Kimi olaylar insanlığın ilerleyişi ve kendi kaderini ellerine alması bağlamında tarih sahnesinde çok önemli roller oynar. Bu durum aynı zamanda diğer toplumsal pratiklere öncülük eden bir süreçtir. Belleklerde bir ders, bir örnek ve çıkarsama hali alır.
Salt zaferler ile tanımlanamayacak bir durumdur bu. Çünkü emekçilerin tarih yazımı zaferler ile olduğu kadar yenilgilerle de anılır. Spartaküs ayaklanmasından, Paris Komününe, Ekim devriminden THKP-C’nin gelişimine kadar yaratılan bütün güzellikler bize zaferler ile birlikte yenilgileri de miras bırakmıştır. Bu nedenle zaferlerden ve başarılardan öğrendiğimiz kadar yenilgilerden de öğrenmesini bilen tarzımız, kavganın sürekliliğindeki ısrarcılığımız anlamına gelir. Örneğin 1871 Paris komünü, yalnızca 72 gün sürmesine ve burjuvazi tarafından kanla bastırılan bir yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen, bize çok büyük bir miras bırakmıştır. Bu miras, hala ezilenlerin mücadelesinde bir bayrak olarak taşınıyor ve başucu kaynağımız olarak belleklerimizde yer alıyorsa, başarılarımızın oranı yenilgiyle ölçülemeyecek denli büyük demektir. Çünkü gerçekliği haklılığın mayasıyla yoğrulmuştur. Bu anlayışla, yaşanan yenilgiler yılgınlığa yol açmak yerine, aksine yürüyeceğimiz yolda rehber işlevini görmüştür.
Tarihsel süreçte yenilgiler de devrimciler için bir kazanıma dönüşürken, yenilgilerden ve kayıplardan medet uman burjuvazi ise bu durumu sevinç çığlıkları ile karşılar. Bu nedenle Burjuvazi ile devrimciler arasındaki fark, özellikle tarihsel süreci değerlendirmede kendisini açıkça ortaya koyar.
Yenilgi halleri kuşkusuz moral yitimine de neden olur. Ancak bu durum geri duruşa, yılgınlığa, çaresizliğe vb. neden olmak yerine, çubuğu tersine büküp mücadelede ısrar haline dönüşüyorsa, nitelik yakalanmış, devrimcilik eşiği de yükselmiş demektir. Çünkü çetin bir yenilgi, kolay kazanılmış bir zaferden daha değerlidir.
Kuşkusuz her tarihsel kesitte yenilgilere rastlamak mümkündür. Ülkemizde yaşanılan birçok deneyim de büyük oranda yenilgilerle sonuçlanmıştır. 1971 yenilgisi kimilerince THKP-C’nin ideolojik politik ve aynı zamanda teorik inkârına dönüşmüş olsa da devrimcilikte ısrar, yenilgiyi örgütsel boyutta çözümleyerek atılıma dönüştürmeyi başarmıştır. Devrimci Yol’da ifadesini bulan Türkiye’nin Marksizm’inin yaratılmış olması ve THKP-C mirasının siyasal ve pratik anlamda ileriye taşınması da bunun en iyi göstergesidir.
1980 darbesi ile alınan yenilgi ise dünyada yaşanan birçok gelişimin de etkisi ile kalıcı tahribatlara neden oldu. Örgütsel yenilgi ile beraber kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nde Kapitalizme geri dönüşün yaşanması, ideolojik ve politik anlamda bir “hesaplaşmayı” beraberinde getirdi. “Nerede hata yaptık” sorusu ise karşıtına evrilen bireylerin, komünizmin imkânsızlığına ve liberal güzellemelere itibar etmelerini sağladı. Egemenler bu durumu, zafer naraları ile karşılarken, kendi cephemizde yılgınlık, çözülüşün ardına gizlenilen bir olgu haline geldi. Artık her şey büyük oranda reel sosyalizmin çözülüşüyle açıklanır oldu.
Entelektüellerimizin ise Anarşizm’i, Piyasa Sosyalizmini, Troçkizmi (Tek ülke devrimlerinin olanaksızlığı), Özgürlükçü Sosyalizm gibi zorlama kavramları keşfetmesi, neredeyse Ekim Devrimi’ni başından itibaren sorgulayan/suçlayan bir kampanyaya dönüştü. Hatta Çözülüş nedeniyle Sovyetler pratiği bir bütün olarak Lenin ve Stalin’in “diktatörlüğü” de işin içine katılarak utanılacak bir süreç olarak tanımlanmaya başlandı. “Çözülüş Teorileri” adı altında neredeyse 74 yıllık bir sürecin tümü bir çırpıda kenara itilmek istendi.
