PEŞ PEŞE ÇIKARILAN YASALARLA EMPERYALİZMİN ÜLKEMİZDEKİ TALAN VE SÖMÜRÜSÜNÜN ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILIYOR
24 Ocak 1980 kararlarıyla ve onun siyasal gereği olan 12 Eylül darbesi ile başlayan ve ülkemizin emperyalizm için engelsiz bir coğrafya haline getirilmesi anlamına gelen süreç devam ediyor. Özellikle AKP bu sürecin en etkili uygulayıcılarından biri olmuştur. Öyle ki bazen bir gecede yasalar çıkarılmış veya onlarca yasaya denk gelecek değişiklikler tek bir yasa halinde apar topar meclisten geçirilmiştir. Bu yılın başında 20 Şubat’ta, dikkatler Kuzey Irak’taki operasyona çekilmişken meclisten geçirilen 5737 sayılı Vakıflar Kanunu da bunlardan biridir.
Vakıflar yasasının çıkması bir çeşit güncelleme işlevi de gördü. Çünkü vakıflar olgusu egemen sınıfların elinde bulunan ve çok eskiye dayanan bir egemenlik/mülkiyet aracıdır.
Üretim araçlarının mülkiyetinin bireylere ait olmaya başladığı ilkel komünal toplum sonrasındaki evrelerde mülkiyet, (özelikle feodal toplumda arazinin mülkiyeti) onu elinde bulunduran kişinin yararına kullanılmıştır. Ve bu mülkiyet ilişkisi süreç içerisinde satın almalar, iflaslar, işgaller, vb gerekçelerle çeşitli biçimlerde el değiştirmiştir. İşte mülkiyetin el değiştirme korkusunun olduğu yerlerde bu değişimin engellenmesinin bir aracı olarak vakıf kurumu gündeme getirilmiştir.
Dışarıdan bakıldığında belli bir mülkün geniş halk yığınlarının yararına/kullanımına tahsis edilmesi biçiminde bir izlenim bırakıyor. Bu da bir çeşit dokunulmazlığı, meşruiyeti beslemeye yardımcı oluyor. Gerçekte ise vakıf mülkiyeti, onu kuran kişiye aittir. Sonrasında da mülkiyet kendisinin göstereceği uygun kişilere geçer. Bizanslılarda veya Osmanlıda da vakıf, el değiştirme riski altında bulunan mülkün aynı ellerde tutulmasının, güvenceye alınmasının bir aracı olarak işlev görmüştür.
Feodal döneme özgüymüş gibi görünen vakıf olgusu, sanıldığının aksine kapitalizm koşullarında ortadan kalkmamış, özellikle kapitalizmin gelişiminin belli bir evreye ulaştığı emperyalizm çağında egemen sınıflar arasında da tahakkümün bir aracı olmuştur. Bu nedenle vakıf olgusunun egemen sınıflara günümüz koşullarında ne türden çıkarlar sağladığına bakmak gerekiyor. Feodal toplumda, vakfın işlevinin mülkiyetin başkalarının eline geçişini engellemek olduğunu görebilmek kolaydır. Kapitalizm koşullarında ise bu ilişki giderek gizlenmiş, dolaylı bir biçim almıştır.
Kapitalist işleyişte bir artı değer sömürüsü vardır. Fakat bunun dışında vergi, vb yollarla kimi kaynaklar devletin elinde toplanır. Sonra da sosyal harcamalar vb biçimde bu kaynaklar tekrar dağıtılır. Bu bir çeşit yeniden paylaşımdır. İşte burjuvazi gelirinin bir kısmını bu yeniden paylaşım sürecinin dışına çıkarmak(vergi kaçırmak) istiyorsa, bunun en çağdaşlaştırılmış araçlarından biri de vakıftır. Diğer bir ifadeyle vakıf, denetim dışına çıkarılmış mülkiyet ilişkisidir; sahibine çeşitli avantajlar sağlar:
1- Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olunsa da vakıf yönetimlerinin, şirketlere oranla mali ve idari denetimi çok zayıftır. Gerek ekonomik açıdan gerekse işleyiş bakımından büyük oranda bağımsızdır.
