Irak’ta her türlü yanıltma, provokasyon ve işbirliği denemelerini ters–yüz ederek ilerleyen direniş, ABD’nin ezberini bozmuş, her kapıyı açacağına inandığı milyar dolarlar da gönülleri çelmeye yetmemiştir. Özellikle Şiilerden umut ettiği işbirliği bir türlü gerçekleşmezken, dinsel veya ulusal farkları kaşıyarak sonuca gitmesi de, halkların tüm farkları aynı zeminde kaynaştırabilen duruşu sayesinde boşa çıkmıştır. Bugün artık, ABD’nin Irak’ta işbirliği yapabilecek bir Şii ilişkisi geliştiremeyeceği görülmüştür. Bu durumda, ABD’nin Ortadoğu çıkarlarının uzun dönemli hesaplanmasında İsrail’den sonra dayanabileceği tek güç, kuzey Irak’taki işbirlikçi Kürt yapılardır. Hatta bugün artık çeşitli zeminlerde, İsrail’in bile geleceğinin olmadığı tartışılıyor. İsrail, dışarıdan göç alan değil, dışarıya göç veren bir ülke haline gelmiştir. Ard arda yaşanan olaylar, savaşın sürekliliği, günlük yaşamdaki hoşnutsuzluklar, kimi yerlerde yerleşimcilerin bölgeyi kendi kendilerine terketmesini beraberinde getiriyor. Filistin’li Arap halkıyla sürekli bir savaş hali yaşamak, Yahudilerin tercihi değil ve bu, yer yer göçü de beraberinde getiriyor.
Gerek İsrail’in durumu, gerekse Irak’ın özgünlüğü bugün artık Irak’ta ABD’nin bataklıktan kurtulmadan tutunabileceği tek gücün kuzeydeki Kürt feodal yapılar olduğunu gösteriyor. Bu da ABD’nin Irak’a yönelik 3 parçalı fedarasyon hesaplarını akla getiriyor. BOP kapsamında Ortadoğu’yu federasyonlaştırma hesapları yapan ABD, Kürt dinamiğinin Irak’tan ibaret olmadığını ve atılacak adımların, aynı dinamik üzerinden Türkiye, Suriye ve İran’ı da kapsayacak gelişmeleri tetikleyeceğini biliyor. Tabii ki bunların uygulanması, projelendirilmesi bu kadar basit değil. Ortadoğu’da zemin çok kaygan ; bu, projelerin geçersizleşmesini de yer değiştirmesini de beraberinde getirebilir. Ama şimdilik ABD’nin Kürt kartını öne çıkardığı görülüyor.
Kimilerinin Türkiye’yi AB’ye apar topar sokma isteğinin ardında yatan nedenlerden biri de, içine Kürt öğesini de alarak Irak’tan Türkiye’ye uzanacak kapsamlı ve mevcut statükoyu bozucu hamlelerin önünü kesmektir. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dönüşüm planının Türkiye’ye yönelik boyutunun önünü, AB’ye girerek kesebileceğini düşünen kesimler var.
Gerçekte ise, AB yetkililerinin de belirttiği gibi yakın zamanda böyle bir bütünleşmenin olma olasılığı yok. Bu gerçekliğin bilincinde olan Türkiye egemenleri, bir taraftan ABD ile gerilen ilişkilerini belirli dengeler dahilinde sürdürmeye çalışırken, diğer taraftan İran, Rusya,Ukrayna, Suriye, vb. ülkelerle enerji, silahlanma, vb. alanlarda farklı alternatifleri zorluyor.
TÜRKİYE KUZEY IRAK’TAKİ KÜRT HAREKETİNİ FİİLEN FİNANSE EDER DURUMDADIR
Bugün ABD’nin Irak’ta ihtiyaç duyduğu gıda, akaryakıt vb. ürünlerin büyük kısmı Türkiye’den geliyor. Habur’dan çıkan her aracın vergiye tabi tutulması sonucunda Kuzey’deki Kürt hareketleri yılda 1 milyar dolara varan bir vergi geliri elde etmektedir. İşte Türkiye, bu durumdan rahatsızdır ve farklı bir kapı açma yönündeki gayreti sürmektedir. Hatta böyle bir yolun Türkiye’deki bölümü hazır durumda.
Türkiye egemenleri, Kuzeydeki Türkmenlerin yoğunluğunu, Telafer dahil, farklı bir güzergah olarak değerlendirip Zaho üzerinden geçmeden Musul’a ulaşacak bir yol tasarlıyor.
Türkiye, Irak gibi muazzam bir pazarı elinden kaçırmadan, ama denetimi Kürt bölgesinin dışına taşıyarak bir güzergah oluşturma gayreti içindeyken, ABD’nin Telafer’i vurması, şimdilik bu hesapların önünü kesti.
