Cevahir ASLAN
İnsanoğlu günümüze gelene kadar çok çeşitli toplumsal aşamalardan geçmiş, doğa karşısında varolmak ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla çetin mücadeleler vermiştir ve hala da vermektedir. Şu anda yaşamımızın birçok alanında kullandığımız ateşi kontrol altına almayı öğrenene kadar binlerce insan bu ateşte yanarak ölmüşler ve bedel ödemişlerdir. Veya insanoğlu bir bitkinin zehirli olduğunu ve yenmemesi gerektiğini anlayana kadar binlerce insan bu bitkiden yiyerek ölmüşler ve kendilerinden sonraki insanların aynı hatayı yapmamaları için canlarını insanlık ailesine armağan etmişlerdir.
Bugünlerde İnsan nedir?, İnsan olma bilinci nasıl kazanılır? ve İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel fark nedir? soruları üzerine düşünüyorum. İnsan salt hareket eden, temel ihtiyaçlarını karşılayan, iletişim kuran bir varlık değildir. İnsanı bütün diğer canlılardan ayıran en temel fark dış dünyada varolan olguları algılayabilmesi, bu olguları zihninde yorumlayarak kavramlaştırması, kavramlaştırdığı diğer olgularla arasındaki ilişkiyi kurabilmesi ve en önemlisi ise dış dünyaya müdahale ederek onu değiştirmesidir. Kısacası insanın en önemli özelliği soyutlama yapması ve değiştirme gücüne sahip olmasıdır.
İnsan olma bilincine sahip olmak ise başta insanı doğru tanımlamayı gerektirir. Bu bilinci edinmede bilim, felsefe ve sanat bizim en önemli araçlarımızdır. Toplumumuzda nitelikli bir eğitim sisteminin olmayışı, bilimin toplum değil egemenlerin çıkarları için üretilmesi, halkın büyük bir kesiminin bu bilinci edinmesinin önündeki en büyük engellerdendir. Ayrıca sistemin, medya ve benzeri manipülasyon araçlarıyla, insanların olgular arasındaki nedensellik ilişkisini kurmasını ve gerçekliği bütünsel olarak algılamasını engellemesi ve en ufak bir hak talebine faşizan yöntemlerle karşılık vermesi de önemli etkenlerdir. Tüm bu olgular göz önüne alındığında, halka politik bilinç taşımada en aktif özneler olan devrimcilere, ilerici kesimlere, üniversitelere ve üniversite bileşenlerine büyük görevler düşmektedir.
Bilindiği gibi üniversiteler, çeşitli bilim dallarını bünyesinde barındıran, felsefi, sanatsal, teknik ve bilimsel bilginin üretildiği, birbirinden çok farklı görüşlerin tartışıldığı, kendine özgü bir yapısı, özerk bir bütçesi ve işleyişi olan demokratik kurumlardır. Bu yönüyle üniversiteler toplumun gelişmesine yön veren öncü yapılardır. Diğer bir deyişle, üniversiteler ve üniversite bileşenleri (üniversite öğretim üyeleri, üniversite öğrencileri ve çalışanları) toplumun lokomotifidirler. Bu açıdan bakıldığında üniversitelerin salt öğrenim (ders) görmek veya bir meslek sahibi olmak için varolmadığını, ama aynı zamanda toplumsal gelişmeye direkt olarak etkide bulunduğunu görürüz. Toplumsal üretim sürecinde de önemli bir yeri olan üniversiteler bu niteliklerinden dolayı toplumla sıkı bağlar içindedirler ve toplumdan kopuk olmaları düşünülemez. Üniversite öğrenimi gören tüm öğrenci arkadaşlar ve özellikle de öğretim üyeleri bu bilince sahip olmalı ve bilim insanı olmanın verdiği sorumlulukla hareket etmelidirler.
