ÖZNELLİK KENDİ KABINI DELEN ASİT GİBİDİR ORTAK DEĞERLERİ TÜKETİR
Balzac, kendi sözleriyle resim çizdi.
İnsanlığın büyük tablosuna
renk renk dokundu, dilindeki fırçayla.
Halk şairlerinin ağzından dizeler
büyük nehre aktı.
Tarkovsky’nin filmleri gibi
hem aynı hem farklı olmanın tadını verdi.
İnsanlık, Dostoyevski’nin fikri ve ruhsal tırnaklarıyla
eşeledi derinlikleri.
Hiç kimseye yetmedi, kendi bildikleri
Bu nedenle,
kralı ahmakça soytarıyı akıllıca konuşturan
Shakspeare’e yer verdi
dünyanın tüm derinlikleri…
Hemen her yapı, kendi iç eğitiminde ve bağımsız yayınlarında, popüler kültürün bulaşıcı niteliğinden, kapitalizmin bozucu etkilerinden ve alternatif insan ilişkilerinin kalıcı hale getirilmesinin güçlüğünden söz ederken, aynı yapılar, bir ikilem zemininde bir araya geldiğinde, bırakalım gerçekliğini kabul etmeyi, steril bir havuzda yüzüyormuş gibi genellikle, sağlıksız eğilimlerin tümünü “dışsal” görür ve başkasına fatura eder. Tam da bu bağlamda sormak gerekirse; dergi sayfalarında eleştiri yazılarına yoğun biçimde yer verilmesinin, yapıların kendilerini bir başkası ile aradaki fark üzerinden anlatma ihtiyacı duymasının ve örneğin referandum, vb. meseleler söz konusu olduğunda, sistemle aradaki farktan çok, dost yapılarla aradaki farkın altının çizilmesinin sebebi nedir? Neden sol, bu rekabet eğilimini genetiğine yerleşmişçesine, soluk aldığı her alana taşımaktadır? Coşku oluşturma güçlüğünün veya moral değerleri kalıcılaştıramamanın, bu sonuç üzerinde etkisi olabilir mi? Ve çok daha önemlisi, zoru başaramayan sol, kolaya kaçarken, sistem içi kanallara yakınlaşmış olabilir mi?
Elbette mesele, şu veya bu yapının filanca pratiğinden ibaret değildir. Hepimizin burnuna aynı koku geliyor, hepimiz aynı dertlerle geceleri uykusuz kalıyoruz; birbirimizi sevmediğimiz de söylenemez. O halde aynı/benzer sorunlar için ortaklaşmış emeği/çözümü esirgemek, aynı sorunun (kapitalizmin etkilerinin) devamından başka, ne ile açıklanabilir ki?
Nikaragua devrimine dair bir araştırmacının yaptığı “Benim için asıl önemli ve tuhaf olan şey, 1979 yılında FSLN için canını vermeye hazır olan Nikaragua’lıların, on yıl sonra ona oy bile vermeye isteksiz hale gelmesidir” değerlendirmesi, hangimizin canını acıtmıyor? Veya hangimiz bu acı sorunun şu veya bu biçimdeki izdüşümlerinden muaf olduğumuzu söyleyebiliyoruz? Hangimiz, yol arkadaşlarımız tarafından terk edilme burukluğunu yaşamadık? Hangimiz, kavgada kocamanlaşan öznelerin kapitalist mıknatıs tarafından küçültülerek çekildiklerine tanık olmadık? Pek çok sorunumuzun sebebi, “bizim mahalle”ye uğradığını dahi reddettiğimiz yağmurun ıslağı altında yaşama ısrarı olamaz mı?
Kendimizi ve birbirimizi öylesine zayıf düşürdük ve aradaki mesafeleri kapatmak yerine, öylesine kaşıyıp büyüttük ki, bu içsel zaaf, konjonktürel dezavantajlarla birleşince, solun yakın vadede hemen hiçbir konuda alternatif olma şansı kalmadı. Burjuva partilerinin birbiri ile kapışıyor görünmesi bizleri yanıltmamalıdır. Sistemin bekası söz konusu olduğunda nasıl tek vücut haline geldiklerini; onları en hızlı bir araya getiren niteliğin “halk karşıtlığı” olduğunu, pek çok acı deneyimle yaşamayanımız yoktur.
Bu kavga, çok alanlı, çok özneli ve çok raundludur. Referandumun sonucu ne olursa olsun, burjuva partilerinin “biz kazandık” gürültüleri ağır basacaktır. Onlar, şimdiden bir sonra ki hamleye hazırlanmış durumdalar. Acaba, “sonucu” başından belli bu raund, birbirimizi bu denli hırpalamaya değer mi? Acaba bu enerjiyi 13 Eylül ve sonrasını gözeten ortak refleksler için harcamak, hepimizin yararına değil mi?
Yeter artık; ayrı akıttığımız her suda, kendi havuzumuz da eksilmektedir. Devrimcilik, öyle bir yaşam biçimidir ki, istense de üzerinde bireyci kalemlerle işlem yapılamaz; “ben” duvarlarının çizdiği hiçbir alana sığdırılamaz.
Bilinir ki her devrimcinin bir anayasası vardır. Yasasız devrimci olmaz. Ama devrimci, yasasını birbirine karşı değil, sisteme karşı hazırlar.
Solun bugün, dondurulan ideolojik kalıpları, birbirine kapatılan diyalog kapıları sebebiyle, gerçekliği ile yüzleşmesini sağlamak ve en büyük “yaratıcı”nın dahi yeni yaratımlara ihtiyaç duyacağı gerçekliğini hatırlatmak amacıyla (diğer araçlarla beraber) sanata, sanatın ufuk açıcılığına, her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü sanat, yaşamın imbiğidir; doğruyu, güzeli süzer. Doğrunun, güzelin mücadelesini verenlerde ise emek ve amaç ortaklaşması yaşanır.
Sanat, mücadeleye estetik ve dinamizm katar. Bugün, daha derine, daha estetik olana ulaşma ve hantallaştırıcı rüzgara kaşı dinamik bir duruş sergileme bağlamında, mücadelenin sanatsal bileşenine olan ihtiyaçta, görece bir artıştan söz ediyoruz.
Bugün, artan manipülasyon, düşsel moral grafiği ve güçleşen mücadele koşulları sebebiyle, farklı alanlarda gündeme gelen ilginin, emeğin ve üretimin aynı potada toplanabilmesine, hiç olmadığı denli ihtiyaç vardır. Böyle bir toplam, varolanla yetinerek farklılıklara kapanmayı değil, en zorlu geçişleri bile mümkün kılan diyalektik kavrayışı gerektiriyor. Bir ressamın tiyatro bilmesinin, bir tiyatrocunun enstrüman kullanabilmesinin avantajları, sağladığı kolaylıklar/destekler gibi bugün devrimcilerin kendi dükkanının kepengini üzerine kapatmaya değil, üretimi “dükkanlar toplamı” bağlamında tasarlamaya ihtiyacı vardır.
31 Ağustos 2010
DEVRİMCİ HAREKET