2- Vakıf mülkleri üzerinde herhangi bir vergi, vb tasarrufta bulunulamaz. Devletin bu anlamda da onlara bir müdahalesi yoktur.
3- Vakıf yönetimi demokratik işleyişle ortaya çıkan bir olgu değildir. Vakfı kim kurmuşsa yaşadığı sürece vakfın yönetiminde etkili olan, belirleyici olan odur. Bu durum vakfa müdahaleyi, çeşitli sınırlamalar getirmeyi güçleştiriyor.
Vakıflar, sıraladığımız bu ekonomik ayrıcalıkların yanında bir de hegemonya aracı olarak da işlev görür. Çünkü bu kurumlar genellikle yardım kurumları, eğitim kurumları, vb biçimde oluşturulur. Gerçekte ise bu nitelikleri, talan ve sömürüye zemin/meşruiyet hazırlar. Örneğin Bedrettin Dalan döneminde bir vakıf kuruldu. Belediye meclisi şehrin önemli arsalarını, okul vb kurumlarını bu vakfa devretti. Başında yardımcısının olduğu bu vakfı o zaman Bedrettin Dalan belediyenin bir kurumu gibi göstermiş ve yönelen eleştirileri bu biçimde savuşturmuştu. Gerçekte ise vakıf bağımsızdı ve bugün İstek Vakfı olarak işlev gören vakfın malları üzerinde belediyenin değil vakfın kurucusu olan Dalan’ın yardımcısının tasarrufu vardır.
5737 SAYILI YENİ VAKIFLAR YASASIYLA DEĞİŞEN NEDİR?
20 Şubat 2008’de AKP ve DTP milletvekillerinin oyları ile kabul edilen yasayla, 1935 tarihli 2762 sayılı yasada var olan bazı kısıtlamalar ortadan kaldırıldı. Daha önceki yasada da Türkiye’deki vakıfların mal edinmesinin önünde bir engelleme yoktu. Vakıflar serbest ticaret yapabiliyor, herhangi bir işkolunda yeni mülk edinebiliyor, varlığını genişletebiliyordu. Yani Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının kurdukları vakıfların önünde önemli bir engel yoktu. Yabancıların önünde vakıf kurma, mülk edinme vb engeller vardı. İşte yasa bu engelleri kaldırdı. İkincisi, Lozan’da en büyük tartışma konularından biri olan vakıf mallarının iadesini gündeme getirebilecek hukuksal bir zemin oluşturdu.
Osmanlının ele geçirdiği eski Bizans topraklarında taşınmazların önemli bir kısmının mülkiyeti Rum, Ermeni, vb azınlıkların elindeydi. Diğer bir ifadeyle Osmanlılar dağı, taşı her yeri paylaşılmış olan bir kente işgalci olarak geldi. Dolayısıyla burada var olan taşınmazların mülkiyeti Osmanlılara ait değildi. Sonuçta buradaki mevcut mülkiyetin çok az bir kısmı alım satım yoluyla el değiştirdi. Osmanlının da ulus temelinde bir mülkiyet yapısı olmadığı için o dönemdeki farklı azınlıkların mülkiyetleri konusunda herhangi bir tartışma, kısıtlama getirilmedi; onların mallarına el koymak, onları Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak gibi bir çaba olmadı. Ama cumhuriyet döneminde Lozan’da en çok tartışılan sorunlardan birisi, Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde kalan yabancı mülklerinin, yani bir biçimde Türkiye’den göç etmiş olan kişilerin mülklerinin ne olacağı konusuydu. Buna da bir biçimde mübadele yöntemiyle, nüfus değişimiyle çözüm bulundu. Bunun yanında soru işareti içermeyi sürdüren en önemli madde vakıf mallarının ne olacağıydı. Çünkü Bizanslılarda da vakıf mülkiyeti çok önemli bir mülkiyetti. Sarayın yağmasından kurtulabilmenin aracı da bu tür vakıflar olduğu için, İstanbul’da ve Anadolu’da çok geniş bir vakıf mülkiyeti söz konusuydu.