Önder Babat yoldaşımız, yukarıda saydığımız tüm bu özellikleri içselleştirme yönünde önemli adımlar atan, çevresindeki ve toplumdaki sorunların farkına varan ve mevcut sorunlar karşısında tepkisini veren bir insandı. Üniversitede, öğrenci eylemliliklerinde ön sıralarda bulunur, okulunda gördüğü tüm olumsuzlukların karşısında dururdu. Sırf bu yüzden, İstanbul Üniversitesi’ndeki soruşturma terörünün de mağdurlarındandı. Okuyan, araştıran ve sorgulayan bir insandı. Bir şeye asla körü körüne inanmaz; bir olgunun altındaki maddi temelleri mutlaka bilmek isterdi. Değişime ve insanları değiştirmeye çok önem verirdi. Okuldan otobüsle evine giderken bile yanında oturduğu insanla mutlaka sohbet eder ve onun sorunlarını dinlerdi.
Günümüzde insanların büyük bir bölümünde sistemin yansımaları olarak bulunan karşısında ki insana tahammülsüzlük, iletişimsizlik, kendini ifade edememe ve karşısındakini dinlemem Önder’de bulunmayan öğelerdi. Dostunu, arkadaşını, hiç tanımadığı bir insanı saatlerce dinler, ancak onun konuşması bittikten sonra söze girerdi. Konuştuğu insan ne kadar yakını olursa olsun onun olumsuz yönlerini eleştirmekten çekinmezdi. Yakından tanıyan dostlarının da anımsayacağı üzere Önder’in sıkça sorduğu bir soru vardı: Bu hareketi neyin ihtiyacı olarak yaptın? Sorudan da anlaşılacağı gibi Önder yaptığı hemen her hareketi, sergilediği her davranışı bir amaca yönelik yapardı. Genellemelerden, özellikle de insan üzerine olanlardan özellikle kaçınır ve böyle bir genelleme yapan arkadaşından da mutlaka onu temellendirmesini isterdi. Sakin, barışçıl ve sevgi dolu kişiliği ile de tanınan Önder arkadaşımızın insanlara, özellikle de insanlığın en masum varlıkları olan çocuklara karşı derin bir sevgisi vardı. Yaşları henüz küçük olan yeğenlerini eğitmek ve bu sisteme ait olan her türlü etkiden uzak tutmak isterdi. Onların televizyon izlemesini (teknolojik zehirlenmeye uğramalarını) istemez, bu amaçla onlara masal okur veya onlarla küçük skeçler oynardı. Önder aynı zamanda hayatın her alanında aktif olmak ve üretim süreci içinde bulunmak için çaba gösterirdi. Tiyatrodan sinemaya, felsefeden dergi çıkarmaya, siyasetten sanata birçok alanda faaliyet gösterirdi.
Okulunda tiyatro çalışması, dergi çalışması ve kulüp çalışmalarının aktif olarak içerisindeydi. Yabancılaşmanın ancak üretim sürecine dahil olmakla engellenebileceğine inanırdı.
YABANCILAŞMAYI KIRABİLECEK EN ETKİLİ ARAÇ ÜRETİMDİR. DEVRİMCİLER, İNSANLARI KARANLIK MAĞARALARINDAN ÇIKARTMAK İÇİN ONLARI ÜRETİM SÜRECİNE KATMALIDIRLAR
Sistem insanların kendi öz güçlerinin farkına varmalarını, diğer insanlarla iletişim kurmalarını, geleceğe dair umut ve projelerinin olmasını istemez. İnsanların kendilerine, ürettiklerine ve de topluma yabancılaşmasını amaçlayan sistem, bu sayede oluşabilecek bir toplumsal muhalefetin de önünü kesmek ister. İnsanların kendilerine ve topluma yabancılaşmaları için medya vb. manipülasyon araçlarını kullanan sistem, insanları sindirmek, korkutmak içinse polis, jandarma, özel güvenlik birimleri gibi baskı aygıtlarını devreye sokar. Yabancılaşmayı kırabilecek en temel olgu ise insanların felsefi, sanatsal, bilimsel ve kültürel üretim süreci içine girmeleridir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Önder, insanları sistemin bataklıklarından söküp almanın en önemli yolunun onları üretim sürecine dahil etmek olduğunu savunurdu. Yaptığı tüm felsefi, sanatsal, kültürel ve siyasal etkinlikler de bir yönüyle buna hizmet ederdi. Üniversite öğrencisi olması dolayısıyla iletişim içinde olduğu insanlar da yoğun olarak üniversite çevresindendi.
