Dünyanın kalbi Ortadoğu şimdi daha hızlı çarpıyor. Emperyalistlerin “Arap Baharı” aldatmacasıyla son dönem yoğunlaştıkları ülke olan Suriye’de işler kötüye gittikçe, mücadele başka alanlara yayılmaya başlıyor. Ortadoğu’da Arap halkı aldatıldığının farkına vardıkça kaos daha fazla büyüyor. Şam’da patlatılan bombayla pek çok üst düzey görevlinin öldürülmesini, ardından başta Şam ve Halep olmak üzere topyekun bir saldırı dalgası başlatan emperyalistler ve onların maşaları, yine hüsrana uğramış gözüküyor. Hükümet güçleri başlattıkları temizlik operasyonlarıyla, işbirlikçileri ülkenin her yanında çöp deliğine süpürüyor. Bu durumu sindirmekte zorlanan emperyalizm ve uşakları, başta tepkilerini en üst perdeden seslendirirken; zaman geçtikçe sesleri çatallaşmaya ve durumu kabullenmeye başlıyor. İşte bu durum kısa bir tarih aralığında birbirine taban tabana zıt adımlar atılmasına, açıklamalar yapılmasına yol açıyor.
CNN, BBC, El-Cezire ve El-Arabiya gibi emperyalist medya kuruluşlarınca bilinçleri çelmelenen kitlelerin, sürekli yalan bombardımanı sayesinde geçici bir süreliğine de olsa hareketsiz kalmaları sağlanmıştı. “Arap Baharı” sadece gözüne fener tutulan birinin yaşadığı geçici körlüktü. Zaman geçtikçe emperyalizmin ve onun işbirlikçisi rejimlerinin boyası dökülmüş; halkların gerçek uyanışı için zemin uygun hale gelmeye başlamıştır. Ortadoğu’da havanın gittikçe sertleşmesiyle sahte “bahar”ı müjdeleyenlerin amacı ortaya çıkmış; artık etkilerini büyük oranda yitirmişlerdir.
EMPERYALİZM İÇİN İŞLER İYİ GİTMİYOR
BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi olarak Suriye sürecini çözmesi için atanan Kofi Annan, Cenevre anlaşmasının ABD tarafından rafa kaldırılması üzerine Ağustos ayı başında istifa etmişti. Eylül ayı başında ise göreve eski Cezayir Dışişleri Bakanı Lakhdar Brahimi getirildi. Brahimi, Irak ve Afganistan işgalleri sırasında yine BM’nin özel temsilcisi olarak görev yapmıştı. Şimdiye kadar Annan’a göre iki tarafa da mesafeli ve dengeli bir profil çizmeyi başaran Brahimi; Türkiye, İran, Irak, Suriye’yi ziyaret ettikten sonra Rusya ve Çin’e geçeceğini açıkladı.
Brahimi’nin yürüttüğü diplomasi trafiği sonuç verdi ve kurban bayramını kapsayan bir ateşkes ilan edildi. Brahimi’nin tarafları Cenevre anlaşmasının çerçevesine; yani, Esad’lı bir geçişe ikna ettiği de söyleniyor. Lakhdar Brahimi’nin neden özel temsilci olarak göreve getirildiği sorusunun cevabı, seçilme tarihiyle bağlantılıdır. Eylül ayı başında Suriye’de iç savaşın gidişatı aşağı yukarı belli olmuş; ABD açısından Cenevre anlaşmasının bile gerisine düşülme riski belirmişti. Brahimi’nin faaliyetleri, emperyalizm ve işbirlikçileri için tam bir can simidi olmuştur.
Suriye’de işlerin kötü gittiği, işbirlikçilerin, Şam’ın ardından Halep’te de tutunamayıp sınıra doğru sürüldüğü ve tampon bölge veya güvenli bölge taleplerinin yoğunlaştığı bir dönemde, ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey “Eğer tampon bölge kurmaya karar verirseniz, o zaman onu koruma sorumluluğunu da üstlenmiş oluyorsunuz. Bu da sizi silah, hava ve balistik füze sistemi kurmaya, kullanmaya itebilir “(Milliyet- 31 Ağustos 2012) diyerek bu talepleri açıktan reddetti.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi 11 Eylül tarihinde ABD’de gösterime giren bir filmin “peygambere hakaret” içeriyor gerekçesiyle başta Libya, Mısır, Tunus, Yemen gibi “Arap Baharı”nın başarıyla (!) hayata geçirildiği yerlerde ABD konsolosluklarının hedef alınıp yakılıp yıkılması ve büyükelçilik çalışanlarının öldürülmesi tam bir şok etkisi yaratmıştır. ABD’nin kendi eliyle silahlandırdığı güçlerin silahı kendisine yönlendirme riski belirmiştir. ABD, bu olaydan sonra başta Suriye’deki işbirlikçiler olmak üzere Ortadoğu’da İslamcı güçleri silahlandırma ve her türlü desteği sağlama işini bir süreliğine yavaşlatma kararı aldı.
