaldemokratlaşmış devrimci eskisi varsa o konuşuyor. Sanki devrimciler sorunlarını çözememiş de Radikal Gazetesi ayarındaki solculara iş düşmüş. Bunda söz konusu kişi ve çevreleri bugüne kadar çeşitli nedenlerle kıymete bindiren devrimci çevrelerin rolü/kabahati tabii ki vardır. Ama bu kabahat, bir paragrafa kırk çeşit yanlış dolduran Ömer Faruk gibilerine “alternatif bir sol kültür oluşturmak sana mı kaldı?” demeye engel değil.
Evet, demokrasi ufku AB’yi geçmeyen, bir öğreten edasıyla, soru soranları bile azarlayan, “Dağa çıkmış adamın insan öldürmesine razı olan, hayvandır.” cümlesiyle, Kürt sorunundaki yerini net olarak tanımlayan, Devlet Bahçeli’yi ciddi bir devlet adamı olarak gören, devletin profesyonelleşmiş savaş örgütü oluşturma çabasını öven, “sol 1965’den bu yana ilk defa örgütleniyor.” diyerek cehaletini olduğu kadar örgütlülükten ne anladığını ortaya koyan, “AB’nin üyesi olacağız diye 2001 ile 2004 arasında yaptığımız reformlar sayesinde burada cart cart konuşuyoruz” diyen ve AB’ye dair emperyalizm tanımını devrimcilerin ezberi olarak değerlendiren, 12 Eylül Anayasası’nın değişimine dair umudunu, devre arkadaşı Zafer Üskül’ün AKP’den aday olmasına bağlayan (havale eden), meclise girdiğinde olsa olsa solun meclisteki üretimsizliğine ve çaresizliğine örnek teşkil edecek olan Baskın Oran’la eşit ve aynı yerde değiliz.
Benzer şekilde, kendi partisine çalım atıp bağımsız aday olan, seçilebilmek için bir sandıklık ömrü olan içeriksiz ve ilkesiz birliklere rıza gösteren, kendi dışındaki bağımsız sol adayları yok sayarak burjuva adaylara yakışır bir rekabet kültürüyle “İstanbul 1. Bölgenin Tek Solcu Adayı” diye ilan veren Ufuk Uras; ne içimizdendir ne de eşitimizdir.
Aslında biz daha önce, bir adaya destek sunmanın koşulunu ayrıntılı biçimde yazdık. Yani, destek ölçütü için de devrimcilerin Ö. Faruk’lara ihtiyacı yoktur. Bu bağlamda adayların bizden üstün vasıflarının olup olmamasını ölçü almıyoruz. Kaldı ki bu tür bir üstünlük muhtemel bir adayımız adına bizi sevindirirdi.
Devam ediyoruz. Hiyerarşiye bu şekilde, yani “sayın, hocam, vb” hitaplar üzerinden karşı çıkmak veya yarım akıl üzerine kurulmuş denklemlerle Marksizm gibi bütünlüklü bir öğretinin sorunlarına çözüm aramaya talip olmak, mevcut arayışlar toplamında akıl oranını zayıf düşürmektedir. Hiyerarşi bir araçtır ve diğer araçlar gibi doğru işlevlendirilmesine bağlı olarak iyi veya kötü olabilir. Bunun insanlara “sayın, bey, vb” demekle de bir ilgisi yoktur. Diğer bir ifadeyle, “sayın” dendiği halde seviyeli ve eşit bir ilişki kurulabilir; “köftehor” denilerek çok eşitsiz ve seviyesiz bir ilişki ortaya çıkabilir. Devrimciler için kimi yaşam kesitlerinde hiyerarşinin yarattığı olumsuzluklar söz konusu olabilir; ama bunun çözümü her türlü hiyerarşiyi yadsıyan tepkisellikte aranmamalıdır.
Bilinen bir kuraldır, “doğa boşluk tanımaz”; bir şeyin kendisinin olmadığı yerde, onun sahtesi, taklidi gelişir. Bugün devrimci normlar adına tayin edici boyutta varlık gösteren bir öderliğin olmaması, bilir-bilmez herkesin bu alanla ilgili konuşmasının önünü açıyor. Bu nedenle, 22 Temmuz seçimleriyle ilgili olarak, bağımsız adaylık olgusu, yukarıda da belirttiğimiz gibi adeta yeni devrimci dalga için bir umut, bir işaret fişeği olarak görülüyor.