Ancak ne ülke içerisindeki örgütsel yenilgimiz ne de Sovyetler Birliği’nde kapitalizme dönüş, emek-sermaye çelişmesini gideremedi. Bu anlayışla ne geçmişimizden, ne işçi sınıfının devrimci ideolojisinden, ne Rus işçi ve köylülerinden, ne de Sovyetler Birliği’nden utandık.
Yolumuz daha çok uzundu. Bir hesaplaşma içerisine girilecekse eğer, bu kapitalizme öykünen mücadele hattına yönelik olmalıydı.
SÜREÇLER VE KİŞİLER KAVRAMLARLA DEĞİL TOPLUMSAL PRATİKLERDEKİ SINIFSAL DURUŞ İLE ANLAM KAZANIRLAR
Sovyetler Birliği’nde kapitalizme dönüşe ilişkin bugüne kadar çok şey söylendi. Özellikle burjuva zeminde yükselen düşmanca değerlendirmeler sosyalizmin ve teorisinin ne kadar başarısız olduğuna yönelik değerlendirmelerle kapitalizmin seçeneksizliğine vurgu yaptı. Kimi
sol çevrelerde ise bu durum sosyalizm’in sorgulanmasını beraberinde getirdi. “Sovyetler çöktü”, “sosyalizm öldü”, “komünizm canavarı yok oldu” vb. değerlendirmeleriyle burjuvazi özelde Sovyet pratiğine genelde ise Komünizm’in teorisine yönelik kara propaganda faaliyetlerinde sınır tanımayacak yöntemlere başvururken, kimileride liberalizmin ve küreselleşmenin nimetlerini keşfetti.
Ancak Sovyetler özelinde yapılan tüm değerlendirmelerde hem kimi sol çevrelerde hem de burjuva zeminde ıskalanan tek bir gerçeklik vardı, o da Sovyetler Birliğinde sosyalizmin değil, rekabetçi kapitalist teorinin çöküşü gerçekliğiydi.
Bizler Marksistiz. Bu nedenle süreçleri kavramlarla ifade etmenin çoğunlukla yanılgıya sebep olduğunu biliriz. Örneğin herhangi bir örgütlenmeye parti adı vermekle Leninist parti organizasyonunun yaratılamayacağı gibi, sosyalizme geçiş süreçlerini de sınıfsız toplum olarak tanımlamak, o süreci sınıfsız toplum yapmış olmuyor. Bu nedenle çoğu kez karşılaşılan burjuva argümanlarla sosyalizmin ve teorisinin çöktüğüne yönelik propaganda yapılması, daha işin başındayken bir yanılgı haline geliyor. Tıpkı revizyonizmi içselleştirmiş Kruşçev’lerin Sovyetler Birliği’nin sınıfsız toplum olarak gösterilmesi, çöküşünün ise Komünist düşüncenin iflası olarak görülmesi gibi.
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden öbürüne devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Bu döneme, devletin, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir siyasal geçiş dönemi karşılık düşer”.(Bkz.Marks-Engels Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi.) Bu anlamda Sınıflı toplumun en gaddar dönemlerinden sıyrılan proletarya diktatörlüğü özünde sınıflı toplumdan kalan tüm alışkanlıkları, çelişkileri ortadan kaldırmaya çalışan bir süreç olarak tanımlanır. Ve bu, bizatihi sınıfsız toplum değil sınıfsız topluma giden devrimci geçiş dönemidir.
Sınıfsız topluma uzanan yolda da çelişme hali bir süreklilik arz eder. Bu nedenle çelişme hayatın her anında yer alan bir olgu olduğu gibi içinde eskiyi barındıran her yeni süreç için de bir gerçekliktir. Buna geçiş dönemi olarak sayılan proletarya diktatörlüğü de dâhildir.
En bilinen gerçekliktir. Eski ile yeni, gelişmekte olan ile geride duran arasında sürekli bir çelişki hali vardır. Ve bu çelişki sürekli olarak bir sınıfsal zıtlaşmayı beraberinde getirir. Bu nedenle bazen yıkılmaz gibi görünen yıkılabilmekte, ileride olan geriye düşebilmekte, hızlı olan yavaşlayabilmektedir. Öyle ki devrimci kulvarda yol alıp yolun ilerisinde kendini gerici kulvarda bulanlara pek çok kez tanık olmuşuzdur. Kişinin kendini komünist olarak tanımlaması pratik yaşamı ile çelişki halinde nasıl ki bu sonucu ortaya koymuyor ve kişi bu tanımlamaya rağmen karşıtı bir yaşam tercih ediyorsa, kavram yerine uygun düşmüyor demektir. Dolayısıyla eksiklik kavramın kendisinde değil, kişinin pratikteki duruşuyla ilintilidir.