Böyle bir ortamda süreci okuyamayan Türkiye’nin çıkardığı tezkere konusunda, başta ABD olmak üzere AB ve İngiltere “sükûnet ve itidal” çağrıları yaparak gidişatı dizginleme ihtiyacı hissetti. S.Arabistan ve Katar işbirlikçilere artık eskisi gibi para yağdırma işini durdurdu.
ABD, 6 Kasım’daki başkanlık seçimlerine kilitlenmiş durumda. Seçim yarışının kritik gittiği bir dönemde Obama, mevcut konjonktürü zorlayacak, dengeleri bozacak riskli adımlardan kaçınıyor. Hatta seçimden sonra bile ABD’nin Suriye konusunda işgal, saldırı gibi yollara başvurması beklenmemeli. Obama’nın eli rahatladığında bile kestaneyi maşayla almaya çalışacağı görülüyor. Seçim tartışmaları için üç kez bir araya gelen Obama ve Romney’in her ikisinin de Suriye’ye asker göndermek veya işgal gibi gündemlerinin olmadığı ortaya çıktı. Hatta Obama, “Suriye’ye askeri anlamda daha fazla bulaşmak, ciddi bir adımdır. Bunu, kime yardım ettiğimizden, namlularını daha sonra bize ya da bölgedeki müttefiklerimize çevirecek kesimlerin eline silah vermiyor olduğumuzdan tümüyle emin olarak yapmalıyız”(Radikal- 24 Ekim 2012) diyerek silah sevkiyatının bile artık eskisi gibi yaygın yapılmayacağının mesajını verdi.
ABD’nin Suriye’den tamamen vazgeçtiğini düşünmek ham bir hayal olur. Çünkü biz “Suriye yalnızca Suriye değildir” derken buradan çıkacak sonucun suya atılan bir taş gibi tüm Ortadoğu’yu etkileyeceğini ifade etmiştik. Suriye’de iç savaş derinleştikçe içine çektiği kesimler ve ülkeler de artacaktır.
Suriye’deki Hıristiyanların durumunda ortaya çıkacak kötü bir durum, Lübnan’daki Maruniler’in yanında Mısır’daki Kıptileri de etkileyecektir. Suriye’den bir taş çekildiğinde tüm Ortadoğu yıkılır tespiti hala geçerliliğini koruyor. ABD ve müttefikleri o taşı çekmekte henüz başarılı olamadığı gibi çekince başına nelerin gelebileceğinden de korkuyor.
“ARAP BAHARI” RÜZGÂRI TERSİNE DÖNEBİLİR
“Arap Baharı” denilen süreçte rejim değişikliği yaşayan ülkelerin yanında, rüzgârdan etkilenen ya da sürece katkı sunan ülkelerin rejimleri de rahat değil. Emperyalizmin tüm manipülasyon çabalarına rağmen, Arap halkı yaşamının eskisinden daha kötüye gittiğini görüyor. Bir yandan açlık ve yoksulluk katmerleşerek büyürken, diğer yandan halkın kırıntı düzeyinde dahi olsa elde ettiği demokratik hak ve özgürlükler “yeni” yönetimler tarafından açıktan yok edilmeye çalışılıyor. Kimi ülkelerde şeriat ilan edilirken kimilerinde şeriat hükümleri fiilen uygulanıyor.
Baskı ve zulüm gün geçtikçe daha fazla artıyor. Halk yoksullaşmaya, kadınlar eve kapatılmaya, çocuklar istismar edilmeye, işçiler hak gaspları yaşamaya, azınlıklar kıyıma her geçen gün daha fazla uğruyor. “Arap Baharı” yanılsaması üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmişken Ortadoğu’da son durumun ne olduğunu anlayabilmek, bütünlüklü bir tablo görebilmek için ülkelerde yaşanan gelişmeleri gözden geçirmekte fayda var:
Tunus ile başlayan sahte “bahar” süreci, bırakalım özgürlüğü, demokrasiyi halkın onlarca yıllık büyük mücadelelerle elde ettiği kazanımları bile bir çırpıda elinden almak isteyen kişilerin gerçek niyetlerini gözler önüne sermiştir. Tunuslu kadınlar çağ dışı kafaların şeriat uygulamalarıyla, gençler işsizliğin yarattığı yıkımla ve halk gelenin gideni arattığı bir sistemle yüz yüze bırakılmıştır.
Mısır’da İsrail karşıtı ve Filistin dostu olarak lanse edilen Müslüman Kardeşler ve diğer şeriatçı partilerin emperyalizmin birer maşası olduğu gün geçtikçe daha iyi görülür olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda halkın %55’i oy kullanmayarak, sandığı bir seçenek olarak görmediğini; iki adayın da madalyonun iki farklı yüzü olduğunu göstermiş oldu. Mursi; seçildikten hemen sonra İsrail ile Camp David anlaşmasına sadık kalacağını taahhüt etmekle kalmayıp Gazze’nin dünyaya açılan nefes borusu olan tünellerin çoğunu kapatarak Hamas’lı yöneticileri de hayal kırıklığına uğrattı.
