Türkiye tarafından Suriye’ye tanınan sürenin dolmasına bir gün kala yani 27 Şubat Perşembe günü, İdlib’te TSK’ye yönelik gerçekleştirilen saldırıda, en az 33 asker yaşamını yitirdi, onlarcası da yaralandı. Bugüne dek böyle bir ihtimali bağrında taşıyan olasılıklar, sürekli olarak hamasetle veya “birkaç tane şehit” ciddiyetsizliğiyle karşılandı.
Bilinir ki silahlar konuşmaya başladığında hamaset nutuklarının yerini gerçekler alır. “Yansın Suriye yıkılsın İdlib”in yerini kayıp tablosuna bağlı şaşkınlığın alması, tam da bu anlama gelmektedir. İdlib’te haber vererek gelen bu sonucu doğru değerlendirmek ve doğru yerde durmak için dünden bugüne uzanan sürecin sınıfsal niteliğine, paylaşımın odağındaki Suriye’ye ve Suriye’deki paylaşıma bakmak gerekiyor.
Önceki paylaşım savaşlarından ve Irak, Afganistan gibi deneyimlerden öğrenen emperyalist güçler, doğrudan kendi postallarıyla değil, vekil/taşeron kullanarak işgal ve paylaşımı yürtümeyi tercih ettiği için, kendilerinin doğrudan kayıp vermeyeceği türden araç ve yöntemler geliştirdi. Örneğin ABD, Suriye’de genelde Türkiye’nin imkanlarının özelde TSK’nin, Özel Harekat, MİT vb.nin işlevlendirilmesini tercih etti. Tam da bu nedenle, Suriye’ye yönelik yıkım ve teslim alma amaçlı emperyalist saldırının aktif ve gönüllü taşeronluğunu yapan Türkiye, ölümlerden yıkım ve göçlere kadar Suriye’nin bugünkü tablosundan büyük oranda sorumludur.
Bu süreçte Rusya uçağını düşürecek kadar ABD politikalarına/taşeronluğuna angaje olan siyasal iktidarın Fırat’ın batısında gerçekleştirdiği operasyonlarda Rusya ile girdiği ilişkiler kimileri tarafından eksen değişikliği olarak değerlendirilse de gerçekte bu, ABD ile ortaklaşan çıkarlar bağlamında taşeronluğun devamıydı.
Temel eksenler dikkate alınarak sınıfsal bir gözle bakıldığında Türkiye’nin hiçbir zaman NATO ekseninden veya ABD işbirlikçiliğinden uzaklaşmadığı görülecektir. Nitekim İdlib’te gerilimin tırmandığı süreçte ABD’nin bölgede, AKP’nin/Erdoğan’nın ise ülke içinde sıkışmış olması ve birbirine ihtiyaç duyması, aralarındaki hiç kopmayan ilişkiyi tekrar daha açık biçimde görünür hale getirdi. Aktifleştirilemeyen S-400’ler dururken Patriot istendi; NATO’ya, ABD’ye ve AB’ye destek çağrıları yapıldı. Ancak, gerilimi düşürme ve ateşkes telkinlerinden veya sembolik desteklerden öte bir sonuç alınamadı.
Bugüne dek girdiği ve tuttuğu alanlardan çıkmak istemeyen, kurulacak muhtemel bir masada da elini güçlü tutmak isteyen Türkiye’nin İdlib’i kaybetmemesi aynı zamanda ABD’nin politikaları açısından da bir gereklilikti. Gerek bu nedenle gerekse ülke içinde halka verecek hiçbir şeyi kalmadığı için AKP/Erdoğan İdlib’te ısrar etmiş, beklentilerinden biri de (eline fırsat geçmesi halinde) ucuz kahramanlık olmuştur. Libya’ya veya Ukrayna’ya kadar uzanan müdahalelerde de (bir yanını ekonomik arayışlar vb. oluştursa da) bu boyut vardır.
İşte gerçekte çok da ince olmayan bu hesapların bilincinde olan, yapılan yığınakları adım adım izleyen ve her temasta, Soçi’deki mutabakata uygun davranılmadığını, Suriye ordusunun ülkesindeki meşruiyetini vb. hatırlatan Rusya, sonuçta İdlib’te iç siyaset için prestij arayan Erdoğan’ın prestijini sarsmış ve peşinden diplomasi için kanalları işaret etmeye başlamıştır. Bu üçüncü sınıf satrancın kaybedeni Erdoğan aynı zamanda bölgede karşılıklı olarak yaşanan kayıpların sorumlusudur.
Bir kez daha burjuva siyasetinde insanın taneyle sayıldığı, dökülecek timsah gözyaşları ve göstermelik törenler dışında kayıpların bir öneminin olmadığı görülecektir. Müsebbipler her zaman olduğu gibi sorumluluklarını kabul etmeyecek, abartılmış rakamlarla, hamasi nutuklarla süreci geçiştirecek ve daha da önemlisi, ülke içinde muhalif potansiyellerin bastırılması, seslerin kısılması için daha baskıcı ve saldırgan olacaktır.
Sınıflar mücadelesinin sert biçimlerde yaşandığı bu coğrafyada böyle bir sürece hazırlıklı olmamak, Türkiye solunun artık yapısal boyutlara varan eksikliğinin ve kendini güncelleme yetersizliğinin ifadesidir. Böyle bir süreçte siyasi gerçekleri açıklamak, ezilenleri ve giderek tüm muhalif kesimleri kucaklayacak politikalar geliştirip alternatif olmak yerine duruşunu (şimdilik muhtemel de görünmeyen) bir erken seçime odaklamak ise politikasızlığın ifadesidir.
Bilinmelidir ki hiç bir kayıp egemen sınıfların sınıfsal niteliklerini değiştirmez, onları tercihlerinden vazgeçirmez; faşizm de kendiliğinden çözülmez. Aksine bugün sürecin gereklerine uygun olarak kurumsallığını, yetki tekelleşmesini ve saldırganlığını artırarak sürdürecektir.
Yoksulluğun, açlığın, işsizlik ve savaşın bir avuç egemen dışında bütün halka bedel ödettiği, çaresizliğin intiharları beraberinde getirdiği bu koşullarda somut, inandırıcı ve kapsayıcı yöntemlerle itirazı ve geleceği örgütlemek halklar için bir çıkış olurken, mevcut iktidarın gidişini hızlandıracak ve özgürleşme için ipuçları verecektir.