“Siyaset bilimine veya devlet-hükümet-parti ilişkisinin kapitalist sistemde nasıl şekillendiğine, faşist rejimlerde dahi seçime neden ihtiyaç duyulduğuna dair yeterli bilgisi olmayanların magazin sayılabilecek kişisel verilere ilgi duyması anlaşılır bir durumdur. Ne var ki solda duran ve dün çeşitli biçimlerde kapitalist sistemin işleyişi üzerinde kafa yormuş olan kesimlerde de söz konusu eğilimin/yanılsamanın ağırlıkta olması düşündürücüdür.
Dünyanın öteki ucunda yapılan bir seçimin sonucunu tayin edebilen, geliştirdiği ilişki ve yöntemlerle darbe yapmaya ihtiyaç duymadan pek çok ülkede tercihleri doğrultusunda siyasal sistemler geliştiren Amerikan egemenlerinin kendi ülkelerinde başkanlık yapacak kişiyi seçerken işi oluruna bırakacağını düşünmek için, kişinin ya fazlaca saf olması ya da dayatılmış düşünce kalıplarını, kanaat ve değerleri kendi bağımsız duruşunun ürünü sanması gerekiyor.
ABD egemenlerinin belki de Obama’yı seçtirmekten daha önemli bir diğer başarısı, dünyada önemli bir kesime bunun bir mucize, bir devrim olduğunu benimsetmiş olmasıdır.
Bilinir ki seçimlerde adayların başarısı, uygulamak üzere görev almaya hazırlandığı programı bütün bir toplumun talebi gibi yansıtma başarısından geçer. Obama bunu başardı ve sandıktan zaferle çıktı. Ancak, Obama’nın kimlerin ihtiyacı olduğu ve bu ihtiyacın hangi koşullar sebebiyle oluştuğu değerlendirilmeden, gelişmelerin doğru kavranması mümkün değildir.” (8 Kasım 2008, Devrimci Hareket)
Yazının bu giriş bölümünü, 2008 Kasım’ında sevinçle, kutlamalarla ve büyük anlamlar yüklenerek karşılanan Obama için yaptığımız “Obama kimin zaferi” başlıklı değerlendirmeden aktardık. Bugün de ABD seçimleri sonrasında gündeme gelen tartışmalar ve değerlendirme sorunları, bir kez daha emperyalizme, sisteme ve işleyiş yasalarına dair temel tezlerin, “İktidar parlamentoda mıdır?” biçimindeki soruların anımsatılmasını ihtiyaç haline getiriyor.
2008’de Obama’nın siyahlık dahil kimi olumlu çağrışım yapan nitelikleri eşliğinde yanılmak, ABD’nin politikalarının bu başkanla değişeceğine inanmak, sürecin ekonomi politiğini okumada bir eksikliğe tekabül etse de en azından kimileri için anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu kez biri “şahinliği” ile övünürken diğeri “pervasızlığı” kimlik edinmişti. Buradan halklar adına olumluluk süzmek, umut skalasını seçim sonuçlarına bağlamak, en azından ABD’nin sınıfsal niteliklerinden haberdar olanlara yakışmadı.
ABD, küresel politikalara yön veren emperyalist bir aktördür
2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya sisteminde belirleyici güç konumundaki ABD, hegemonyasını ağırlıkla iki temel olgu üzerine oturtmuştu. Birincisi, devasa petrol kaynakları ve bu kaynakların taşınması, pazarlanması üzerinde tam ve kesin denetim kurmak; ikincisi silah teknolojisini geliştirerek ve devasa bir ordu kurarak hegemonyasını bu devasa güç aracılığıyla pekiştirmek.
Sürecin bu şekilde gelişmesi, ABD politikalarında petrol ve silah tekellerini belirleyici hale getirdi. Ve temel eksenleri başkanın kim olduğuna, parlamentodaki ya da senatodaki üye dağılımına göre değişmeyen bir sistem kalıcı hale geldi. Böyle bir sistemde devletin uzun vadeli politikalarının tartışıldığı yer parlamento değildir. Parlamento güncel sorunların çözülmesi bağlamında sembolik kararların alındığı, dolayısıyla da iktidara meşru görünüm vermeye yarayan bir araçtır.