Devrim nedir? Emekçi sınıfların siyasi iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleşen devrim, sonraki süreçlerde alt yapı-üst yapı, toplumsal ilişkiler ve her türlü ilişki sistemi içinde sosyalizmi, kapitalizmi, bürokratizmi, devlet kapitalizmini içinde barındırır. Yani İşçi sınıfı ile burjuvazi, sosyalizm ile kapitalizm, Marksizm ile revizyonizm arasındaki çatışma hali, proletarya diktatörlüğünde küçük oranda da olsa varlığını korur. Bu nedenle sosyalizmin kuruluşu, bir ülkede iktidarın tamamen sosyalizmi kuran sınıfın eline geçmesi anlamına gelmez. Devrim hayatın her alanında ve her zaman yer alması gereken zorunlu bir eylemdir. Özetle devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka bir yolu olmadığı için değil, onu deviren sınıf ancak bir devrimle kendisini geçmişin tortularından, pisliklerinden temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için de zorunludur. Bu nedenle objektif olarak devrimciler iktidarı aldıktan sonra hedeflerini eski ve geri olanla sürekli hesaplaşma ve yeni insanı oluşturma süreci olarak görürler. Ve geri olanla hesaplaşma devrimin sürekliliği anlamını taşır.
Bu karşıtlık sonucunda ortaya çıkan kaçınılmaz çatışma halinin belirleyiciliği, aynı zamanda sürecin gidişini de belirleyen bir kapışmaya neden olur. Ya kapitalizme dönüş tercih edilecektir ya da sosyalizm de ısrar.
Bu nedenle devrimciler her gelişmeyi sonsuza dek sürecek bir olgu olarak görmezler. Çelişkiler ortadan kaldırılmadığı sürece geriye dönüşün kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle hareket ederler.
Geri dönüş kaçınılmaz hale geldiğinde ise sorunun sınıf savaşımı gerçekliğinde değil siyasal yetersizlikte olduğu tespiti ile hareket ederler. Suyun buz olma olasılığının yanında, buhara dönüşme potansiyelini de göz önünde bulundururlar.
Topluma yön veren siyasal hareketlerin başarısı ya da başarısızlıkları siyasal çizgilerinin doğru olup olmamasına bağlıdır. Bu nedenle siyasi iktidar ele geçirilmiş bile olsa yanlış bir çizgi onun kaybedilmesine neden olabilir. Doğru bir çizgi ise siyasi iktidarı henüz elinde bulundurmayan bir partinin de koşullar ne kadar zor olursa olsun başarısına yol açar. Tıpkı Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimlerinde olduğu gibi. Doğru bir siyasal çizgi yanlış çizgilerle zıt ilişkiler içinde bulunur ve yanlış çizgilere karşı mücadele içinde gelişir. Örneğin Ekim devrimini yaratan Leninist parti tarihi aynı zamanda yanlış siyasal çizgilerle hesaplaşmanın tarihi olarak bilinir. Bu nedenle başarısı bütün ezilenlerin başarısı olarak kabul edilmiştir. Dünyayı sarsan etkisi bütün emekçilerin yolunu aydınlatmıştır. Ancak bu siyasal nitelik Stalin sonrasındaki devamcılarla yürütülememiş dolayısıyla emekçi sınıfın yenilgisi de kaçınılmaz hale gelmiştir.
Diyalektiğin temel kurallarından biri de alt yapının yani üretim ilişkilerinin belirleyiciliğidir. Bilindiği gibi alt yapı üst yapıyı belirlerken üst yapı da alt yapıyı etkiler. Ancak sosyalizm bir geçiş dönemi olduğu için, üst yapının kurucu rolünden dolayı belirleyiciliği baskındır. O nedenle bir geçiş dönemi olan sosyalizmde, partinin işlevi tayin edici roldedir. Kısacası iradi olanın nesnel olana göre önemi daha fazladır.
Bugün ismine sosyalist denmesine rağmen sosyalist olmadığı açıkça görülen birçok siyasal yapılanmanın mevcut olması, kavramların ya da tanımlamaların ne kadar yanlış kullanıldığını gözler önüne serer. Bu nedenle Lenin ile Stalin döneminin siyasal yapısıyla ardıllarının gerici yapısını bir tutmak bilim dışılığının yanında bir cehalet göstergesi olarak da kabul edilir.
KAPİTALİZME GERİ DÖNÜŞ NASIL TANIMLANMALI?
İşçi sınıfının, iktidarı burjuvaziden aldığı devrimci dönemin gerçekliği kadar, yıkılan Berlin duvarı ya da 1980’lerin sonunda Sibirya’daki maden işçilerinin sömürüye karşı gerçekleştirdikleri grevler de bir gerçekliktir. Ancak nasıl ki kolektif çiftliklerin başarılarıyla, Perestroyka (değişim, yani kapitalizme geri dönüş) birbirleriyle kıyaslanamayacak ölçüde farklılıklar taşıyorsa, Lenin ile Kruşçev, Stalin ile Brejnev ve Gorbaçov arasında da o oranda farklılık var demektir.