Toplumsal bir değişimin yaşanabilmesi için üniversitelere ve öğrenci kitlesine büyük görevler düştüğünün farkında idi. Üniversiteyi bitirdikten sonra ise İnsan Hakları Hukuku Kürsüsü’nde yüksek lisans yapmak istemesi bu farkındalığın somut bir ifadesidir.
ÖNDER, bir bilim insanının insanlığın sorunlarını, bu sorunların neden kaynaklandığını ve mevcut sorunlar karşısındaki çözümleri bilmesi gerektiğini savunurdu. Sık sık bilim insanı olmanın çok büyük bir sorumluluk olduğunu ve bunu taşımanın hiç de kolay olmadığını söylerdi. Bunu söylerken de çok haklıydı. Şöyle ki; İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Kemal Alemdaroğlu, 18 Mart Çanakkale Savaşlarının (?) yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmasında Kıbrıs meselesine de değinerek: Gerekirse otuzbeşbin, yüzotuzbeşbin şehit daha verir, Kıbrıs’ı da, Yunanistan’ı da alırız diyebilmektedir. Bir bilim insanı değil bir ordu komutanının demeci de sanabileceğiniz bu açıklama inanılması güç ama bir üniversite rektöründen geliyor. Savaşta ölen insanları insan değil, birer robot olarak gören bu zihniyet değildi Önder’in üniversitede görmek istediği. Peki başka bir örneğe ne dersiniz?
İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Nur Serter, İstanbul Üniversitesi’ne ilişkin yaptığı hemen her açıklamada, İstanbul Üniversitesinin çok demokratik bir kurum olduğunu, öğrencilere yönelik herhangi bir baskı ve şiddet unsurunun söz konusu olmadığını söylerken İ.Ü’de öğrencilere altıyüz soruşturma açılıyor ve soruşturma terörü onlarca öğrencinin okuldan atılması ve birçoğunun okuldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanıyor. Bu duruma tepki vermek isteyen ve İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan devrimci-demokrat öğrenciler, Beyazıt Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmak isteyince polisin biber gazlı, joplu, tekme tokat saldırısına maruz kalıyor. (Aynı gün ve saatte Avrupa’dan gelen üst düzey bir bürokrat; Romano Prodi, TBMM’de yaptığı konuşmada Türkiye’nin demokratikleşme ve İnsan Hakları konularında önemli bir mesafe kattettiğini söylüyor!)
Önder’e İnsan Haklarını, eşitliği, demokrasiyi ve hukuku öğreten hocalarından ise küçük ama onurlu bir azınlık dışında kimseden ses çıkmıyor. Her fırsatta İnsan Haklarından, bilimsel bir üniversiteden ve spot lambalı konferans salonlarında aydınlanmadan bahseden bilim insanları neredeler şimdi? Okuttukları bir öğrencilerinin sokak ortasında katledilmesinden hiç mi rahatsızlık duymuyor bu insanlar? Yukarıda da değindiğimiz gibi bilim insanı kimliğini taşımak kolay değil. Aynı zamanda, 1980 faşizminin üniversitelerdeki yansıması olan bu kişilerin de tavır ve tutumlarını anlamak hiç de zor değil.
Varolan toplumsal muhalefeti kırmak, tepkisiz, duyarsız, ben-merkezci, insani değerlerin yerini maddi değerlerin aldığı ve insani olan her şeyin metalaştığı bir toplum yaratmak isteyen devlet, emperyalist güçlerin güdümünde 1980 askeri-faşist darbesini tertiplemiştir. MGK, DGM, RTÜK ve üniversitelerde de YÖK, 80 faşizminin ürünleridir.
-
YÖK; polis ve askeri üniversitelerimize sokarak onları birer karakola ve kışlaya çevirmek için vardır.
-
YÖK; üniversitelerimizi toplum için değil, özel şirketler ve holdingler için bilgi üreten ticarethanelere dönüştürmek için vardır.
-
YÖK; öğrenciyi müşteri, bilim insanını ise şirket çalışanı olarak gören bir zihniyetin ürünüdür.
