AB ve ABD’nin Türkiye’yi kendi etki alanlarında tutma eğilimine ve kendi insitiyatifleri dışında iktisadi ilişkilenmelere gitmesini önleyen kontrol mekanizmalarına rağmen, ekonominin kuralları işlemekte ve kendi iç pazarlarında dahi hareket alanları sınırlanan tekellerin Rusya’ya ilgisi artmaktadır.
Dikkat edilirse emperyalist tekeller artık yerli tekelleri/işbirlikçilerini dışlayıp; toptan ve hatta perakende pazarlama dahil üretimin her kademesinde doğrudan yer almaktadır. Türkiye’yi açıktan kendi pazar alanları olarak görüyorlar. Gerçi Türkiye bir üretim üssü olarak düşünülmüyor. Siyasi olarak geleceğindeki belirsizlik gibi nedenlerle doğrudan yatırımlar yapılmamakta; spekülatif tarzda sıcak sermaye girişlerinin olduğu, devlet tahvilinin satılarak sıcak parayla yurtdışına karların transfer edildiği, ama sabit sermaye yatırımlarının sınırlı boyutlarda olduğu bir ülke olarak tasarlanmaktadır. Zaten emperyalizmle elli yıllık ilişkilenme sürecinde Türkiye’de yabancı sermayenin doğrudan yatırımları ancak 15 milyar dolar civarındadır. Ve bugün artık; Toyota’nın Sabancı’yla ortaklığını bitirmesi, Siemens’in ortağını (Simko) dışlayıp kendi şirketini kurması, vb. gelişmeler nedeniyle yerli sermayenin alanı her geçen gün daralıyor.
Türkiye’de son yirmi yılda uygulanan ekonomik model, bir taraftan halk kesimleri üzerinde mülksüzleştirme etkisi yapmış, diğer taraftan çarpık bir biçimde de olsa sermayede yoğun bir merkezileşme yaşanmıştır. Sonuçta bu, sermayenin az sayıda merkezde yüklü biçimde yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Artık, yüz milyon dolarlarla ifade edilen yatırımları karşılamak, Türkiyeli sermaye çevreleri için bir sorun değildir. Bunun dışında Türkiye’de ithal ikameci dönemin ürünü olan ve üretim çeşitliliğine sahip güçlü orta burjuvazinin olduğu biliniyor. Gerçi bir süredir bu kesim, ileri teknoloji ürünü ithal mallar karşısında rekabet güçlülüğü çekmekte ve giderek mevcut pazarı yitirmektedir. Bu koşullar altında orta sınıflar, en azından ergonomik ürünlerin, göze hoş görünen, belli bir kalitesi olan ürünlerin üretilmesinin esas olduğu gibi bir kuralı öğrenmiş, ancak pazar yitimini durduramamıştır.
Pazarın büyük oranda emperyalist tekellerin denetimine geçtiği Türkiye’de, burjuvazi bir başka avantaja sahiptir. Türkiye’nin çevresinde bulunan İran, Irak, Suriye vb. Arap ülkelerine çeşitli ülkelerin doğrudan teknoloji satmasının yasak olması sebebiyle, bu ilişki Türkiye üzerinden yürüyor. Bu şekilde, bilimsel, teknolojik alanda ambargo altında olan ülkeler, Türkiye’yle bu sorunu aşmak üzere işbirliğine zorunlu kalıyor. Bunun dışında Rusya pazarı başlı başına bir özgünlük taşıyor. Hem henüz ulaşılamamış, girilme güçlüğü çekilen alanlara sahip hem de büyük tekellerin rağbet etmeyebileceği, ama orta burjuvazi için cazip sayılabilecek yatırım boşlukları mevcut. Mesela, bir tarafta fırın ihtiyacı var, diğer tarafta önce birkaç fırın açıp daha sonra bunların sayısını arttırarak tekelleşmek isteyen çevreler var. Nitekim bu, Romanya’da gerçekleşmiş ve Türkiyeli fırıncılar binlerce fırın açmıştır. Bunun gibi Türkiye’nin sahip olduğu teknolojik olanaklar ve alışkın olduğu iş alanları, tüketim ekonomisi konusunda zayıf bulunan Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetleri karşısında bir avantaj oluşturuyor. Bu cumhuriyetlerde hammadde, enerji, yetişmiş kalifiye işgücü sorunu yok; ama, tüketime yönelik üretimde teknoloji ve işbirliği ihtiyacı var. İki ülkenin karşılıklı olarak sahip olduğu birbirini tamamlama özelliği, siyasi ilişkiler yeterince iyi olmasa da, ekonominin kendi kanallarını açarak gelişmesine imkan tanıdı. Bavul ticareti, bu ilişkinin biçimlerinden biridir. Gerçi bir ara, büyük tekellerin baskısıyla Laleli piyasasına yasak getirildi; ama bu kez benzer bir ilişki Trabzon üzerinden kuruldu. Bu şekilde yürütülen ticaretin yıllık hacminin yaklaşık 7-8 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor. Bu rakam, Türkiye’nin en büyük ticari partneri olan Almanya’yla yapmış olduğu ihracatla kıyaslanabilen bir rakamdır.