Kurtuluş savaşı sonrasında azınlıkların büyük bir kısmının Türkiye’yi terk etmesiyle birlikte bunlara ait vakıfların ne olacağı sorunu Lozan’da uzun süre tartışıldı fakat bir çözüm bulunamadı. Bu nedenle elinde vakıf senedi bulunduran söz konusu kişilerin mülkiyet hakkının korunması, Cumhuriyetin kuruluşu yıllarından beri önemli bir talep olarak kaldı. İşte bu durum yeni yasaya bir şekilde içerildi. Buna göre artık Bizans dönemindeki Anadolu topraklarının herhangi bir yerine ilişkin bir vakıf senediyle hak talep edilebilir.
Bunun dışında yasa, yurtdışında kurulmuş olan bir vakfın Türkiye’de şube açabilmesine ve bu vakfın sınırsız mülkiyet hakkı elde edebilmesine, bu sınırsız mülkiyet hakkından elde etmiş olduğu kar ve rantların büyük bir kısmını hiçbir kontrole tabi olmaksızın yurt dışına transfer edebilmesine imkan tanıyor. Aynı zamanda vergisiz gerçekleşecek bu ayrıcalıkların sadece yabancı şahıslara değil ticari kuruluşlara da sağlanıyor olması, yapılacak her türlü ticari faaliyetler sonrasında kar transferinin önünü açıyor. Diğer bir ifadeyle vakıf, sadece iç ve dış ticaretin aktarılması noktasında devreye girecek, ama Türkiye’deki çalışma tarzı tümüyle ticari bir şirket olacak. Daha da önemlisi yabancı şirketlerin ya da bireylerin Türkiye’de kurmuş olduğu vakıfların, varolan tahkim dahil daha önce kurulmuş olan belli yasal statülerle kontrol altına alınamaması, bunlara bir dava açılamaması, çevre koruma, vb koruyucu önlemlerin bunların karşısına engel olarak çıkarılamamasıdır. Dünyada vakıflara böyle bir ayrıcalığı tanımış başka bir ülke yok.
Mevcut tehlikenin boyutu ve haber vererek gelen talan için kıyılar iyi bir örnektir. Yasalarımıza göre hala kıyıların 200 metrelik kısmı kamu alanıdır. Yani bu kesimler özelleştirilemez, buralarda özel mülkiyete dayalı yapılaşmaya gidilemez. Ama bu değişik yasalarla aşılabiliyor. Örneğin turizm teşvik yasası kapsamında, özel bir maddeyle turizm işletmesinin kullanacağı sahil bölgesini parsellemesi serbest bırakılıyor. İşte vakıflar bu tür sınırlamalardan da tümüyle muaf oluyor. Turizm şirketinin sadece kendi kullandığı kıyı için sahip olduğu ayrıcalığa turizm koşulu aranmadan vakıflar sahip oluyor. Sermayelerinin büyüklüğüne ve mülk edinme oranına da sınırlama getirilmiyor.
Anımsanacak olursa, yabancıların Türkiye’deki mülk oranının yüzde 2’yi (o il içindeki toplam yüzölçümünün yüzde ikisini) aşmayacağına dair bir sınırlama vardı. Kaldı ki yüzde 2 de çok büyük bir rakamdır. Çünkü toplam içindeki yüzde 2’lik alan kullanılabilir alanın önemli bir kısmına denk düşüyor. Örneğin Trakya’da toprakların yüzde 60-70’i kullanılabiliyor. Ancak bu oran Hakkari’de yüzde 8-10’dur. Toplam yüzölçümün yüzde ikisi bu kullanılabilir alanın beşte birine denk geliyor. Bu yönüyle bakıldığında mesela Hatay’da yüzde ikilik kapsamla kullanılabilir arazinin yüzde 12’sinin, Mardin’de yüzde 15’e yakınının el değiştirdiği görülür. Bu tür sınır bölgelerde dağlık alanlar, ticari değeri olmayan alanlar dışarıya çıkılırsa geriye kalan kullanılabilir alanın yüzde 12’si 15’i yabancıların mülk edinmesine açık hale geliyor. Vakıflar yasasıyla beraber artık bu kısıtlama da ortadan kaldırılıyor.