Özellikle 1950 sonrasında ABD’de seçimler bir çeşit nöbet değişimi biçiminde gerçekleşti. Başkanlar, Temsilciler Meclisi’ndeki ve Senato’daki dağılım değişiyor ama ABD’nin politikaları kaldığı yerden devam ediyordu. Ancak bu kez seçim kampanyalarında alışılmışın dışında bir tablo vardı. Daha çok paranın harcandığı, yöntemlerin sertleştiği bu süreç, gerçekte dünya ölçeğinde yaşanmakta olan yeniden paylaşım ve hegemonya mücadelesinden bağımsız değildir. Başkanlar arasındaki farklar, ABD siyasetini belirlemese de ve aradaki farklar nitelik belirleyici olmasa da tekellerin bu kez seçimleri daha fazla önemsemesi, mücadelenin daha sert geçmesi, önümüzdeki dönem dünya ölçeğinde (sahada) yaşanacak mücadelenin sertliğinin habercisidir.
Tam da bu bağlamda Türkiye’nin giderek derinleşen faşist rejimine etki yapan politikaların, bu süreçten (emperyalist politikalardan) bağımsız olmadığını söyleyebiliriz. Gerçekte bu politikalar da yapısaldır ve Türkiye’de rejimin faşist niteliğinin 70 küsur yıldır değişmiyor olması gibi başkana göre değişmeyen bir nitelik taşımaktadır.
Obama: Başkanlık ve başkan yardımcılığı hepimizden büyük olgular
ABD’de, politikaların (özellikle dış politikanın) başkanın kimliği ile nitelik değiştirmeyeceği türden bir kurumsal tahkimat ve işleyiş, süreç içinde giderek güçlenmiştir. Obama’nın giderayak yaptığı değerlendirmede kullandığı “8 sene önce Bush ile benim aramda da çok büyük fark vardı. Çok profesyonel davrandılar, rahat bir geçiş sağladık. Çok çabuk fark ediyorsunuz şunu, başkanlık ve başkan yardımcılığı hepimizden büyük olgular” biçimindeki ifade, tam da bunu yansıtıyor. Bu bağlamda Clinton ile Trump arasındaki farkların da tayin edici boyutta sonuçlar doğurmayacağını söylemek mümkün.
Bir seçim propagandasında, dünya ve Ortadoğu gerçekleri “ucuz popülizm” malzemesi haline getirilebilir. Ancak bunun gerçekte karşılığının olmadığını, sahadaki güçleriyle ABD en iyi bilen aktörlerden biridir. Örneğin ABD’nin Çin’le, İran’la yapılan anlaşmaların iptali öyle meydanlarda söylendiği kadar kolay değil. Birincisi, bu ülkelerle iş yapan tekellerin önemli bir kısmı Cumhuriyetçi, ayrıca Senato’da da Temsilciler Meclisi’nde de etkili olabilecekleri bir ağırlığa sahipler. İkincisi, bugünkü dünya ve Ortadoğu tablosuna bir başkanın keyfi tutumu ile gelinmiş değildir. Tüm bu anlaşmaların, ittifak tercihlerinin, kurulan esnek veya katı ilişkilerin, ABD’nin yeni bir paylaşımı da gözeten politikalarında bir yeri/karşılığı vardır.
Gerçekte farklı türde yansıtılmış veya algılattırılmış olsa da “kabalık, kibir, pervasızlık vb.” konularda bile adayların birbirine benzemesi, ABD’nin sınıfsal niteliklerinin başkanda yansıması olarak okunabilir. Trump, bu niteliklerini gizlemek yerine seçim çalışmalarının bir parçası haline getirdi. Ancak bu, Clinton’ın daha ince, mütevazı vb. olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü emperyalist egemenlik “incelikle” olacak iş değil. Clinton’a dair örnek sıkıntısı çekenler, onun Kaddafi’nin ölüm haberi karşısında Sezar’a öykünerek “geldik, gördük, öldü” sözleri eşliğinde attığı kahkahayı anımsayabilir. Veya Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Obama’nın ardında bıraktığı Ortadoğu ve dünya sahnesine bakılarak barıştan ne anladığı görülebilir.