Her toplumsal sistem, bir sınıf tarafından kurulur. Kapitalist sistemi de burjuvazi kurar. Rusya’da 1991 yılında açıkça ilan edilen kapitalizmi de, kapitalist sınıf getirdi. Ancak bu kapitalist sınıf, feodalizme karşı mücadele sürecinde değil, sosyalizmin yozlaşması sürecinde doğmuş ve kapitalizme geri dönüş sürecinde gelişmişti. Devlet iktidarını elinde tuttuğu için üretim araçlarını da denetimi altına alan bu yeni tipte burjuvazi, Kuruşçev ve ardılları ile birlikte emekçiler üzerinde diktatörlük kurmuş ve kapitalizmin inşasına girişmişti.
Peki bu duruma nasıl gelindi?
Emperyalist kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki başarıların insana dair yaratılan güzellikler bağlamında kıyaslanması, sosyalizmin yeni insanı yaratmada ne derece başarılı olduğunu gözler önüne serer. Ancak söz konusu rekabet piyasada rekabet, askeri alanda rekabet, nükleer silahlar bağlamında rekabet vb. eş değer görüldüğünde kıyaslamanın kapitalizme öykünmeyle eş değer görüldüğü ortaya çıkar. Bu nedenle devrimciler başarılarını kapitalistlerle kıyaslamak yerine sınıfsız topluma ulaşmadaki pratik performansla ölçerler.
1950’lerin ortalarından itibaren Komünist Partisi yönetiminin dünya çapında meydana gelen gelişmelerin devrimci görevlerde de değişiklik yapmayı zorunlu görmeleri, farklı siyasal yaklaşımların belirginleşmesini sağladı. Sovyet ideologlarının 1950’lerin ortalarında uygulamaya başladıkları siyasal hat, sınıfsız topluma ulaşma hedefinin bir kenara bırakılıp kapitalist emperyalist sistemle rekabet etmenin önemi üzerine oturtuldu.
Emperyalist kapitalist sistemin özelde sosyalist ülkelerin ekonomik savaşımları ile geriletildiği tespiti bu ekonomik savaşımın daha da geliştirilmesini amaçlıyordu. Bu anlamda ekonomik rekabet başarılı bir şekilde yürütülecek ve uluslararası yumuşama sağlanarak bütün dünya devrimcilerinin de bu anlayışa destek vereceği bir ortam oluşturulacaktı. Bu durum emperyalizmi silahlı müdahalelerden caydıran bir etken olacak ve barışçıl yoldan sosyalist ilerleme emperyalizmi geriletecek bir rol oynayacaktı. Aynı zamanda yeni sömürge ve sömürge durumundaki ülkelerde, bu politik hattı benimseyerek emperyalizme karşı mücadelede barışçıl bir politika izleyeceklerdi.
Marksist-Leninist teori sömürge ve yeni sömürge ülkeler için çelişmeyi ikiye ayırırken temel çelişmenin işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişki, baş çelişmenin ise, emperyalizm ile ezilen halklar arasında olduğuna vurgu yapar. Bu evrensel tezde belirleyici olan ise işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki temel çelişkidir. Bu nedenle bizler anti-kapitalist olmadan anti- emperyalist olunmaz vurgusuyla emperyalizme karşı mücadelede esas belirleyici rol oynaması gerekenlerin emekçiler olduğu çıkarsamasını yaparız.
Ancak Stalin’in ardılları Sovyet ideologlarının Marksist Leninist tezlerin evrensel önermelerine rağmen yeni geliştirdikleri tezler sınıf savaşımını öğütlemek yerine barışçıl bir geçiş söylemini tercih ederek adeta emperyalizmle ekonomik rekabette gelişecek bir devrim modelini uygun görmekteydiler. Bu tezlerde ilk olarak, sosyalizmle emperyalizm arasındaki çelişme tek başına belirleyici olarak ele alınıyor ve bu çelişme de, SSCB ile ABD arasındaki çelişmeye indirgeniyordu. Dolayısıyla çağımızın temel çelişmesini oluşturan çelişme tek başına (ve SSCB ile ABD arasındaki çelişme olarak) ele alınırken, dünya çapındaki baş çelişme niteliğindeki emperyalizmle ezilen dünya halkları arasındaki çelişme de ikinci plana itiliyordu. Özünde kendi iç çelişmelerini yadsıyan bir ortama dönüşen bu durum, sınıfsız toplum hedefinden uzaklaşmanın yolunu açıyordu. Zira çelişkilerin sınıfsız topluma kadar süreceği belirlemesi bir kenara atılıyor, Sovyetler Birliği sınıfların ortadan kalktığı bir ülke olarak tanımlanıyordu.