VAKIFLAR YASASI, GEÇMİŞTE EVİNİ, DÜKKÂNINI YİTİRMİŞ ERMENİ VEYA RUMLARIN HAKLARININ TESLİM EDİLMESİ DEĞİLSE NEDİR; ARKASINDA KİM VAR, KİME HİZMET EDİYOR?
Dünyanın başka hiçbir ülkesinde olmayan bu yasa Türkiye’ye neden dayatıldı? Aslında emperyalizm yeni sömürge ülkelerin hepsinde bu tür ayrıcalıklı konumdaki haklara sahip olmayı ister. Vakıf mülkiyetiyle, merkezi otoriteden ve her türlü vergi ve kontrolden arınmış biçimde sömürüsünü sınırsız hale getirebilmek, tekelci burjuvazinin günümüzdeki eğilimlerine denk düşen bir olgudur. Bu, emperyalizmin bütün dünyayı istediği kadar sınırsız kontrolsüz bir sömürü alanına açabilme amacıyla örtüşüyor. Diğer bir ifadeyle tanımlanan bu yasal çerçeve, emperyalizmin IMF, vb kurumlar aracılığıyla globalleşme adı altında sürdürdüğü saldırıların bir uzantısıdır. Ancak bu çerçevenin vakıflar yasası biçiminde sadece Türkiye’ye dayatılabilmesi, ülkemize özgü nedenlerledir.
Türkiye’de emperyalizmle girilen yeni sömürgecilik ilişkisine rağmen, emperyalist sömürü alanının dışına taşırılabilmiş, Kemalist dönemden bugüne sarkan bazı ilişki ve alanların kalıntılarından söz edilebilir. Örneğin Türkiye’de toprak mülkiyetinin tamamı kamuya ait değildir. Toprak mülkiyetinin alım satımının önünde önemli bir engel de yoktur. Ama yazımızın ilerleyen bölümünde bahsedeceğimiz 2B yasasına konu olduğu gibi bazı alanların ticari meta haline getirilmesinin önünde engeller vardır. Bu konuda akla ilk gelebilecek örnek ormanlardır. Köylünün kullanım alanı olan çayırlık meralık alanların da ticari meta haline dönüştürülmesi ancak özel yasalarla mümkündür. Benzer şekilde, kıyı alanlarına tesis kurabilmek ya da bireysel mülkiyete dayalı bir yapılaşmaya gidebilmek özel izne tabidir. Bu türden kontroller/sınırlamalar, genelde yeni sömürge ülkelerde görülmeyen bir olgudur. Ama Türkiye’de bu, Kemalist dönemden günümüze sarkan bir niteliktir. İşte bugün Türkiye’de emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yapılmakta olan düzenlemeler, söz konusu sınırlamaları kaldırmayı ve her alanın metalaştırılmasını amaçlıyor. Ülkemize dönük bu tür müdahaleleri emperyalizmin güncel sorun ve ihtiyaçları ile de ilişkilendirebiliriz.