Suriye’yi yüzüstü bırakmaları karşılığında emperyalizm tarafından kabul göreceklerini zanneden Hamas liderliği nasıl hayal kırıklığı yaşamasın ki? Gazze saldırısında ve sonrasında emperyalizmin ve siyonizmin tüm saldırı tehditlerine rağmen Hamas’a ve Filistin halkına destek veren, kol kanat geren, Suriye rejimiydi. Hamas; Türkiye, Katar, S.Arabistan ve Mısır’ın tatlı yalanlarına kanarak günü kurtarabileceğini hesaplarken, geleceğini yitirmiş oldu. Şimdi Ortadoğu’da Hamas’a kim güvenebilir ki?
Libya’yı açıktan işgal eden emperyalistlerin hiçbir işi yolunda gitmedi. Pentagon’da yapılan hesap Trablus’tan döndü. Kaddafi’yle birlikte binlerce direnişçi öldürülmüş, onbinlercesi de cezaevinde işkenceden geçirilmiş olmasına rağmen hiçbir şey yolunda gitmiyor. Kaddafi’nin katledilmesinin üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçti ancak işbirlikçiler daha bir hükümet bile belirleyebilmiş değil. Hükümet pazarlıkları, parlamentoyu basan silahlı çetelerin denetiminde yapılıyor. Libya’da Exxon-Mobil, BP, Total gibi uluslararası tekeller petrol yataklarını çeşitli anlaşmalarla kendi denetimine alırken; halkın ne yaşadığı hiç kimsenin umurunda değil. Uzun süre unutturulan Libya, Ağustos ayında şeriatçıların Kuzey Afrika’nın köklü ve yaygın dini gruplarından olan Sufileri putperest (dinsiz) ilan ederek, onlara ait yüzlerce yıllık tarihi türbeleri ve kütüphaneyi buldozerlerle yerle bir etmesiyle tekrar hatırlandı. Bu vahşette Sufilerin onlarca üyesi öldürülürken yüzlercesi de yaralandı. Eylül ayında ise şeriatçılar bu kez peygambere hakaret edildiği söylenen bir filmle tekrar gündeme geldi. Libya’da filmi gerekçe eden şeriatçılar (özgürlük savaşçıları!) başta ABD konsolosluğu olmak üzere her yanı yakıp yıktı. Libya işgalinin mimarlarından ABD büyükelçisi Chris Stevens’ın da aralarında bulunduğu üç elçilik çalışanı kötü bir şekilde (tecavüz ve işkenceyle) öldürüldü. İşte bu cinayetler ve cinayetin işleniş biçimi emperyalistleri şok etti. Kaddafi aynı biçimde öldürülürken kamera karşısında yerinde duramayarak adeta oynayan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve diğer yetkililer, aynı şey kendi büyükelçilerinin başına geldiğinde, uçak gemileri, İHA’lar (İnsansız Hava Aracı) ve asker göndermekle kalmayıp bir de Libya’ya askeri üs kurular. ABD bir kez daha ders çıkarmak yerine acıları fırsata çevirmenin yollarını arıyor.
Yaklaşık bir yıl önce Kaddafi’yi yaralı halde yakalanan ve korkunç işkence yöntemleriyle öldüren işbirlikçilerin başındaki Ümran Ben Şaban o dönem kahraman (!) ilan edilmişti. Şaban, bu kez aynı yerde (Bin Velid) Kaddafi yanlısı silahlı militanlarca infaz edildi.
22 Ekim tarihinde ise yok edildiği söylenen Kaddafi yanlısı savaşçıların Bin Velid’de hükümet güçleriyle çatıştığı söylendi. Kaddafi’nin oğlunun da aralarında olduğu savaşçıların kimyasal silahlar kullanılarak katledildikleri ortaya çıktı.