Sınıfsız toplum kişilerin tanımlamalarıyla gerçekleşebilecek bir olgu olmadığı gibi, çok uzun bir süreci kapsayan bir olgudur da. Nitekim Modern revizyonizmin mimarları, sınıfların ortadan kaldırıldığı tespitiyle çelişmeleri ortadan kaldırmaya çalışan devrimci tarzın dibine dinamit yerleştiren politik açılımlarıyla bilimsel yaklaşımı da bir kenara itiyorlardı.
İşte bu anlayış teoride revizyonizmi örerken pratik anlamdaysa devrimci değerlerden ödün veren bir süreci de beraberinde getiriyordu. Üretim emekçiler ve ezilen halklar için değil, rekabete girişmiş toprak parçası için yapılır hale geliyordu. Efendiler işçi sınıfıdır belirlemesiyle hareket eden Lenin ve Stalin’in çabaları ise yerini Efendiler maden ocakları ve fabrikalardır anlayışına bırakıyordu. 1989 yılında sömürüye karşı kitlesel grevler örgütleyen Sibirya maden işçilerinin “maden ocağı değil, maden işçileri efendi olmalıdır” sözü ise Sovyetler Birliği’nde üretici güçlerin doğal sınıfsal tepkisi olarak dışavuruyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE UYGULANAN DEVLET KAPİTALİZMİDİR TANIMLAMASI BİLİMDIŞILIĞININ YANINDA BİR CEHALET GÖSTERGESİDİR.
Kimi Troçkist yazarlar ise Lenin döneminden başlayarak Sovyetler Birliği’ni “Devlet Kapitalizm’i” olarak tanımlamışlardır. Bu tanımlama daha başından yanlıştır. Çünkü devlet kapitalizmi ancak burjuvazinin iktidarda olduğu bir devlette varolabilir. Yanılgı sosyalist aşamada olan devlet biçiminin elde ettiği “artı değeri” kapitalistler için değil de toplum için kullanılmasıyla anlamsızlığını ortaya koymaktadır. Evet; SSCB’de süreç komünistlerin temel hedefi olan “herkesin ihtiyacına göre” ilkesinin henüz “herkesin emeğine göre” ilkesinin zorunluluğunu dayattığı için bir artı değerin oluşmasını ve bu artı değere ise devlet tarafından el konulmasını beraberinde getiriyordu. Ancak bu durumda yine de devlet kapitalizminden bahsetmek yanlıştır. Zira elde edilen artı ürün, yine Sovyetler eliyle toplumsal ihtiyaca yönelik kullanılıyordu. Burada kıstas alınması gereken en önemli şey, bir toplumda üretim ilişkilerinin üretici güçler üzerinde nasıl bir rol oynadığıdır. Aynı zamanda üretim ve bölüşüm süreçlerini hangi sınıfsal çıkarların belirlediğidir.
Sosyalist toplumda ücret emeğin tam karşılığı değildir. Yani herkes üretime kattığı kadar değil kattığı oranda ücret alacaktır. Kapitalist toplumda artı değeri oluşturan bu kısım sosyalist toplumda kamu hizmetleri anlamına gelmekte ve bu kamu hizmetleri ise herkesin ihtiyacına sunulmaktadır. Bu bağlamda elde edilen artı değer kapitalist anlayışın aksine üretim araçlarına sahip olanların cebine değil yine halkın ihtiyaçlarına aktarılmasıyla sosyalist paylaşımın örneğini oluşturmaktadır.
Bunun göstergeleri kısaca şöyle özetlenebilir.
Örneğin halk sağlığı 1950’de diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok iyi durumdaydı. Hastalıklardan ölüm oranı binde 6-7 ile yeryüzündeki en düşük orandı. Milli gelirin sağlık bakımına tahsis edilen oranı diğer ileri ülkelerden iki veya üç kat daha fazlaydı. Eğitimde ise 1950’lere gelindiğinde milli gelirin yüzde 10’u bu alana aktarılırken ABD’de ise bu rakam yüzde 4’ler civarındaydı. Örneğin, Ekim devrimi öncesi, Çarlık Rusya’sının verileri Rus Halkının okuryazar oranının % 28,4 olduğunu gösterir. 1926 yılına ait verilere bakıldığında ise bu oranın %56,6 ya çıktığı görülürken, 1939 yılında ise bu oran neredeyse tüm Sovyet yurttaşlarının okuryazar hale geldiğinin göstergesi olur.
GERİ DÖNÜŞ STALİN DİKTATÖRLÜĞÜNÜN ÜRÜNÜDÜR YAKIŞTIRMASI İŞÇİ SINIFININ DEVRİMCİ ETKİSİNİ YADSIMAK ANLAMINA GELİR
Kimileri tarafından totaliter bir rejim olarak tanıtılan Sovyetler Birliği’nin özelde Stalin diktatörlüğüyle yönetildiğine dair eleştiriler, geri dönüşe dair veriler arasında yer almaktadır. Oysa burjuva devlet mekanizmasının klasik anlamdaki yapısının dahi değiştirilmiş olması emek iktidarını açıkça gözler önüne serer. Bu anlamda Sovyetlerin yeni devlet mekanizmasının ana unsuru olarak görülmesi dahi sosyalizmin niteliğini ortaya koyar.