Dünyada var olan ticari ürünleri yedi kez satın alabilecek bir kredi köpüğünün oluştuğundan daha önce de bahsetmiştik. Bu para sermayenin bir meta sermayeye dönüşmesi, yani uzun süre enflasyondan, aşınmadan vb korunabileceği menkul ya da gayrımenkul bir değere yatırılması ihtiyacı emperyalistler için öne çıkmış durumdadır. Petrole, buğday ve pirinç gibi gıda maddelerine, demir-çelik, bakır, alüminyum, çinko gibi metalara yapılan ve fiyatları yükselten spekülatif yatırımların sebebi budur. Bu süreçte sermayenin yatırım amacıyla ilgi duyduğu bir diğer alan gayrımenkul oldu. Çünkü gayrımenkul daha sonraki dönemde istenildiği zaman tekrar paraya dönüştürülebilecek bir yatırım alanıdır. İşte kredi köpüğünün patlamak üzere olduğu ve özellikle körfez sermayesinin, Avrupa sermayesinin kendilerine güvenli bir liman gibi o kriz dönemini atlatabilecekleri yer aradığı bir dönemde böyle bir yasanın çıkması; bütün yabancı spekülatörlere “gelin size Türkiye’nin tamamını güvenli bir liman olarak ayırdık.” çağrısı yapmakla aynı anlama geliyor.
Vakıflar Yasası AKP’nin de ihtiyacıdır.
AKP’nin ülkenin talan edilmesi anlamına gelecek yasa hükümlerine “olur” vermesinin emperyalizmle girilmiş olan toplam ilişkilerin bir sonucu olduğu biliniyor. Ne var ki, girilmiş tüm zorunlu ilişkilere rağmen gelişmeleri salt bu nedenle açıklamak, bir boyutunu eksik bırakmaktır. Gerçekte AKP iktidarının da bu yasayla gelecek olan taze ve sıcak paraya ihtiyacı vardır. Daha önceki dönemde kredi köpüğünün yaygınlığı nedeniyle Türkiye’ye kolaylıkla sıcak para akabiliyordu. Ama artık bu sürecin sonuna gelindi. Daha önce de bu durumu değerlendirirken sermayenin bundan sonra ancak doğrudan yatırım için gelebileceğini söylemiştik.
İşte doğrudan sermaye girişini sağlamak için satılabilecek ticari değeri olan mülkün kalmadığı, kamunun elindeki bütün araçların, tesislerin bir biçimde elden çıkarıldığı; mevcut 530 milyar dolarlık toplam borcun 300 milyarının özel sektöre ait olduğu, dolayısıyla ticari kuruluşların büyük çoğunluğunun kendi mülkiyetlerini tümüyle elden çıkarmadan döviz olarak borçlanabilmesinin de mümkün olmadığı bu koşularda, Türkiye’nin doğrudan yatırım olarak sermaye çekebilmesi mümkün değildi. Bu nedenle AKP’nin attığı ve ancak günü kurtarmaya yarayacak olan bu adımı(yasanın çıkarılmasını), “sonucu ne olursa olsun yeter ki bir şeyler satılsın, yeter ki sıcak para girişi yaşansın” biçiminde bir çaresizlik hali olarak da okuyabiliriz.
Vakıflar yasasıyla birlikte önümüzdeki dönem özellikle kırsal kesimde mülkiyette çok köklü değişimler yaşanabilir. Sonbahara girdik, bu aylarda gerek kuraklığın gerekse ekonomik politikaların olumsuzlukları nedeniyle büyük bir olasılıkla kırsal kesimde büyük bir çöküş yaşanacak ve çiftçi, bırakalım önceki yıllardan kalan borçlarını ödemeyi, en temel ihtiyaçlarını karşılamada bile zorlanacak. Bu durum kırsal kesimden başlayan bir mülkiyet değişiminin, önünü açacak. Yasanın alelacele yetiştirilmiş olmasının arkasında yatan nedenlerinden biri de budur.