El-Beşir yıllarca Güney Sudan’da çok büyük katliamlara imza atmıştır. Darfur’da yüz binlerce insan öldürülürken milyonlarcası da mülteci durumuna düşürülmüştü. 2009 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi, tarihinde ilk defa bir devlet başkanı hakkında insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklama emri çıkarmıştı. Tabii bu kararın arkasında insani sebepler aramamak lazım. Güneyin zengin petrol kaynaklarının emperyalistlerin iştahını kabartmasının yanında, Sudan’ın Çin ile girmiş olduğu ekonomik ilişkiler böyle bir kararda etkili olmuştur.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararına rağmen Türkiye üzerinden terbiye edilen El-Beşir, istenilen çizgiye getirilmiştir. El-Beşir önce 2011 yılı başında Güney Sudan’ın bağımsızlığını kabul etmiş ardından ne kadar sadık bir uşak olduğunu göstermek için Libya işgaline ordusunu göndermiştir. Libya işgalinin piyonlarından biri olan El Beşir yaptığı çeşitli konuşmalarda Kaddafi’yi, Güney Sudan’ı kendilerine karşı desteklemekle suçlamıştı. Libya’nın işgalinde Sudan askerlerinin de yer aldığını; ayrıca, işbirlikçilere silah ve mühimmat desteği de sağladıklarını itiraf etmişti. Aslında Kaddafi’nin Sudan gericiliğine karşı çok büyük katliamlara uğramış mazlum Güney Sudan halkını destekleme kararıyla, emperyalizmin Libya işgalinde açıktan yer alan El-Beşir’in tavrı arasında birbirine taban tabana zıt bir duruş vardır. El-Beşir’in tüm yaranma çabalarına rağmen emperyalistler planlarından vazgeçmemiştir. 11 Eylül sonrası ABD’nin Afganistan ve Irak dışında başlıca hedeflerinden biri haline gelen Sudan’ın o dönem ilaç fabrikası balistik füzelerle yerle bir edilmişti. 25 Ekim 2012 tarihinde bu kez İsrail’den kalkan uçaklar başkent Hartum’daki silah fabrikasını yerle bir etti.
Sudan ile bir kez daha gördük ki emperyalizmin planlarının hedefi olan bir ülkenin kukla rejimi ne yaparsa yapsın sonuç değişmez.
Suriye’de işler kötüye gittikçe emperyalistler çatışmaları çevre ülkelere yayarak sorunu tüm bölge ülkelerinin sorunu haline getirmek istiyor. Suriye ile tarihi ve akrabalık ilişkileri bulunan Lübnan gün geçtikçe daha çok savaşın içine çekiliyor. İsrail, Lübnan’ı sürekli savaş uçakları ve istihbarat faaliyetleriyle istim üzerinde tutmaya çalışmaktadır. Suriye’deki çatışmaları bahane ederek Lübnan’a sığınmış ve emperyalizm tarafından silahlandırılmış kişiler; başta Trablusşam olmak üzere Sünnilerin ağırlıkta olduğu bölgelerde karışıklık ve kaos çıkarmaya çalışmaktadır. Lübnan Hükümeti’nin sınırdan Suriyeli işbirlikçileri geçirmemekte ısrar etmesi üzerine S.Arabistan ve Katar destekli Saad Hariri’nin başını çektiği 14 Mart ittifakı Lübnan’da iç savaşın koşullarını yaratmaya çalışmaktadır. 14 Mart ittifakı muhalefette olmasına rağmen devlet kademelerinin ve ordunun denetimini büyük oranda elinde tutmaktadır. ABD, AB, S.Arabistan ve Katar’dan aldıkları güçle kendilerini o kadar güçlü hissediyorlar ki sanki iktidardaymışçasına hareket ediyorlar. 14 Mart ittifakı militanları, Eylül ayında Beyrut ve çevresinde barikatlar kurup ordu birlikleriyle çatışmakla kalmayıp ayrıca Suriyeli işbirlikçilere de silah, kamp vb. her türlü desteğin sağlanması işlerini de rahatça organize ediyor. Lübnan’daki dengeler o kadar hassas ki Hizbullah’ın da aralarında bulunduğu hükümet, açıktan yürütülen pek çok faaliyete göz yummak zorunda kalıyor. Lübnan’da uzun yıllardır siyaset, suikastlar (mini savaş) üzerinden yürütülüyor. 20 Ekim tarihinde başkent Beyrut’un falanjistlerin denetiminde olan bir mahallesinde 70 tonluk bir bomba patlatılarak aralarında Lübnan İç İstihbarat Servisi Başkanı Visam Hasan’ın da olduğu pek çok kişi öldürüldü. Visam Hasan yine kendisiyle aynı akıbete uğrayan Refik Hariri’nin koruma şefi ve sonrasında da Hariri suikastı araştırma komisyonunun başkanıydı. Tabii ki Hariri suikastının ardından suçlu (!) ilan edilen Suriye ordusu, Lübnan’dan çekilmek zorunda kalmıştı. Visam Hasan suikastının ardından Lübnan’ı ve Suriye’yi nasıl bir sürecin beklediği şimdilik net değil. Ancak emperyalistler açısından Suriye’de işlerin iyi gitmediği bir dönemde Lübnan’da hükümet değişikliğinin hedeflendiği görülüyor. Böylece; Türkiye üzerinden tutmayan planlara, Lübnan da dâhil edilerek istenen sonuç alınmak istenebilir.
