EMPERYALİSTLER DAHA KÜÇÜK GÜÇSÜZ VE KONTROL EDİLEBİLİR ÜLKELER İSTİYOR
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanmakta olan gelişmelere dair yaptığımız çeşitli değerlendirmelerde, emperyalist aktörlerin süreçteki rolüne özel bir dikkat çektik. Geçtiğimiz günlerde Filistin’in Ankara Büyükelçisi Nebil Maaruf da, söz konusu çatışmaları değerlendirirken, olayların kendiliğinden gelişmediğinin altını çizdi.
“Bu bölgede olan olayların uluslar arası toplumda bu işleri bilen birilerinin bilgisi dışında cereyan ettiğini düşünmüyorum. Bütün bu bölgenin tümden değişeceğini tahmin ediyorum. Kim, bu bölgenin yeniden çizilmekte olduğunu söylüyorsa doğru söylüyordur.” (N.Maaruf)
Lübnan’daki çatışmalarda Hıristiyanların Hıristiyan çoğunluk bölgelerine, Müslümanların da Müslüman çoğunluk bölgelerine göç edeceği gerçeğinin açığa çıktığına vurgu yapan ve Irak’ta bugün gelinen noktada demografik bölünme yaşandığına dikkat çeken Maaruf, sonuçta tamamıyla Sünnilerin ve tamamıyla Şiilerin yaşadığı ayrı bölgeler oluştuğunu söyledi.
Bilindiği gibi bu süreçte Sudan da ikiye bölündü. Kuzey Müslüman, Güney de Hıristiyan devleti oldu.Emperyalistler başından itibaren sistemle entegrasyona girmiş veya daha küçük/güçsüz ve kontrol edilebilir ülkeler istiyor. Bu çerçevede eski algı, dengeler ve güç ilişkileri değişiyor. Örneğin Mısır’da ABD’nin Müslüman Kardeşler’e dönük dili, eskiye oranla çok daha esnekti. Benzer şekilde Müslüman Kardeşler de süreçte yumuşak bir politika izledi. İslami eksenli yapılanmaların sistemle uzlaşma potansiyelini, Müslüman Kardeşler’in bölgeye yayılmış gücü düşünüldüğünde, bunun da kendiliğinden olduğunu söylemek zordur. Hatta sürecin, vaktinde Sykes-Picot Antlaşması çerçevesinde çizilen, bölgenin sınırlarını yeniden çizmeyi amaçlayacak boyutta tasarlandığını/düşünüldüğünü söyleyebiliriz.
Bu süreçte en büyük hata, işbirlikçi medya üzerinden servis edilen yönlendirilmiş bilgilerin (veya kırıntıların) ölçü alınması olur. Örneğin, Hamas’ın, Müslüman Kardeşler’in devamı olduğu dolayısıyla yeni süreçte “Camp David Antlaşması”na uyulmaması durumunda İsrail’i (veya ABD’yi) zor günlerin beklediği gibi değerlendirmeler, bu çerçevededir; eksik ve yanlıştır. Süreci yakından izleyenler Mısır’ın yeni yönetiminin de Müslüman Kardeşler’in de söz konusu anlaşmaların değişmeyeceğine dair beyan verdiğini görmüştür. Hatta Hamas’tan Mahmud Ez Zahar da Mısır’dan İsrail’le olan anlaşmaları iptal etmesini istemeyeceklerini açıkladı. Bu durumu, Maaruf, “Her şey, olanların kontrol edilip, her şeyin görülebildiği bir şemsiye altında cereyan ediyor.” diye özetliyor.
Tam da bu noktada, ABD’nin bu denli geniş ve sorunlarıyla çok boyutlu bir coğrafyada, bu çapta çatışmaları nasıl göğüsleyebileceği sorusu akla geliyor. Bu sorunun yanıtlanması, daha da derinleşmesi muhtemel olan krizden kopuk ele alındığında, gelişmeleri anlamak/öngörmek zordur. Bu bağlamda, bölgedeki gelişmeleri salt BOP kapsamında düşünmemek gerekiyor. Bu tercihin/yönelimin, yaşanmakta olan krizle doğrudan ilintisi vardır. Krizin, 1929’ları aşacak boyutlarda olduğu ve bu açmazdan çıkmanın tek yolunun varolan üretim kapasitesinin en az %50’sinin fiziken yok olması gerektiği, artık açıktan dillendirilmektedir. Bu üretim kapasitesi (Çin, Hindistan vb.) pek çok ülkeyi kapsamaktadır. İşte ABD’nin tercihleri, neyi göğüslemek zorunda kalıp kalmayacağı, bu toplu durum içinde değerlendirilmelidir.
Sürece daha kapsamlı bakılınca, Japonya’da deprem sonrasında nükleer tesislerde yaşanan sorunun, başlı başına mevcut dengeler üzerinde sarsıcı etki yaptığı/yapacağı söylenebilir. Yaşananlar, nükleer enerjiye olan güveni sarstı. Tekrardan, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarını vazgeçilmez kıldı. Bu, önümüzdeki süreçte Ortadoğu’nun bir çekim merkezi olacağının habercisidir. İnsanlığın geleceğinde 50-100 yıl sonra nükleer enerji olmayabilir; bu çerçevede yoğun tartışmalar yaşanıyor.