2B YASASI VAKIFLAR YASASINI TAMAMLAYAN NİTELİKTEDİR
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Vakıflar Yasası çıkarılırken, “neyi ve kaça satacağımız önemli değil yeter ki para girişi olsun” düşüncesiyle hareket edilmiş. Ancak bilindiği gibi Türkiye’de orman, vb yerler bir tesisin kurulmasına ve dolayısıyla metalaşmaya karşı çeşitli yasalarla korumaya alınmış. Örneğin kurulacak sanayi tesisinin, çevresel etki değerlendirme raporu(ÇED) dahil, doğal çevreye ve sosyal ortama olumsuz etkisinin olmayacağına dair pek çok belge isteniyor. Dolayısıyla orman, yeşil alan, çayır, mera, vb yerlere dair yeni bir yasal tanım yapılmadan amaçlanan mülkiyet devri ve dolayısıyla para girişi söz konusu olamazdı. İşte 2B yasası, Vakıflar yasasıyla beraber bu konudaki tüm engelleri kaldırmak için tasarlandı.
2B Yasası, diğer nedenlerin yanında AKP iktidarı döneminde yaptıkları yağmayı yasal çerçeveye oturtmak isteyen kesimlerin baskısı sebebiyle de güncelleşmiş durumdadır. Özellikle yeşil alan içerisinde en çok yağmanın yaşandığı dönem AKP iktidarı dönemi oldu. Daha önceki iktidarlar döneminde de bu tür alanların yağmalandığı söylenebilir ama yukarıdan aşağıya egemenler tarafından yapılan bu boyutta bir yağma ilk defa yaşanmıştır.
Kırlardan şehirlere göç eden veya ettirilen yoksul kesimlerin şehir çevresindeki bölgelerde oluşturduğu varoşlarda kamu mallarının üzerinde, bazen orman alanlarına da giren yerlerde barınma çabaları genellikle yasal duvarlara çarpmıştır. Ama şimdi yeşil alanın tam ortasına bir ada şeklinde kurulmuş hiçbir yasal niteliği olmayan lüks villaların olduğu yerler 2B yasasıyla, AKP iktidarının siyasal süreci tıkanmadan yasal çerçeveye oturtulmak isteniyor. Bu sürecin bir boyutudur. Diğer ve asıl boyutu ise, söz konusu yasalarla gerek yabancıya mülk satışının gerekse ekonomik değeri olan orman alanlarının satılabilmesinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Daha da önemlisi yukarıda belirttiğimiz gibi vakıflara alan tanımı yapılmaksızın hiçbir ticari kısıtlamanın getirilmemiş olmasıdır. Bu yasayla yabancılar Türkiye’de çok geniş tarım alanlarında mülkiyeti, akarsuların ve temel kaynaklarının kullanım haklarını ele geçirebilirler. Bu ayrıcalıklar Türkiye’deki hiçbir şirkete hiçbir tekel gurubuna tanınmış değildir. Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının kurmuş olduğu hiçbir vakfa da bu kadar büyük ayrıcalıklar tanınmıyor. Ama yabancıların kuracakları vakıflar bu olağanüstü avantajlara sahip olacak.
Bilindiği gibi 2B yasası, orman vasfını yitirmiş arazilerin satışını mümkün kılan Anayasa değişikliği olarak tasarlandı. Ancak bir yerin orman olup olmadığına karar verme süreci sanıldığının aksine ormanları güvenceye alan güçlü bir sigorta niteliği taşımıyor. Örneğin Türkiye’de, birinci derece tarım alanlarının hiçbir şekilde tarım dışında bir amaçla kullanılamayacağına dair bir yasa var. Ama herhangi bir ticari işletmenin kurulacağı yerdeki bir arazinin birinci sınıf tarım arazisi olup olmadığına İl Tarım Müdürlüğü’nde çalışan bir ziraat teknisyeni karar veriyor. Bu durum devlet dairelerinde kadrolaşmanın boyutuyla beraber düşünüldüğünde bu konunun ne denli istismara açık olduğu görülür. Örneğin TOYOTASA fabrikasının kurulduğu yer bu türden tartışmalı bir yerdi. Ziraat Mühendisleri Odası, vb yerlerden gelen itirazları fabrikanın açılışını yapan Demirel karşılamış, fabrikanın kuruluşunu cansiperane bir şekilde savunmuştu. Bunun için bir de akıllara ziyan bir hesap yapmıştı. Buna göre aynı arazide mısır ekilse bir yılda elde edilecek ürün o fabrikada üretilecek tek bir arabanın bile değeri kadar değildi. En verimli tarım alanının bile bu şekilde basit bir imzayla el değiştirebildiği yerde, bir orman alanı için de “orman değildir” diye rapor almak, Türkiye’nin bu koşullarında süreçten nemalanan birileri için zor olmasa gerek. Yeter ki o alanın ticari olarak satılabilirliğinin önü açılsın. O açıldıktan sonra Kaz dağlarının tepesindeki ormanlar bile bir gecede orman niteliği taşımayan arazi ilan edilebilir.