Burada salt işçi sınıfının yönetimdeki rolüne bakmak yeterli olacaktır. Lenin döneminden itibaren bir tarz haline gelen, yığınları, ülkenin yönetimi için devrimci hükümete çağıran ve onlara yönetimde görevler veren anlayış, kısa sürede emekçilerin iktidarda yoğun bir şekilde yer almalarını sağladı. Oysa Sovyetler Birliği’ni anti-demokratik olarak suçlayan kimi liberal yazarların dillerinden düşürmedikleri “demokratik” sıfatı kazanmış ülkelerde dahi, emekçilerin yönetim kademelerinde ne kadar yer aldıkları sorusu bu konuda kaybedilmiş hafızanın yerine gelmesini sağlayacak veriler sunuyor. (İsviçre, Hollanda, Fransa ve hatta ABD) Lenin sonrasında da devam eden bu durum, Stalin’in yadsınamaz çabalarıyla işçi sınıfının Parti içerisindeki rolünün sağlamlaştırılması anlayışı ile; hem iktidara, hem de onu şekillendiren Komünist Partisi’nin sınıfsal niteliğini sağlamlaştırmadaki çabalar olarak bilinir. Bu anlamda Sovyetler Birliği’nin kişisel diktatörlük değil, tam anlamıyla emekçi halkın devleti olduğu partinin bileşiminde de ifadesini bulmaktadır. 1936 Rusya’sında işçi sınıfı halkın yüzde 30’undan fazla değilken partideki işçilerin oranı yüzde 50’lerin üzerine çıkarak çoğunluğu oluşturuyordu.
Sovyetlerde bürokratik aygıtın yıkılması ve neredeyse bu anlamda taş üzerinde taş bırakmayacak denli bir çaba olarak okunan eskiden kalma bütün yüksek görevli memurların kovulması ve burjuva parlamentonun dağıtılması, özellikle işçilere ve köylülere çok daha erişebilir temsil hakları verilmesini beraberinde getirmiştir.
Hazırlanan ve uygulanan Anayasa’nın kapitalist ülke anayasaları ile basit bir karşılaştırması dahi insana verilen değeri açıkça ortaya koyar. Sovyet Anayasası ne herhangi bir plana göre kaleme alınmış ne çalışma odalarında hazırlanmış ne de burjuva tarzda hukukçulara hazırlatılarak halka zorla dayatılmıştır. Ekim devrimi ile birlikte ve gelişen tüm süreçlerde bu Anayasa, sınıf karşıtlıkları olgunlaştıkça, sınıf savaşımının kendi gelişiminin ihtiyacına göre hazırlanmıştır.
KOPUŞLAR
Sovyetler Birliği’nin dünyadaki ve dışilişkilerdeki konumuna baktığımızda Lenin-Stalin dönemi ile Kruşçev ve Brejnev dönemi arasında kalın sınırlarla çizilmiş kopukluklar ve zıtlıklar olduğu görülür. 1. Emperyalist paylaşım Savaşındaki tavrıyla halkların dostu haline gelen Lenin Rusya’sı ve 2. Emperyalist Paylaşım savaşındaki ve sonrasındaki tavrıyla dünya halklarının dostu ve dünya devriminin kalesi olmuş olan Sovyetler Birliği’nin 1950’lerin sonunda ve 1960’larda bu özelliğini kaybettiği görülür. Sovyetler Birliği 1950’lerin sonlarından başlayarak ABD ile neredeyse büyük bir rekabete girmiş, ezilenlere ve halklara karşı özgürlükçü yaklaşımını rekabet anlayışıyla yitirmeye başlamıştı.