Libya, bu sürecin birinci dışavurumu sayılır. Emperyalistlerin müdahaledeki aceleciliği de acemiliği de bu çerçevede düşünülmelidir. Libya’da petrolün büyük çoğunluğu, ulusal petrol şirketleri tarafından işletiliyor. Sahip olunan teknoloji çok eski. Bölgeye yeni teknoloji gittiğinde rezervlerin gerçek boyutu da ortaya çıkacaktır. Ayrıca, Libya’da üretilen petrolün %11’nin 30 yıllığına yapılan anlaşma ile Çin’e veriliyor olması gibi sorunlar, müdahalenin amacına dair daha net veriler sunuyor. Böylece, hem rekabet edebilme koşulları oluşacak, hem de Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkelerin ekonomik gelişimi baskı altına alınacaktır.
Giderek artan petrol fiyatları küresel çapta süren iktisadi savaşın en önemli göstergelerinden biridir. Libya’da izlenmesi/görülmesi gereken bir diğer nokta da basına yansıyan yönlendirmeli haberler, müdahaleci güçler açısından bir kafa karışıklığına yansıtıyor gibi görünse de, gerçekte “yeni sömürgeleştirme” olarak da okunabilecek sürecin, Times Magazine Editörü Fareed Zakaria’nın dediği gibi “bir tırmanan görev” biçiminde geliştiğidir.
Bir süredir objektifler, sürecin en önemli halkalarından birine Suriye’ye çevrilmiş durumda.
SURİYE NE TUNUS’TUR NE LİBYA’DIR
Gerek iç dinamikleri itibariyle, gerekse bölgedeki konumu ve rolü açısından Suriye, deyim yerindeyse, bir özgünlükler ülkesidir.
Suriye’de Baas örgütlenmesi, salt bir parti değil, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapılanmadır. Sadece resmi kurumlarda değil, toplumun her katmanında örgütlüdür. 7 ayrı yapılanmadan oluşan, çok büyük ve güçlü bir istihbarat ağına sahiptir. Ordusu ve askeri gücü, Libya’daki gibi değildir. Gerilla savaşı verebilecek düzeyde deneyimleri olan, güçlü bir yapılanmadır.
Suriye’nin en önemli açmazı, mezhepsel köken üzerine oturmuş çelişme potansiyelidir. ABD de zaten, tüm olasılıkları bertaraf edip, süreci mezhepler üzerinden örgütlemeye çalışıyor. Sünniler çoğunlukta, ama yönetim Şiilerin elinde. Diğer tüm nedenler bir tarafa bırakılsa dahi, ayaklanmanın Sünni eksenli gelişmesi ve iktidarın Şii niteliği, Suriye’ye Körfez’e dek uzanan uluslararası bir nitelik kazandırıyor. Bu hareketliliğin İran’a dek yayılma olasılığı, Şii eksenli bir birliği harekete geçirme potansiyeli taşıyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Suriye, kolay lokma olacak bir ülke değildir. Güçlü askeri yapısı, Muhaberat’ı, Baas geleneği, vb. nedenlerle, iktidara karşı bir hareketin başarılı olması zordur. Eğitime, sağlığa kolay ulaşabilen eğitimli geniş halk kesimleri; yapılabilecek reformların anlamını kavrayabilecek niteliktedir.
Yaşanmakta olan süreç, aynı zamanda, ayaklamış haldeki Sünni kesim içerisinde emperyalistlerin ne denli etkili (örgütlenmiş) olduğunun da göstergesi olacaktır.
Suriye, tarihten bugüne ticaret Limanı işlevi görmüş, ürünlerin dağıtımı ve pazarlanmasına aracılık eden, ticareti çok köklü ve gelişmiş bir ülkedir. Üretimi olmasa bile, bu başlı başına önemli bir olgudur. Tüm Ortadoğu’ya pek çok ticari mal, buradan dağıtılmaktadır.
Suriye’deki iktidar, son dönemlerde entegrasyon çabasıyla bir değişim süreci yaşamış, bu kapsamda ilişkiler geliştirilmiştir. Buna, Esat’ın halk tarafından önemli oranda seviliyor, benimseniyor oluşunu da eklediğimizde, müdahalenin yönetimi devirme boyutunda olmayabileceğini düşündürüyor. Ne var ki taşlar bir kez yerinden oynamıştır. Kapsamlı bir müdahale olması halinde, bölgede büyük bir savaşın önü açılacaktır. Böyle bir müdahalede İran, Irak, Lübnan, Körfez ülkeleri, vb. dahil, Şii hattının harekete geçmesi beklenmelidir. Bu da tüm Ortadoğu’nun kontrolden çıkması riskini barındıran bir olasılıktır. Böyle bir olasılık, ABD’nin geniş çaplı bir iç savaşı istemesinin (tercih etmesinin) zor olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, ilk kez aynı anda ABD, İran ve İsrail’in Esat’ın iktidarda kalmasından yana olduğu söyleniyor. Clinton, yaptığı açıklamada, Esat’ı “reform yanlısı bir lider” olarak gördüğünü söyledi.
Sonuçta, şu aşamada Suriye’ye yapılan müdahalenin aba altından sopa gösterme boyutunda olduğunu söyleyebiliriz.
Varolan devlet yapısının, bir dizi reformlarla ve topyekün yeniliklerle daha zayıf hale getirilmesi amaçlanıyor. Türkiye’de son 10 yıllık süreçte nasıl, güçlü ordu güçlü devlet yapısı, dışarıya karşı direngen eğilimler, yeni baştan (ihtiyaca göre) zayıflatılarak biçimlendirildiyse, Suriye de buna benzer biçimde değiştirilerek, sisteme entegre edilmek isteniyor. Sürecin özü budur. Amaçlanan ne demokratikleşme, ne de devrimdir; halkın demokratik talepleri istismar edilerek, süreçte bir kaldıraç olarak kullanılmaktadır.
10 MAYIS 2011
DEVRİMCİ HAREKET