Seçmenler, iki egemenden birine oy vermek üzere sandığa gitti
Önceki seçimlerden ve adaylardan da bilindiği gibi Clinton da Trump da halkların değil sermaye güçlerinin temsilcisiydi. Aradaki fark, ülke özgülünde sömürünün, dünya ölçeğinde emperyalist politikaların nasıl yürütülmesi gerektiğine dair tercih/eğilim farkıdır. Aralarındaki mücadele ise, halkla onları ezen güçlerin mücadelesini değil, ezenlerin kendi aralarındaki mücadeleyi temsil ediyordu. Yani bu yarışta ezilenlerin adayı yoktu. Ezilenler, iki egemenden birini seçmek üzere sandığa gitti veya bunun şu veya bu oranda farkında olanlar sandığa hiç gitmedi (oy kullanmayanların oranı %45,6 ).
Yıllar öncesinde Marks, seçimlerin belli aralıklarla parlamentoda “halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ayaklar altına alacağını kararlaştırmak için” yapıldığını söylemişti. Bu seçim özgülünde mücadelenin öncekilere oranla daha sert geçmiş olmasının, yukarıda da belirttiğimiz gibi dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya mücadelesinin geldiği aşama ile doğrudan ilintisi vardır. Amerikan tekelci sermayesinin gelenekselleşmiş olan stratejisinin ve çıkarlarının, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında şekillenen güç ve hegemonya dengelerinin değişmekte olduğu bu süreç, aynı zamanda yeni bir dünya düzeninin taşlarının dizildiği bir süreç olduğu için, okumaları büyük resim içinde yapmamak gerçekliğin kimi boyutlarını ıskalamayı beraberinde getirebiliyor.
Her şeye rağmen değerlendirmeyi adayların sergilediği kişilik özelliklerine indirgemek, örneğin sermayenin bir çeşit “manyaklığa” ihtiyaç duyduğu için Trump’ı tercih ettiğini söylemek veya Hillary’nin sözü edilen “şahinliğini” bir kişilik tercihi/özelliği gibi algılamak, ABD politikalarını adayın şahsi niteliklerine bağlamak olur, dolayısıyla da olup biteni ve muhtemel gelişmeleri kavramayı güçleştirir.
Muhtemel değişim, tekellerin biriken sorunlarının aşılmasını gözetecektir
Gelinen aşamada, Trump’la/Cumhuriyetçilerle anılan sermaye kesiminin, ABD’nin dönemsel politikaları üzerinde şu veya bu oranda etkili olacağını söylemek mümkün. Ancak küresel boyuttaki paylaşım ve hegemonya savaşının sermayenin tercihleri bağlamında dayattığı zorunluluklar, muhtemel değişimin bugüne dek sermayenin önünde biriken sorunların aşılmasını gözeten çerçevede olacağını düşündürüyor.
Meselenin kişisel boyutu dikkate alınarak, Trump’ın tecrübesizliği ve cahilliği oranında daha kolay yönlendirilme olasılığı olduğu da söylenebilir. Ne var ki bu, ABD politikalarının bir keyfiyete veya günübirlik yönlendirmelere bırakılacağı anlamına gelmiyor. Örneğin “Çin’in ABD’ye tecavüzüne izin vermeyeceğim” sözü seçim meydanlarında kulağa hoş/etkili gelebilir. Ancak ABD’nin bugüne kadar ki politikasında da böyle bir söylem kararlılığı olmasına rağmen, ne iktisadi boyutta ne de Güney Çin denizindeki gerilimlerde istenen sonuç elde edilemedi.
Seçim meydanlarında verilmiş sözlerin, uygulama aşamasına gelindiğinde ne ile karşılaşılacağına bağlı olarak bir anlamının kalmayacağına dair pek çok örnek vardır. Mesela komutanlar ve uzmanlar eşliğinde Ortadoğu haritası masaya konulduğunda, Trump’ın İran’a, Rusya’ya veya IŞİD’e dair söylediklerinin sahada ne denli mümkün olduğunu kavraması veya ona kavratılması zaman almayacaktır. Bu, dünya ölçeğinde yeni bir düzen tasarımı içinde olan küresel bir gücün başkanlığının daha başka neleri gerektirdiğinin hızla görülmesi bağlamında da geçerlidir.