Önümüzdeki dönem Türkiye ile Rusya ve belki Ukrayna arasında, bavul ticaretini çokça aşan gelişme Rusya ile geliştirilen işbirliği ise, burjuvazi için umut vaadediyor. Mevcut gelişmeler aynı şekilde devam ederse en geç 5 yıl içerisinde Türkiye ihracatının %30’dan fazlasının tek başına Rusya’ya yapılacağını söyleyebiliriz. AB’nin tüm kısıtlama çabalarına rağmen; Karadeniz’deki motorlarla, teknelerle veya bir başka biçimde bu ilişki devam eder. Kapitalizm, kendi gelişim yönünü bir biçimde çiziyor. İşleyişi engellenemeyen ekonominin son tahlilde belirleyici olduğu düşünülürse bunun siyasal anlamda da yansımalarının/ devamının geleceği görülür.
Rusya’da sözünü ettiğimiz yatırım orta ve küçük işletmelerle sınırlı değil, tekellerin de büyük yatırımları var. Ve eğer Türkiye’deki sanayi Rusya’nın ihtiyaçlarına göre şekillendirilebilirse; bu, çok daha büyük gelişmelerin habercisi olur; siyasal tercihleri de etkiler noktaya gelir.
Rusya’yı, kendine özgü kılan niteliklerden biri de dış politikayı, Sovyet tarzında yani enstitülerde üreterek uygulamasıdır. Politikayı enstitülerde oluşturup sonra da sanki bir satranç tahtasında oynuyormuş gibi hayata geçirmek, Sovyetlerin dış politika anlayışıydı. Bu tarzın araçlarından biri de uzun erimli politika yapmaktır. Rusya’nın bugünkü hamlelerine bakılırsa, yer yer günü kurtarmak için kimi atraksiyonlara başvuruyor ise de, genelde çok daha kalıcı adımlar attığı görülür. ABD’nin BOP kapsamında 20-30 yıl sonrasını gözeten adımları gibi Rusya da kendi etki alanında, uzanabildiği coğrafya ve ilişkilerde bu tür adımlar atıyor.
Türkiye’ye yönelik Putin’in ziyareti, vb. ile ortaya çıkan adımlar da bu çerçevededir. Türkiye, yüzünü AB’ye dönmüş gibi görünse de en erken 10 yıl sonra sonuç vereceği var sayılan bir adımın, siyasal iktidarların en çok 4 yıl dayanabildiği bir tarihsel kesitte; inandırıcılığı, güven verici niteliği yoktur. Özellikle ekonomi, dolayısıyla tekeller, güven ilişkilerine ve somut karşılıklara önem verir; önü tıkandığında dere (ekonomi) kendi yatağını mutlaka yapar. Bu bağlamda, Türkiye ile AB arasında önemli/kalıcı adımlar atılmış gibi görünse de süreç, birkaç yıl içinde çok şeyin değişebileceğinin işaretini veriyor.
Bizim AB-Türkiye ilişkilerine dair ilk bakışta görebildiğimiz çelişmelerin Putin (Rusya) tarafından görülemiyor olma olasılığı yoktur. Ve nitekim Putin Türkiye’ye, açmazları biliyor olmanın rahatlığı içinde, açık kartlarla geldi. Çeşitli görüşmeler yapıldı ve altı anlaşma imzalandı. Gerçi bunların bir kısmı, askeri-teknolojik işbirliği ve sırların korunması gibi anlaşmalar; bunlar, 1996’da imzalanmış, başkanlar düzeyinde güvenceye alınması ise de bugüne sarkmıştı. Bunların içerisinde, örneğin stratejik işbirliği çok genel bir çerçeveyi ifade ediyor. Bunun yanında Dış politika enstitüleri arasında paralellik kurulması adımı çok daha önemlidir ve uzun vadeli bir tasarıdır. Bu, birkaç tekelin dayattığı bir ilişkiden çok daha kalıcı ve boyutlu bir çerçeveyi tanımlıyor. Rusya ile Ankara arasındaki dış politikanın enstitüler düzeyinde oturup kalıcılaşması; ilişkiye hem hükümetler üstü bir nitelik kazandıracak, hem de birbirini tamamlama potansiyelleri çok büyük olan iki ülke arasında sınırı alabildiğine açık bir yakınlaşmanın önünü açacaktır.
Sayı 16
(Şubat – Nisan 2005)