Suriye direndikçe Arap halklarının kendine güveni artıyor. Kimi Arap ülkelerinde hiç duyulmadık şeyler oluyor. Ürdün, uzun süredir Suriye’ye müdahale için emperyalizmin bölgedeki ileri karakollarından birisidir. Suriye’den kaçırılan savaş uçakları ve helikopterlerin Ürdün’e indirilmesi, Suriye başbakanlığına getirilen Riyad Hicab ve bazı bakanların milyonlarca dolar para karşılığında kaçışının örgütlenmesi, Suriye ordusundan kaçan subaylara ev sahipliği yapılması, ABD ve Fransız özel birliklerinin Suriye sınırına gelmesi vb. Ürdün rejiminin işbirlikçilikte aldığı mesafeyi yeterince göstermektedir. Suriye ordusunun son aylarda yürüttüğü başarılı operasyonlarla birlikte Ürdün Hükümeti’nin politikalarında bir değişimin işareti sayılabilecek gelişmeler yaşanıyor. 5 Ekim tarihinde Kral Abdullah’ın Meclisi feshedip seçimlerin yenilenmesine dönük adımı sokaklara çıkan on binlerce gösterici tarafından reformların gecikmesi, ekonomik kriz ve yolsuzluklar protesto edildi. Ekim ayı içinde Ürdün ordusu Suriye sınırından girmeye çalışan işbirlikçilere müdahale etmeye başladı. 22 Ekim tarihinde ise bu müdahalelerden birinde çıkan çatışmada ilk kez bir Ürdün askeri öldü, 11 işbirlikçi ise tutuklandı.
Suriye’de rejim değişikliği politikasının finansörleri de sanıldığı kadar rahat değil. Suriye’de iç savaş başladığından beri S.Arabistan ve Katar, Suriye Dışişleri Bakanlığı’nda görevli hemen herkesi satın almaya çalışmış, ancak milyonlarca dolarlık vaatlere rağmen bugüne kadar pek bir başarı sağlayamamıştır. S.Arabistan ve Katar’ın ne para kaynakları, ne savaşa gönderdikleri İslamcı militanlar ne de Arap halkı üzerinde uyguladıkları baskı sınırsız değildir. Siyasal alanda yaşadıkları başarısızlıklar, gerek iç gerekse de dış kamuoyunda tecrit olmalarına ve çeşitli sorunlar yaşamalarına sebep olabilir.
Suudi Arabistan’ın doğusunda Şii kökenli halk aylardır yürütülen baskı politikalarını protesto etmek için sokaklara çıkmış durumda. Suud rejimi olayları bastırmak için göstericileri öldürülmekten çekinmiyor. Ekim ayı sonunda ise Kuveyt’te yüz bin civarında insan yeni seçim yasasını protesto etmek için sokaklara döküldü. Göstericiler gaz ve copla şimdilik dağıtıldı ancak ilerisi pek de parlak gözükmüyor.
SURİYE’NİN YANINDA YER ALAN GÜÇLER BÖLGEDE DAHA AKTİF ROL ALMAYA BAŞLADI
Suriye halkının emperyalist işgal karşısındaki direnişi büyüdükçe Suudi Arabistan, Katar, Mısır, Türkiye vb. bölge ülkelerinin politikalarında da değişiklikler olacak ve hatta bu kez roller değişecektir. Bugün savunmada olan güçler karşı saldırı için güç biriktirmiş olacaktır.
Rusya’nın eli, Kırgızistan’daki yönetim değişikliğinin ardından, güneyinde Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde yapılan seçimlerde kendisine yakın isimlerin de galip gelmesiyle biraz rahatlamış görünüyor. Rusya, sadece BM’de Suriye’ye müdahale için çıkartılmak istenen kararları veto etmekle kalmayıp daha sert adımlar atmaya başlamış görünüyor. Cenevre
Anlaşması’na uymayan güçlerin gerçek niyetini teşhir etmenin yanında İran, Irak gibi ülkelerle etki alanını geliştirmek için daha yakın çalışmalar başlatmış durumda. Türkiye’nin Suriye Uçağını zorla indirdiği günlerde, Maliki de Rusya’da çeşitli anlaşmalar imzalıyordu. Maliki ziyaret sırasında, “Rus şirketleri, Irak ekonomisine yatırıma davet ediyoruz. Rus şirketlerle kalıcı ve kapsamlı ilişkiler kurmayı amaçlıyoruz.” diyerek Rusya ile stratejik düzeyde bir ilişkiye yeşil ışık yakmış gözüküyor. Rusya ise Suriye’yi ve bölgeyi terk etmek yerine daha kapsamlı ve derin bir şekilde yerleşmeye çalışıyor. Lavrov’un, AB üyelerinin bakanlarına verilen bir yemekte ” Beşar Esad asla gitmeyecek ” demesi,
Rusya’nın Suriye konusundaki çıkışlarının bir blöf olmadığını gösteriyor. Rusya, bölgede milyarlarca dolar değerinde ekonomik ve ticari anlaşmaların yanı sıra silah anlaşmaları da yaparak kapitalizmin krizinin gittikçe daha fazla derinleştiği bir süreçte, altın değerinde bir fırsat yakalamıştır.