Trump’ın zaferi aynı zamanda bir kriz ve değişim sömürüsüdür
2008 krizi, iktisadi alanda atılmış kimi yanlış adımlarla açıklanıp geçiştirilemeyecek, kişilere bağlanamayacak boyutta yapısal/köklü bir krizdi. Obama’nın iki dönemine rağmen aşılamadı. Hatta bugün daha sarsıcı bir kriz beklentisi söz konusu. Bu bağlamda, umutsuzluk ve çıkışsızlığın, genelde dünyada özelde Ortadoğu’da yaşanan sıkışmanın bir değişim ihtiyacını koşulladığı, bunun seçim çalışmalarına ve sonuca etki yaptığı görülüyor. Değişimin Trump’ça dillendirilmesi ise, sistemin sınıfsal hoyratlığına denk düşmüştür.
Trump’ın zaferini bir anlamda kriz sağladı; ama Trump’ın krize karşı zafer kazanma ihtimali yok. Özü değişmese de elbette ABD politikalarında Trump’la kimi değişimler yaşanacak. Bu, bir anlamda onun neyin, nasıl bir programın adayı olduğunun ifadesidir. Örneğin, bu süreçte üretime dayalı sektörlerin desteklenmesi, bu sektör temsilcilerinin önceki ihmal edilmiş konumlarına oranla öne çıkması beklenebilir. Ancak işin önemli tarafı, değerlendirmelerin “ya kırk katır ya kırk satır” misali iki seçenek arasında kalması, asıl seçenek olan emekçi sınıfların tercihlerine/iradesine pek de değinilmiyor olmasıdır.
Statükonun yıkılması veya değişim, her koşulda halklar lehine bir olumluluk ifade etmez. Özellikle bugünün dünyasında, Trump’ın politikalarında ifadesini bulan değişim söylemi, ABD’nin artık kabullendiği ve bir süredir içine girmiş olduğu yeni düzen tasarımından bağımsız düşünülmemeli, bu bağlamda da küresel boyuttaki yönelimden radikal sapmalar beklenmemelidir.
Adayların arasındaki farkları, büyütmeden ve nitelik farkı varmış gibi karşı karşıya getirmeden, bir çeşit eğilim farkı olarak okumak gerekiyor. Örneğin Trump’ın müzakereciliği olarak yansıtılan eğilim, bölgede hiçbir tarafın zaferiyle sonuçlanmasının söz konusu olmadığı bir savaşın da itirafıdır. Dolayısıyla da salt Trump’a ait bir olgu değildir. Benzer eğilimler Obama’da da vardı. Defalarca masalar kuruldu. Ancak bölgenin Ortadoğu olması, savaşın da gerçekte bir paylaşım savaşı olması, söz konusu çabaları sonuçsuz bıraktı. Bu bağlamda da Trump daha müzakereci bir eğilim taşısa da bunun Beyaz Saray’da tasarlandığı denli karşılığı olmayabilir.
Emperyalist aktöre ırkçı başkan
Obama’nın iki döneminde yaşanan deneyimlere rağmen bu kez de farklı bağlamlarda da olsa seçim sonuçlarına yani Trump’ın kazanmasına sevinenler, onu Clinton’a göre daha “olumlu” bulanlar oldu. Bu tartışmaya çokça girmeksizin söylemek gerekir ki karşımızda ırkçı, işkenceyi hoş gören, “teröristlerin” İsrailvari biçimde aileleriyle beraber yok edilmelerini savunan, bir ara işi “ülkeye Müslümanların girişini yasaklayacağını” söyleme noktasına vardıran, Meksikalı göçmenlere karşı duvar ördüreceğini ve on milyondan fazla kayıt-dışı Meksikalı işçiyi geri göndereceğini söyleyen, patronlara vergi indirimleri vaat eden bir faşist var.