Aslında 2B yasasına gerek kalmadan da çeşitli zamanlarda çıkarılan yasalarla ormanların talanının önü açılmıştı. Örneğin bir yasaya göre, hektar başına 24bin YTL ödenerek orman içerisinde istenen yer farklı amaçla kullanılabiliyor. Son zamanlarda öyle hızlı ve peş peşe yasalar çıkarıldı ki onay için parmak kaldıranlar dahil çok az kişi veya kurumun yasaların içeriğinden haberi oldu. Ama bunun tersine yasa tekliflerini hazırlayanlar veya onlara bu yasaları dayatanlar çok bilinçli hareket ediyor. Süreç, başta emperyalist tekeller olmak üzere sermaye kesimlerinin ihtiyacı dahilinde adım adım örülüyor. Belki değişiklik yapılan yasa maddeleri farklı olabilir ama aynı sömürü mekanizmasına hizmet ettikleri aynı sürecin bir parçası olduğu açıktır.
Daha önce çeşitli yasalarda olduğu gibi Vakıflar Yasası’nın da halk kesimlerinin nezdinde meşrulaşması için, demokratik bir içerik atfedildi. Yasa, geçmişte mallarına el konularak mağdur edilmiş azınlıkların sorunlarına da çözüm getiriyormuş gibi yansıtıldı. Aslında bu sorunun Cumhuriyet öncesine tekabül eden boyutu(vakıf mülkiyetinde olanlar hariç) Lozan’da bir biçimde mübadele yoluyla aşıldı. Ve Türkiye ile Yunanistan arasında bu sorun en azından devletler hukuku açısından kapandı. Ama 1955’de yaşananlar için aynı şey söylenemez. O tarihte İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 300 bini aşıyor. Ama 1960-62’lere gelindiği zaman bu sayı 100 bine kadar düşmüş. 1955’deki 6-7 Eylül Olayları’nda büyük bir yağma yaşanmış. Pek çoğu vakıf niteliği de taşımayan binaların daha sonra bir kısmı varisleri tarafından bir şekilde devralınmış olsa da pek çoğu sahipsiz kalmış veya Milli Emlak tarafından el konmuş, fiilen gasp edilmiştir. Bu elbette bir sorundur ve çözümlenmesi gerekiyor. Ne var ki bunun çıkarılan Vakıf yasasıyla bir ilgisi yok. Çünkü bunlar vakıf malı değil bireysel mülktür. Bireysel mülkün tapusu, kime ait olduğu, dolayısıyla varisleri bellidir. Mesele, onlara mallarının iadesidir. Bu, haklı bir taleptir ve karşılanması, demokratiklik iddiasındaki bir devlet için bir zorunluluk olduğu kadar bir ölçüttür. Bu konuda Türkiye’ye karşı AİHM’de kazanılan bir davanın da olduğu biliniyor. Benzer bir durum boşalttırılan köyler için de geçerlidir. İnsanların mülklerine zorla el konulup yaşam alanlarından sürülmesi devletin antidemokratik işleyişinin göstergelerindendir. Bu konuda geliştirilen talepler, verilen mücadeleler haklı ve gereklidir. Ne var ki bu sorun da İstanbul’daki Rum malları sorunu da vakıf yasasının konusu değildir.