Gerçi Türkiye her dönem, Türkmen halkı içinde farklı ilişkiler oluşturarak; MİT, Kontrgerilla, vb. araçları devreye sokarak projelerine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda Telafer ; 500 bin kişilik bir Türkmen kenti olmaktan çok daha fazla şey ifade ediyor. Coğrafi olarak, Suriye sınırına yakın; o bölgede önemli bir Kürt yerleşim merkezi yok. O bölge, büyük oranda Sünni Arapların denetiminde; birkaç tane yerleşim merkezinde de Türkler var. Düne kadar, merkezi Irak hükümetinin denetimi dışında olan Telafer, bugün bir Kürt varlığının Suriye’ye uzanmasının önünü kesebilen bir konumdadır. İşte bu kentin denetimsiz kalması hiç istenmiyor. ABD’nin müdahalesi bir çeşit denetim sağlama hamlesidir. ABD’nin ve dolayısıyla işbirlikçi hükümetin denetim araçlarının başında ise, bugün Kürtler gelmektedir.
Aynı şekilde, Türkiye açısından Telafer bağının koparılması; oradaki Türkmen varlığının/insiyatifinin, ya da Türkiye’nin Irak’ın daha iç kesimlerine ilişkin ekonomik, askeri, siyasi ilişkilerinin önünün kesilmesi demektir; Telafer, Musul’a giden tek güvenli yoldu; Musul’dan önceki tek yerleşim merkeziydi.
Telafer’i önemli kılan bir diğer etmen de Türkmenler’in Irak direnişi karşısında giderek tercihe/katılıma doğru zorlanıyor olmasıdır . Uzun dönemde mücadelenin gelişiminde Türkmenler, kendilerini güneydeki Sünni ya da Şii direniş çevrelerinin içinde bulabilirler. Çünkü, ya Kürtlerle beraber ABD işbirlikçisi olmaya ya da direnişle bütünleşmeye doğru bir zorlama söz konusu. Irak’taki mevcut direniş hareketi, Birleşik Demokratik Irak programında bir adım daha ileri gidilebilir, olgunlaştırabilirse; Türkmenlerin o programın etrafında toplanması olasılığı güçlüdür; sonuçta er ya da geç böyle bir gelişme beklenmelidir.
Bu gelişmelerin farkında olan Türkiye, bazen ABD ile Irak’la ilgili işbirliğini sona erdirebiliriz biçiminde tepki vermekte, ihale iptallerine gitmekte veya farklı alternatifler için ısınma hareketleri yapmaktadır. Ancak, ABD’nin çok fazla vakti/tahammülü yok. Özellikle seçim öncesinde Bush’u zor durumda bırakacak denli direnişin yükseleceği bekleniyordu/biliniyordu. Türkmen bölgesi de bu süreçten muaf değildir.
Kürt kartı üzerinde hesaplarını arttıran ABD’nin, hamlelerinden biri de O.Öcalan’da somutlanan biçimde doğrudan kendi kontrolünde ilişkiler/yapılar geliştirmek olmuştur. Bir taraftan O.Öcalan– Talabani-Barzani yakınlaşması örülürken, diğer taraftan Güney’de de Türkiye Kürdistan’ında da etrafına geniş Kürt kesimleri toplayacak işbirliçilik uzantılı yapılar amaçlanmaktadır. Aşiretleri, işadamlarını, tarikatları veya PKK’den rahatsız kişi ve çevreleri, aynı çatı altına toplamayı hedefleyen bu hamle (bu çerçevede bir siyasal parti beklenmelidir); dün PKK’nin soldan uzaklaşan, pragmatizmi/ölçeksizliği besleyen duruşu sebebiyle, meşruiyet sıkıntısını da sanıldığı çerçevede yaşamayabilir.
ABD için kişiler değil, duruşlar önemlidir . Kişinin, O.Öcalan veya bir başkası olması değil, Ortadoğu’da emperyalist politikalara yedeklenmesi önemlidir. Son zamanlarda basında, Türkiye coğrafyası için Barzani uzantılı bir Kürt partisi kurma hazırlığının yapıldığı haberi çıkıyor. Bunun programının da kapsam ve bileşenlerinin de ABD tarafından belirleneceğini bilmek için kahin olmak gerekmiyor.
O.ÖCALAN ŞAPKADAN ÇIKAN BİR TAVŞAN DEĞİLDİR
Osman Öcalan’ın bağrında pek çok olumsuzluğu, çirkinliği ve hatta onursuzluğu taşıyan duruşuna değinmemek, onu yargılamamak, karşı durmamak olmaz. Ama, O.Öcalan’ın tercihini, onun kişilik nitelikleriyle açıklayıp geçmek ise, hiç olmaz.
6 Ekim 2004’te Evrensel Gazetesi’nde yazan Çetin Diyar, İnsanoğlunun zıvanadan çıkanı böyle oluyor demek . diyor ve söz konusu duruşu eğer klinik bir vaka değilse halka ihanettir tepkisiyle karşılıyor. Bunlara sözümüz yok. Daha ağır ifadelerin de hakkedildiği kanaatindeyiz. Ne var ki, Osman Öcalan kimdir; yalnız mıdır; nasıl bu noktaya gelmiştir? Bunlar irdelenmediği ve bugün kullandığı pek çok tanımı, Başkanlık Konseyi üyesiyken de kullandığı görülmediği sürece, soruna şaşı bakılıyor demektir; ortada çifte standart ve öznellik var demektir.