“O değil bu seçilirse daha iyi olur” derken, bölgede halkların ve barışın yararı adına testler yaparken bir kez daha düşünmek gerekiyor. Çünkü altyapı yatırımlarını gözeten içe dönük politikalar uygulansa da bu, emperyalistlikten vazgeçiş değil aksine küresel aktörlük için bir zemin tahkimatı olacaktır. Bu içe dönüklüğün ve altyapı yatırımlarının bir boyutunu da silah teknolojisinin yenilenmesi/modernizasyonu oluşturuyor. Ayrıca Dünya ölçeğinde ABD’nin dost-düşman tanımlarını, çıkarlarını daha optimum ölçeklerle ele alma eğilimi gözleniyor. Trump’ın “Muhaliflerin kim olduğunu bilmiyoruz. Onlara çokça para veriyoruz, başka şeyler veriyoruz, ama kim olduklarını bilmiyoruz. Gün gelir de eğer başarılı olurlarsa ki bu olmayacak çünkü, Rusya ve İran var; ama olur da Esad’ı devirirlerse ki kötü adam olduğu bir gerçek, en az onun iktidarı kadar kötü bir tabloyla karşılaşabiliriz.” biçimindeki sözleri daha optimum siyasetin, tercih ve ittifaklarda yansıma olasılığına örnektir. Yine de unutmamak gerekir ki ortada etik sınırları zorlayan söz düellosu üzerine kurulu bir seçim propagandası var. Burada söylenen her şeyi de bir icraat işareti, her sözü bir program maddesi olarak görmemek gerekiyor.
Farklı bağlamlarda da olsa sık sık belirttiğimiz gibi dünya ölçeğinde bir yeniden paylaşım zemini mevcuttur. Politikalar ona göre yapılmakta, enstrümanlar ona göre seçilmektedir. Bu bağlamda, Trump’ın içe dönük programı, militarizme sunduğu açık destekle beraber düşünülmeli ve silah tekelleriyle arasının açılmasının bir gerekçesi olarak görülmemelidir. Aynı zamanda Trump’ın Ortadoğu dahil küresel boyuttaki gerilimli-çatışmalı zemini yok sayacağını, anti-İslam politikasını (iç siyasetin dışında) Ortadoğu’da uygulayabileceğini veya dünya ölçeğindeki paylaşım sorununu salt müzakerelerle çözeceğini sanmak saflık olur.
Trump’ın öne çıkarılan veya önem atfedilen vurgularından biri de “Kürt güçlerinin büyük hayranıyım” demiş olmasıdır. Halbuki daha önce de ABD Genelkurmay Başkanı Dunford, Suriye Demokratik Güçleri’ni kastederek “Onlar sahadaki en etkili partnerimiz” değerlendirmesini yapmıştı. Bundan da öte ABD ile Kürt örgütlülüğü arasındaki ilişki bu cümleye sığmayacak boyutlar almış durumda. Tartışılacaksa, Trump’ın bu popülarize edişinden öte halkların yararı açısından sınıf ilişki ve çelişmeleri bağlamında tartışılmalıdır.
Trump ve Erdoğan
Avrupa’da Le Pen örneğinde veya çeşitli ırkçı adaylarda görüldüğü gibi Trump ve hatta Erdoğan, solun alternatif olmadığı zeminlerde düzene karşı gelişen kimi tepkileri (çeşitli beklentilerin istismarı, değişim söylemi vb yöntemlerle) yedekleme şansı buluyor. Gerçekte bu, tepkinin düzen kanallarına akıtılması, sermayenin programlarının ve değişim ihtiyacının, tabandan gelen bir enerjiyle (popülist söylemler eşliğinde) desteklenmesidir. Bu türden aktörlerin, Trump’ın seçim sloganının “make America great again”(Amerika’yı yeniden büyük yapmak) biçiminde olması gibi tarihsel köken, milliyetçilik, büyüklük, güçlülük gibi olguları öne çıkarması, ortak özellikleridir.
Erdoğan ve Trump arasında benzerlik aranacaksa, böyle bir yöntem ve argüman benzerliğinden söz edebiliriz. Sınıfsal kardeşlik ise zaten Clinton dahil hepsi için geçerli olan bir niteliktir.
Bugün yapılması gereken, iki aday arasında nüanslar bulup bir ırkçının başkanlığına sevinmek yerine, baş çelişki gereği emperyalizme karşı halkların alternatifine yoğunlaşmak, sevinci de acıyı da o bağlamlar içinde yaşamaktır.
Aslında seçmenlerin yarıya yakınının sandığa gitmediği ve Trump’ın oylarının önemli bir kısmının bugünkü gidişat karşısında bir çeşit tepki/hoşnutsuzluk olduğu düşünülürse, mevcut tablonun devrimci bir alternatif için önemli bir potansiyele işaret ettiği görülür.
Özetle bize, aynı sonuçlara farklı yollardan varacak emperyalist aktörler arasında tercih yapmak değil bu ilişkiyi reddetmek ve anti-emperyalizmi büyütmek düşer.