Sürekli uluslararası tekellerin ve ülkelerin battığının açıklandığı bir dönemde pastanın büyüklüğü Rusya’yı, ortaya çıkacak riskleri de göze almaya zorluyor. Rusya bölgenin kendisi için stratejik önemi kadar ekonomik değerinin de farkında.
İran, bölgede ağırlığını hissettirmeye başladı. Şam’daki patlamanın ardından İran yönetimi gerek diplomatik gerekse de ekonomik ve askeri alanda atağa geçti. İran, diplomatik alanda S.Arabistan, Katar ve Türkiye’yi üstü kapalı tehdit etmekle birlikte Suriye’ye doğrudan silah ve asker yardımlarını artırdı. Bu duruma dikkat çeken ABD, Suriye’ye silah taşıdığını belirttiği İran Hava Yolları’na ait uçakların bir listesini Irak hükümetine bildirerek önlem almasını istedi. İran Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi’nin ise İran askerlerinin Suriye’de görev yaptığını ancak çatışmalara karışmadığını söylemesi önemlidir. İran bu yolla gerekirse çatışmalara müdahil olacaklarının da sinyallerini vermiş oldu.
İran’ın bir diğer hamlesi, 10 Ağustos tarihinde Suriye sorununu görüşmek üzere aralarında Rusya, Çin, Hindistan, Venezüella, Küba’nın da bulunduğu otuza yakın ülke temsilcisinin katılımıyla Tahran’da düzenlenen istişare toplantısı olmuştur. Eylül ayında ise İranlı yetkililer Suriye muhalefeti denilen Müslüman Kardeşler, liberaller ve selefi gruplarla doğrudan görüşmeler yaptığını açıkladı.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, tarihe karıştığı düşünülen Bağlantısızlar Hareketi’nin 30 Ağustos tarihinde Tahran’da toplanması, İran’ın son dönemlerde en önemli diplomatik başarısı olmuştur. ABD, İngiltere ve Fransa’nın tüm karşı çıkışlarına ve tehditlerine rağmen BM Genel Sekreteri’nin de geldiği toplantıya 120 ülkenin (rekor sayıda) temsilcisi katılmıştır.
Ekim ayına gelindiğinde ise İran’ın bölgedeki ağırlığını iyice artırarak Türkiye’yi bile sürece angaje etmeye başladığı görülüyor. Bakü’de Ahmedinejad ile bir araya gelen Erdoğan “Suriye’d e bayram döneminde ateşkes ilan etmek ve iki tarafla da görüşmeler yapmak” konusunda anlaştıklarını açıkladı.
Suriye konusunda İran ile birlikte hareket eden Irak Hükümeti şimşekleri sürekli üzerine çekmektedir. Eylül ayı başında Tarık Haşimi’ye idam cezası verilmesinin ardından başta Kerkük olmak üzere çeşitli şehirlerde eş zamanlı patlamalar meydana gelmiş; onlarca kişi ölürken yüzlercesi de yaralanmıştır. Irak hükümeti saldırılardan sorumlu gördüğü çok sayıda ABD ve İngiliz vatandaşını (ajanını) tutukladığını açıkladı. Bir yandan bombalı saldırılar sürerken diğer yandan Barzani üzerinden Kürt yönetimi, anayasaya aykırı olduğu halde kendi başına uluslararası tekellerle petrol anlaşmaları imzalamaktadır. Barzani bir yandan Irakiye bloğuyla birlikte hareket ederek Maliki hükümetini devirmeye çalışırken diğer yandan kendi ordusunu kurmaktadır. Türkiye de Tarık Haşimi üzerinden muhalefet partileri üzerinde hâkimiyet kurmaya ve Irak hükümetine baskı yapmaya çalışmaktadır. Türk savaş uçakları Irak hava sahasını defalarca ihlal etmekten, hükümete haber vermeksizin Kerkük’ü ziyaret etmeye kadar varan saldırgan bir tavır içine girmiştir. Irak Hükümeti ise Türkiye’den gelen hac kafilesini geri göndermiş ve ancak gerekli izinler çıktıktan sonra geçişlerine müsaade etmişti. Irak Hükümeti, Türkiye’den gelen tehditler ve şantajlar karşısında geri adım atmayacağını göstermek istiyor.
Maliki hükümeti, Suriye politikası yüzünden cezalandırılmak istenmesi karşılığında sinmek yerine daha agresif politikalar belirlemeye başladı. Hükümeti düşürmek için yürüten çabaları boşa düşüren Maliki, ardından Suriye sınırına merkezi hükümetin askerlerini göndererek Kürt yönetiminin orada yürütmek istediği politikaları boşa çıkardı. Ardından Barzani’nin kendi başına Total, Chevron, Exxon Mobil gibi petrol tekelleriyle anlaşmalar imzalaması ve merkezi hükümete onaylatmaması karşısında Maliki, Kürt bölgesine yapılan ekonomik yardımları keseceğini açıklayarak Barzani’ye geri adım attırmayı başardı. Türkiye’nin şantaj ve tehditlerine boyun eğmeyeceğini açıkladı. Türk uçaklarının tacizleri karşısında hava sahasını kapattığını açıkladı. Rusya’dan gelen Suriye uçağını indirmesini Türkiye’nin küstahlığı olarak nitelendirdi.