-
YÖK; bilim insanlarını üniversitelerden atıp onların yerine darbecileri getiren zihniyettir. (1402’likler ve Ferman Demirkol )
-
YÖK; üniversitelerimizin her türlü sosyal faaliyet alanlarını (konferans, tiyatro, sinema salonları) öğrencilere açmak yerine, özel şirketlere kiralamak ve özelleştirme adı altında onları parça parça satmak isteyen zihniyettir.
Tüm bu maddeleri göz önünde bulundurduğumuzda YÖK’e karşı mücadelenin ne kadar haklı ve meşru olduğunu görmekteyiz. YÖK’e karşı mücadele eden öğrencilere saldıranların, onlara soruşturma açanların, onları okullarından atanların, tutuklayıp hapishanelere koyanların ise kime, ne amaçla hizmet ettikleri çok net bir şekilde anlaşılmakta. Üniversitelerimizi ve yurdumuzu özelleştirme adı altında başta Amerika ve batılı emperyalistlere peşkeş çeken yerli işbirlikçiler bu işi daha rahat yapabilmek için varolan tüm muhalif kesimleri ortadan kaldırma ihtiyacı duymaktadırlar. Söz konusu, emperyalizme hizmet ve emperyalizmin çıkarlarını korumak olduğunda kendi çıkardıkları yasaları bir kenara itip diğer faşist yöntemlere başvurmaktadırlar.
Olaylara bu açıdan bakıldığında, insan kaçırmaların, tacizlerin, işkencelerin, gözaltında kayıpların, faili meçhullerin kimler tarafından ne amaçla yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Önder arkadaşımızın da neden katledildiğini anlamak istiyorsak olaya bu pencereden bakmalıyız. Önder Babat, anti-emperyalist mücadelede tutarlı bir çizgisi olan, güncel siyaset yapabilen, yeni gelişmelere anında cevap verebilen ve en önemlisi de gelecek vadeden bir yapının öznesi olduğu için vurulmuştur ve bir mesaj verilmek istenmiştir. Önder Babat cinayetinde mesaj özelde Devrimci Hareket’e genelde ise tüm devrimci-demokrat ve ilerici kesimleredir. Önder Babat cinayeti ve onu izleyen olaylara baktığımızda bu önermemizin doğruluğu anlaşılacaktır. Önder’in öldürüldüğü hafta Mardin’de Eğitim-Sen’li bir öğretmen, Tunceli’de Devrimci Demokrasi okuru olan İmam Boztaş’ın katledilmesi, yine Tunceli’de üç kişinin vurularak öldürülmesi, EKB’li Derya Aksakallı’nın kaçırılarak taciz edilmesi gibi olaylar gerçekleşmiştir.
Yine son zamanlarda bu baskı ve sindirme politikalarının devamı niteliğinde Ekmek ve Adalet, İdil Kültür Merkezi, TAYAD gibi ilerici kurumların kapatılması ve ILPS üyesi Aliyah Elisabeth Brunner’in kaçırılıp kollarında sigara söndürülmesi ve ormanlık bir alana atılması dediğimiz olguya işaret etmektedir.
Bizler biliyoruz ki; okullarda öğrencilere soruşturma açıp onları okullarından atanlar, insanları kaçırıp işkence yapanlar, gözaltında insanları kaybedenler ve sokak ortasında insanları kurşunlayanlar (baskı, sindirme ve yok etme amacıyla bunları yaptıkları için) aynı mantığın farklı versiyonlarıdır.
Buna karşılık, baskılar, yıldırma ve sindirme politikaları devrimci-demokrat kesimleri yıldıramamıştır ve de yıldıramayacaktır. Devrimciler, tarihsel süreçte bu tip katliamlara sıkça maruz kalmışlar ama asla tükenmemişlerdir. Devrimciler, bugün içinde bulunulan zor durumu mutlak aşacak ve çorak topraklara bir nehir gibi akacaklardır.
Unutmayalım! Bir su damlasından bir ırmak yaratmayı bilenler için okyanusa ulaşmak asla hayal değildir.
Sayı 13 (Mayıs – Temmuz 2004)