1950’ler Sovyetler Birliği için bir dönemeçti. Kruşçev’in 1956 yılında toplanan SBKP’nin 20. Kongresindeki önerileriyle alınan kararlar bu dönemeci işaret ederken aynı zamanda bir kopuşu da beraberinde getiriyordu. Barış içinde yaşama ve barış içinde yarış komünistlerin önüne konulan yeni mücadele hattının ana politikası olurken, ileri demokrasi ve kapitalist olmayan yol tezleri ise bilimsellikten uzak adımları beraberinde getiriyordu. Tabiî ki tüm bunlar bir tarihsel hesaplaşmanın da önünü açıyordu. SBKP’nin 20. kongresi ile birlikte Stalin üzerinden Marksizm ile hesaplaşmaya girişiliyordu. “SBKP yöneticileri Stalin’in ölümünden itibaren kara propaganda ile kamuoyu oluşturmaya, “Stalinist” saydıkları yönetimleri (Polonya,Macaristan vb.) devirmeye başlamış, karşı devrimcilere önce “itibar”larını iade edip hızla yükselmelerini sağlamış, 20. kongre ile birlikte ise Stalin’e her türlü küfür hakaret, iftira yağdırılmıştır. 22. kongrede (1961) aynı tarz sürmüş daha da ileri gidilip Stalin’in cenazesi yerinden çıkartılıp yakılmıştır.” (Devrimci Hareket sayı: 28)
Kuşkusuz bir toplumun ya da bir toplumsal kuruluşun karakterinin değişimi birden olmaz. Ancak 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bin bir acıyla çıkan Sovyetler Birliği 20 milyon yüreği, 6 milyon kadroyu kaybetmiş, ülke harabeye dönüşmüş, dışarıdan yardım almak şöyle dursun dost ve kardeş ülkelerle yokluğun paylaşıldığı dönemler de dahi Stalin’in yol göstericiliğiyle zorlukları aşarak ayağa kalkmayı tercih etmişti. Savaştan harabe olarak çıkan Avrupa devletlerinin ise Marshall yardımları ile ayağa kalktıkları düşünülürse tüm bu zorluklara rağmen devrimci değerlerden ödün vermeyen Stalin’in çabaları ile kıyaslanan 1956 kararları kopuşun en önemli işareti oluyordu.
Bu durum tabii ki işçi sınıfının ihtiyacı ile açıklanabilecek bir durum değildir.
Kapitalist-emperyalist dünya ile rekabet etme anlayışı ne Rus işçi ve köylülerinin ne de dünya proletaryasının devrimci savaşımının bir ihtiyacıydı. Bilinmektedir ki rekabet ya da savaşım burjuva zeminde tercih edildiğinde körleşme kaçınılmaz hale gelir. Dolayısıyla ekonomik anlamda rekabet etme anlayışı kısa sürede kapitalist emperyalist dünyanın yöntemleri ile boy ölçüşmeye kalkarak sınıfsal niteliğin terk edilme sürecini beraberinde getirmiştir. 2. emperyalist paylaşım savaşı ile Halkların babası sıfatı almış Stalin’in tüm zorluklara rağmen işgal yolunu tercih etmemesi bir devrimcilik özelliğiyken, Kruşçev dönemiyle başlayan işgal süreçleri ise demokrasinin terk edildiğinin kanıtıdır.
Yeri gelmişken Stalin’in acımasız bir diktatör olduğu yolundaki emperyalist kara propagandaya soldan da destek verildiğine tanık oluyoruz. 2. Emperyalist paylaşım savaşı koşullarında ödenen bedeller ve düşman güçlere verdirilen kayıplar gerekçe yapılarak, saldırganlık aklanmaya, savunma ise Stalin şahsında yargılanmaya çalışılmaktadır. Bu yöntemle, savaşın müsebbibi olan Emperyalist saldırganlık unutturulmaya çalışılmaktadır. Günümüzde Stalin’in, halk düşmanı katillerle yan yana anılmasının başka bir sebebi daha vardır. Sürmekte olan Irak işgalinde öldürülen 1,5 milyon Iraklının katillerini gölgede bırakan bu tutum, ideolojik bir yönlendirme olup bilinçleri bulandırmaya yöneliktir. Ve sonuçta emperyalist propagandanın bir parçasıdır.
1960’ların sonlarına doğru gelindiğinde ABD emperyalizmi ile rekabet sınır ötesi rekabetlere dönüşmeye başlamıştı.1956 yılında Macaristan’ın işgal edilmesi, 1968 yılında Çekoslovakya’nın işgal edilmesi ve son olarak da 1979 yılında Afganistan işgali ile Lenin ile Stalin döneminin kazandırmış olduğu halkların dostu Sovyetler Birliği tanımlaması yerini işgalci Sovyetlere bırakıyordu. 1956 yılında gerçekleşen 20. Kongre’de Stalin’i diktatörlük ve özgürlükleri kısıtladığı gerekçesi ile suçlayanlar, böylelikle gerçek yüzlerini de ortaya sermiş oluyorlardı.
PERESTROYKA VE GLASTNOST ANLAYIŞI KRUŞÇEV’LERİN ÇİZDİĞİ YOLDUR
1950’lerin sonunda başlayan birinci dönemeç beraberinde ikinci dönemecin de yolunu açtı 25 Şubat 1986 günü açılan SBKP 27. kongresinde Genel sekreter’in çarpıcı açıklamaları Sovyetler Birliği’nin son anlarını işaret eden sürecin ifadesiydi. Ancak her iki tarihsel kesitte de bir devamlılık bulunduğu kaçınılmaz. Gorbaçov ve arkadaşları, Kruşçev’in getirdiği programın tam olarak uygulanmaması yüzünden bir çeyrek yüzyılın kaybedildiğini belirtirken aslında bu dönemin başlangıcına dair gerçekliğin de altını çiziyorlardı. (Bkz. Perestroyka / Gorbaçov / Güneş Yayınları)
1960 ile 1980’lerin başında Sovyet ekonomisinin neredeyse bir harabeye dönüştüğü görülür. Ekonominin dengeleri bozulmuş, sanayi ile tarım ağır sanayi ile hafif sanayi üretim malları ile tüketim malları üreten sanayi arasında uyumsuzluk had safhaya varmıştır.