O.Öcalan bugün demokratik sömürgecilikten söz ediyor; AB’yi ABD’yi kurtarıcı görüyor. AKP hükümetine sıcak mesajlar gönderiyor. Direnişi ve direnişçileri küçümsüyor/aşağılıyor.
Devrimci Hareket’i izleyenlerin dikkatini çekmiştir. Yukarıdaki ifadelerin hemen aynısı, KONGRA-GEL saflarında veya PÇDK sözcülerince, hatta A.Öcalan tarafından da söylendiğinde biz eleştiri konusu yapmış, karşı durmuştuk. O gün PKK (KONGRA–GEL) saflarından yansıtılıyor diye o uzlaşmacı/işbirlikçi duruşa sessiz kalanlar veya bir şekilde anlama gayreti içinde olanlar; bugün, O.Öcalan’da dışavuran gerçekliği tekilleştirerek geçiştirme yolunu seçmektedir. Emperyalizmden demokrasi beklenir mi? deniyor. Gerçekte ise biliyoruz ki bugün KONGRA-GEL saflarında ABD beklentisi, salt konjonktürel olarak soğutulmuştur ve örneğin aynı saflarda AB beklentisi devam etmektedir. O. Öcalan’ın bir derebeyi olduğu söyleniyor. Hatta 92’de bile böyleymiş. Onu bilemiyoruz; eski yol arkadaşları böyle dediğine göre muhtemelen doğrudur. Bizi düşündüren, 92’den beri bir derebeyi olduğu bilinen O.Öcalan’ın yüklendiği işlevlerdir. Daha açık söylemek gerekirse O.Öcalan’ın gidişi ne PKK’yi ne de PKK’nin emperyalist işgale alkış tuttuğu sırada onu destekleyenleri aklıyor. Eğer sol ve KONGRA-GEL; bu öznelliği, bu çifte standardı, bu ölçeksizliği terk etmez ve ilkeleri eğip bükmekten vazgeçmezse, korkarız ki O.Öcalan’ı büyütmeye ve yeni O.Öcalanlar beslemeye devam edecektir.
Ortaya çıkan fikri ve fiili karmaşa, olguları tekilleştirip (şahsileştirip) öznel bir pencereden bakarak değil, bilimsel bir yaklaşımla aşılabilir. Bu bağlamda, örneğin PKK’den bugüne yönetim kademeleri içinde yer almış çeşitli kadroların (O.Öcalan, vb.) partiye karşı geliştirdiği tutumu, onların kişisel karakteriyle açıklamak; belediyelerde rastlanan rant olgusunu aynı şekilde belediye başkanlarının kişisel zaafı olarak göstermek; sorunların kaynağına inmeyi ve gerçek sebepleri görmeyi önler.
A.Öcalan son olarak yaptığı açıklamalarda Bir tarafta kan dökenler var, bir tarafta rantla beslenenler var. Bizde hiç dirayetli bir adam yok mu? diye tepki gösterdi. Ancak çok iyi bilinmektedir ki mesele, dirayetli adam meselesi değil. Aynı açıklamada Öcalan Devlet bile bu kadar zalim değil, kendi içindeki çeteleri açığa çıkarmaya çalışıyor. Çetelere karşı görüyorsunuz devlette de demokrat, temiz bir kanat gelişiyor . diyor ve Devletin içinde de demokrasiye duyarlı bir kanadın gelişme imkanından söz ediyor.
Burada sadece Hangi demokrasi? veya Kim için demokrasi? sorusunu sormamız halinde bile, sınıfsal bir yaklaşımdan ne denli uzaklaşıldığını görebiliriz. Abdullah Öcalan, peygamberlere verdiği önem kadar Marks’a (Marksizm’e) önem verseydi; inanıyoruz ki çarpılma bu denli olmaz, sapla saman karışmazdı . Ancak, ne yazık ki sorunların kaynağı hala yanlış yerde aranıyor. Nasrettin Hoca’nın karanlık bir mahzende kaybettiği anahtarını aydınlık bir ortamda araması da bir arayıştır; ama sonuca götürmez.
İŞGALLE BARIŞIK OLMAYAN HALK İRADESİ UMUDU BÜYÜTÜYOR
Anımsanacak olursa, işgali önceleyen günlerden işgalin belirli bir aşamasına dek çeşitli kişi ve çevreler, Irak halkına özellikle de Araplara direngenliği yakışık görmemiş, hatta ırkçılığa varan yakıştırmalar yapılmıştı. O süreçte örneğin, Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen Arabın ne yapacağı belli olmuyor. Kanında biraz ihanet geni var. diyordu. Gerçekte ise; Bir direnme türküsüdür Irak Kulaklarını müziğe yüreklerini sevdaya kapatanların anlayamayacağı türden bir türkü Öfke gümüşi bir kılıç gibi yalanın üzerine indiğinde İnsanlık Irak gerçeğinin devrimci yüzü ile tanıştı.
Sayı 15
(Kasım ‘2004 – Ocak ‘2005)