Maliki geri adım atmadığı gibi Rusya, İran ve Suriye ile daha derin ilişkiler içine girdi. 15 Ekim tarihinde Rusya’ya giden Maliki, Gasprom ve Lukoil şirketleri ile Irak’ın güneyinde bir dizi anlaşma imzaladı. Rus petrol şirketlerinin Kürt bölgesinde de petrol aradığı biliniyor ancak Maliki’nin teklifi o kadar cazip olacak ki, Irak Maliye Bakanı Putin’in de devreye girmesiyle Gasprom ve Lukoil firmalarının Kürt bölgelerindeki faaliyetlerini askıya alacağını söylüyor.
Maliki’nin Rusya ziyaretinin en önemli sonuçlarından birisi de yapılan askeri anlaşmalar olmuştur. Irak Hükümeti bu yılın başında ABD ile aralarında tankların ve savaş uçaklarının da bulunduğu11 milyar dolarlık silah anlaşmasının ardından Rusya ile 4,2 milyar dolarlık yeni bir silah anlaşması yaparak ikinci en büyük alımını gerçekleştirmiş oldu. Anlaşmanın 30 adet Mi-28 helikopteri ile 42 adet hava savunma sistemi Pantsir-S1’i kapsadığı açıklandı. Ayrıca MİG-29 uçakları için görüşmelerin ise sürdüğü söyleniyor. Rusya’dan sonra Çek Cumhuriyeti’ne geçen Maliki, burada da 1 milyar dolar tutarında 28 adet L-159 savaş uçağı alımı için anlaşmış durumda. Irak Hükümeti gözüktüğü kadarıyla ya bir savaşa hazırlanıyor ya da özellikle Rusya ve Çekler’den alacağı silahları Suriye rejimine ulaştırmak için bir köprü işlevi görüyor. Irak Hükümeti’nin askeri gücü arttıkça ülke içinde daha sert adımlar atmaya başlayacaktır. Bunun sinyalleri gelmeye başladı. Irak Hükümeti’nin oluşturduğu Dicle Operasyon Birlikleri ile peşmerge güçleri arasında sık sık küçük çaplı çatışmalar yaşanıyor. Güçler dengesinin alacağı şekil, atılacak adımların yönünü de belirleyecektir.
Hizbullah ise Temmuz ayında meydana gelen Şam’daki patlamanın ardından Suriye’deki çatışmalara daha fazla müdahil olmaya başladı. Ekim ayı başında Humus kenti yakınlarında yola yerleştirilen bir bombayla Hizbullah komutanlarından Zeynel Abidin Mustafa ile Ali Hüseyin Nasif’in öldürüldüğü iddia edildi. Nasif’in Hizbullah’ın Suriye komutanı olduğu da söyleniyor.
6 Ekim tarihinde Hizbullah’a ait bir İHA’nın (İnsansız Hava Aracı) İsrail’in güvenlik sistemini aşarak yüzlerce kilometre yol alması Siyonist rejimde panik yarattı ve Hava Kuvvetleri Komuta’nın istifasına yol açtı.
Hizbullah’ın Filistin konusunda da atak yaptığı görülüyor. Hamas liderliğinin; Suriye’ye alınan tavır, Gazze’deki tünellerin Mısır tarafından kapatılması ve İsrail’in artan operasyonları çerçevesinde bölünme yaşadığı söyleniyor. Yeni liderlik kademesinin belirleneceği seçimler başlamadan hemen önce Eylül ayında, Hamas’ın önde gelen yöneticilerinden Mahmut Zahar, Beyrut’a gelerek Nasrallah ile uzun bir toplantı yaptı. Mart ayında Zahar ve beraberindeki heyet İran’a bir ziyaret gerçekleştirmişti.