“Bağımsız adaylar bana göre şimdiden kazandı. Türkiye insanı, kadını ve erkeğiyle seçilme hakkı olduğunu öğrendi. Yani ‘ben parti liderlerine yaranmadan, parti oligarşisine dahil olmadan sözümü söyleyebilirimi’ öğrendi.
(…)
Onun için buradan ilan ediyorum ki, Baskın hocadan, seks işçisi Ayşe Tükrükçü’ye kadar tüm bağımsız adaylar bu seçimin galibidir.” (Cemil Ertem, Birgün, 8 Temmuz)
Öncelikle belirtelim ki bağımsız adaylık başlı başına bir olumluluk içermez. Bu seçimde 700’ü aşkın bağımsız aday başvurusu var. İçlerinde ırkçıların dahi olduğu bu heterojen toplama bir bütün halinde olumluluk, kazanım, vb. atıflarda bulunmak, ölçeksizliğin vardığı noktayı gösteren önemli bir veridir. Ayrıca yine iddia edildiği gibi bu yeni/denenmemiş bir tarz değildir. Bağımsız adaylık savunusu kiminde doğrudan kiminde dolaylı biçimde örgütsüzlük övgüsüne vardırılmıştır; bu da bir sorun, bir kayıp olarak görülmelidir.
Bir aday ne söylediğine ve ne yapacağına bakılmadan sırf bağımsız olduğu için olumlanabilir mi? Değişik olmak, denenmemiş olmak, ezber bozmak sol adına hareket eden kişi veya yapıların farklılığı olamaz. Aynı nitelikler halka karşı örgütlenmiş yapılarda da bulunabilir.
Devrimci/sol adaylar gerek programlarıyla gerekse çalışma tarzlarıyla burjuva adaylardan farkını ortaya koyamadığı sürece bağımsızlığın özel bir anlamı veya yararı yoktur. Bu itirazlarımız seçim heyecanına kapılmış kimi kişi ve çevreleri rahatsız edebilir. Ancak devrimci kazanımların, ölçek ve değerlerin gözetilmemesi yarın hepimizi rahatsız edecek daha büyük sonuçları olacaktır. 23 Temmuz’da halk kesimlerini bekleyen sorunlar karşısında ne yapılması gerektiğinin ipuçları, bağımsız dahil hiçbir seçim çalışmasında yer almıyor. Bu durum aynı zamanda halkı saldırılar karşısında hazırlıksız bırakacağı için, kimilerinin hoşuna gitmese de bugünden tartışılmalı, 23 Temmuz sabahı oluşacak sandık ürünü bileşimin halkın sorunlarına çözüm olmayacağı şimdiden anlatılmalıdır.
Devrimcilerin niteliklerinden biri de yaptıkları işlerle, taşıdıkları kimlikle barışık olması; şova dayalı veya tribünlere dönük değil, nihai amaca dönük faaliyet yürütmesidir. Devrimciler kendilerini sistem insanlarıyla aynı tartıdan geçirmez; onların büyüklüğünün de ağırlığının da başarı ve mutluluklarının ölçüsü de farklıdır. Bu nedenle, çalışma tarzından sevinçlerine ve kutlama araçlarına kadar hemen her konuda sınıf düşmanlarından ayrılır.
Sol bile sayılmayacak bir duruşa sahip kimi adayların, alternatifsizlik gerekçesiyle desteklenmesi ve halkın sola dönük beklentilerinde “sol seçenek” olarak algılanma olasılığının güçlendirilmesi, “hiç yoktan iyidir” diye düşünenler için olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Gerçekte ise, bugün pek çok sorunun kaynağında işte bu ehvenişer duruş, bu kanaatkarlık hali yatmaktadır. Genelde halk, özelde sol, başarısızlığa ve azla yetinmeye öylesine kodlanmış ki, bir şeyin aslı yerine sahtesi kolaylıkla kabul görebiliyor.
Devrimci enstrümanların bugün temenni edilen nitelik ve kalitede ürünlere aracılık etmesi için devrimci ellerle buluşturulması şarttır. Böyle bir buluşma, seçim süreçlerinin de aktif çatışma dönemlerinin de yolgösterici iradeden yoksun kalmasını önleyecek; umudu halkların menziline elle tutulur biçimde sokacaktır.
13 TEMMUZ 2007
DEVRİMCİ HAREKET