Tüm bu düşüş göstergelerinin sonucu olarak Perestroyka adıyla Sovyet Halklarına sunulan bir çözüm vardı. Bu çözüme göre üretim artık tamamıyla kar adına yapılacak, fiyatlar ve işgücü fiyatları bu piyasada oluşacak gelişim seyri yeni ekonomik yöntemlerle belirlenerek tarımda özelleştirmeye gidilecekti. Böylece Devletin hantallığından da kurtulmuş olunacaktı.
Sovyet ekonomisini canlandırmak için üretilen çözüm ise Perestroyka adıyla bilinen “yeniden yapılanma” atağıydı. Bu anlayışla üretim kar adına yapılacak, fiyatlar ve işgücü fiyatı piyasada oluşacak, ekonomik kumanda tamamıyla ekonomik yöntemler esas alınarak gerçekleşecek entansif yani, belli birimlere yüklenerek daha fazla verim anlayışı ile hareket edilecek, tarımda özelleştirmeye gidilecek ve dünya pazarıyla bütünleşilecekti. Bu durum Yeni yönelimin enternasyonalist bakışınıda bu şekilde belirliyordu. Kısacası bu anlayışla Sovyetler Birliği dünya pazarıyla bütünleşen bir hale geliyordu. Gorbaçov reformları üretimin amacını kar olarak belirlerken bu karı paylaşacak sınıfa toplum açısından sırtta taşınabilir bir karakter kazandırmaktaydı. Özelleştirmeler kısa sürede işsizliği beraberinde getirdi. Böylelikle işçi sınıfı içerisinde bir rekabet ortamı yaratılarak emek ücretlerinin de kontrol altına alınması ve emekçilere yoksulluğun dayatıldığı bir süreç inşa ediliyordu. Kar ve piyasa mekanizmaları üretim ve tüketici güç arasındaki uyumu sağlayacak yeni bir süreç örerken, ihtiyaç halkın ihtiyaçlarına göre değil özelleşen üretim araçlarının yeni yönetimlerinin kendi ihtiyaçlarına göre şekilleniyordu. Glasnost (açıklık) teorileri ise tamamen piyasanın açıklığını işaret ediyordu. Ve bu süreç emekçilerin, büyük bir yıkıma maruz kalacağı günlerin habercisiydi. Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde kaçak temizlik işçiliği, çocuk bakıcılığı yapan, en ağır işlerde üç kuruşa ve ölümüne çalışan, fuhuşa zorlanan, gözünün feri sönmüş yüz milyonlarca eski sosyalist ülke yurttaşının bugünkü durumu bir kader değildir. Ancak bu nihai bir son da değildir.
Açıklık ve Yeniden dönüşümün mimarları tüm Sovyet halklarını kapitalizmin azgın sömürüsü ile tanıştırdı. Sovyetlerin dağılması ve kapitalizme geri dönüş ile birlikte dünya tarihinde destanlar yaratanlar, çok kısa bir süre içinde açlık, yoksulluk ve halkların birbirine düşürüldüğü bir cehennemin içine düştüler. Yıkıntının izleri bugün dahi silinemeyecek denli sorunları da beraberinde getirdi. Özgürlük söylemleriyle devrimcileri hedef tahtasına oturtanlar halkları birbirine düşüren bir ortamın yaratıcısı oldular.
25 Ocak 1991 yılında Sovyetlerin dağılması şüphesiz tüm dünya devrimcilerini etkileyen bir süreç oldu. Ancak geri dönüşün sinyallerini gören birçok devrimci bu geri dönüşün daha başlangıcında seçimini yaparak döneme ilişkin siyasal tavrını açıkça ortaya koyuyordu. 1960’ların sonlarında başlayan gençliğin devrimci ve antiemperyalist direnişlerinin simgesinin Lenin, Stalin, Che Guevara, Ho Şi Minh vb. olurken Kruşçev ve Brejnev’in adeta bir kenara itilmesi devrimcilerin hangi geleneği kendilerine miras edindiklerinin göstergesi oluyor, Modern Revizyonizm ise tarihin çöplüğündeki yerini alıyordu.
Evet, yenilgi kaçınılmaz olarak bir yıkımı beraberinde getirdi. Ama kuşkusuz bu yıkım yeni Ekim’lerin habercisi olan direniş tohumlarının yeşereceği bir zemini de hazırladı.
Sayı 30 (Haziran – Ağustos 2010)