SURİYE ORTADOĞU’NUN KİLİDİDİR
BAAS rejiminin direnişi sürdükçe Esad’ın arkasında yer alan ülkelerin daha güçlü adımlar attığına tanık olacağız. Temmuz ayı başında Şam’da meydana gelen patlamalarla eşzamanlı olarak işbirlikçilerin başlattığı topyekûn saldırı dalgasında korkunç manzaralar ortaya çıkmıştı. İşbirlikçilerin girdikleri yerlerde esir aldıkları kişileri anında infaz ettikleri, boğazını kestikleri, çatılardan aşağı attıkları görüntüler canlı yayın veya çekilen videolarla TV ekranlarından evlere kadar ulaştı. İşte o zaman insanlar “özgürlük savaşçısı”, “masum siviller”, “İslam’ın savaşçıları” gibi adlar takılan kişilerin gerçek yüzünü görmüş oldu. İşbirlikçilerin bu görüntüleri yayınlamaktaki amacı Suriye halkında korku, panik ve çözülme yaratmaktı. Şam ve Halep’te işbirlikçilerin sadece insanları öldürmekle kalmayıp mallarını yağmaladıkları, fidye için adam kaçırdıkları, girdikleri her evi talan ettikleri görüldü. Eylül ayında işbirlikçilerin dağınık görüntüsünü gidermek ve Suriye Ordusu’ndan kaçan üst düzey subayları sürece daha fazla katmak için ABD büyükelçisi öncülüğünde Hatay’da bir toplantı düzenlendi. Toplantı sonrasında ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) dağıtılarak yerine SUO (Suriye Ulusal Ordusu) kurulduğu açıklandı. Riyad el Esad tasfiye edilerek yerine Tümgeneral Muhammed Hüseyin Hac Ali getirildi. Riad Esad ise “ Bu, diktatörlüktür” diyerek durumu protesto etti. ÖSO komuta merkezini Türkiye’den Suriye’ye aktardığını açıkladı. Ayrıca, Riyad Esad’ın İsrail’de bulunduğu söyleniyor.
İşbirlikçiler sıkıştıkça halka uyguladıkları vahşeti tırmandırmanın yanında, Suriye’nin tüm tarihi, kültürel değerlerini de yok etmekten geri kalmıyor. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesindeki tarihi Halep kapalı çarşısını üs haline getiren işbirlikçiler, 1 Ekim tarihinde yüzlerce dükkânı yaktı. 15 Ekim’de ise tünel kazarak girdikleri tarihi Emevi camisine büyük zarar verdiler. İşte bu manzaralar karşısında halk tüm kesimleriyle daha fazla kenetlenmiş oldu.
İşbirlikçilerin Temmuz ayında topyekun saldırı başlatmasının ardından Suriye ordusu önce güçlerini bir araya toplayarak Şam’daki işbirlikçilere yönelik harekâtlar düzenleyerek ağır darbeler indirdi. İşbirlikçiler ise bu süreçte Suriye ordusunun boşalttığı Türkiye ve Irak sınır kapılarını adeta çatışmadan ele geçirerek şov yapmaya çalıştı. Şam’dan sonra Halep’e yönelen Suriye Ordusu işbirlikçileri püskürtmekle kalmayıp çeşitli kuşatma harekâtlarıyla önce parçalayıp ardından kuşatarak yok etmeye başladı. 2 Ekim tarihinde Beşar Esad, başlatılacak büyük operasyonu yönetmek için Halep’e geçti. Suriye Ordusu’nun çeşitli kuşatma ve yok etme operasyonlarıyla birlikte, sınırlara kadar süpürülen işbirlikçilerin yardımına bu kez top atışı ve tezkere gibi yollarla bir şemsiye oluşturmaya çalışan Türkiye yetişti.
Suriye hükümeti ise eli güçlendikçe zaaf olarak görülen yanlarını kullanmaya çalışan ülkelerin ellerinden kozlarını bir bir alıyor. Türkiye, uzun süredir Suriye’deki rejime karşı olduğunu ancak halkı düşündüğü için elektrik sevkiyatını kesmediği propagandasını yapıyordu. 21 Ekim tarihinde Suriye hükümeti; Mısır, Ürdün ve Türkiye’den karşıladığı elektrik ihtiyacını artık İran’dan alacağını açıkladı. Bu maksatla İran’dan 250 megawattlık elektrik enerjisi ithal edecek. Böylece Türkiye’nin Suriye’yi sıkıştırmak için koz olarak gördüğü bir kart daha elinden alınmış oldu.
Suriye hükümeti işbirlikçileri süpürüp sınır güvenliğini kısmen sağladığı bir dönemde radikal sayılabilecek adımları üst üste atmaya başladı. 23 Ekim tarihinde hükümet işbirlikçileri kapsamayan bir “Genel Af” ilan etti. Daha bu adımın şaşkınlığı geçmemişken hükümet bu kez bayram boyunca operasyonları durduracağını yani “ateşkes” ilan ettiğini açıkladı. Rejimin gücü, devlet olmayı sürdürebilmesinde yatıyor. İşbirlikçiler cephesinde ise her kafadan bir ses çıkmaya devam ediyor. Suriye televizyonunun 6 dilde (Türkçe, İngilizce, Rusça, İspanyolca vb.) her gün haber bülteni yayınlamaya başladı. Hükümet boşalan milletvekilliklerini yenilemek için de 1 Aralık tarihinde ara seçim yapacağını açıkladı. Suriye rejimi halk desteğinden emin gözüküyor ve güç topladıkça Esad liderliğinde bir geçiş süreci hükümetinin kurulması girişimlerine bile evet diyebilir.
Sayı 38 (Kasım 2012 – Ocak 2013)