DİNİ TEMELDEKİ VAKIFLARIN DA ÖNÜ AÇILIYOR
Vakıfların tarihçesinde Kilisenin özel bir yeri vardır. Ortaçağda kilise, işletmelerden tarım alanlarına kadar mülkiyetin neredeyse tamamına yakınına sahip olan ve onları çoğunlukla vakıflar tarzında örgütleyen bir kurumdur.
Bugün Rum Ortodoks kilisesine bağlı olan pek çok vakıf vardır. Yasayla birlikte bu vakıflara da özgürlük sağlanmış oluyor. Yani artık kilise, basit bir ibadethane olmaktan çıkıyor, güçlü maddi varlığı olan bir kurum haline geliyor. Kilisenin mallarının dokunulmaz olması sebebiyle TC’nin egemenlik alanının dışında kilisenin egemenlik alanı açılmış oluyor. Bu durum, siyasal iktidarın dinci kimliğiyle başlangıçta çelişiyormuş gibi görünüyor. Gerçekte ise tam da AKP’nin politikalarına denk düşen bir olgudur. Çünkü kilisenin vakıflar aracılığıyla yukarıda tanımladığımız avantaj ve haklara sahip olması, İslami sermayenin oluşturduğu vakıflar için de aynı işleyişi gündeme getirecektir.
Sonuçta devletin kontrol edebildiği alan daralırken vakıfların mülkiyet ve hareket alanı genişleyecektir. Diğer bir ifadeyle bu durum devletin fonksiyonlarından önemli bir kısmını vakıflara terk etmesi anlamına gelir ki bu, siyasal İslam çerçevesinde hareket eden, mülkiyeti tarikat ilişkileri dahilinde tasarlayan kesimlerin tercih ettiği bir durumdur. Ve sadece dar anlamda AKP’nin değil ABD’nin de politikalarına denk düşer.
Bugüne kadar AKP iktidarı ile ilişkilendirilerek bir ılımlı İslam devleti projesinden bahsedildi. Gerçekte ise Türkiye’nin pilot ülke olarak seçilmesi ve ılımlı İslamın siyasal bir model olarak İslam ülkelerine dayatılmasının arkasında doğrudan ABD vardır. Bunun AKP ile paralelliği var ama özdeşliği yok. AKP olsa da olmasa da bu süreç devam edecektir.
Fethullah Gülen’in İslam şeyhülislamı olarak hazırlandığı 20 yıl önce söyleniyordu. Ama bu sürecin olgunlaşmasının belli bir noktasında AKP bu ilişkilere dayanarak birdenbire palazlanıp bu noktaya gelebildi. Yani emperyalizmin ihtiyaçlarıyla kendi siyasal tabanının beklentileri arasında konsensüs sağladığı oranda AKP bu noktaya gelebildi. Kuruluş sürecinde Tayyip Erdoğan il il, ilçe ilçe dolaşırken gittiği kesimlerin başında dini önderler ve ticaret burjuvazisinin temsilcileri geliyordu. Adım adım o yereldeki bağlantıyı kurarken ticaret burjuvazisinin beklentileriyle tarikatların beklentilerini birleştirdi ve bu sonucu siyasal iktidara taşıdı. Daha önce yaptığımız değerlendirmelerde “AKP temsil ettiği sınıflarla en fazla özdeşleşebilen gerçek anlamda partidir” derken ve bu nedenle AKP’nin, ANAP’ın saman alevi gibi parlayıp sönen durumuna düşmeyeceğini söylerken bu verilere dayanıyorduk.
Fethullah Gülen’in 25-30 milyar dolarlık bir sermayeyi kontrol edebildiği söyleniyor. Bu miktar Koç ve Sabancı’nın toplam imkanlarıyla kıyaslanabilecek bir büyüklüktür. Bu açıdan da düşünüldüğünde yasayı, devletin egemenlik alanlarını daraltıp vakıfların ekonomik ve siyasi hareket alanlarını genişleterek ABD’nin ılımlı İslam modeliyle de bütünleşen, dolayısıyla genelde emperyalizmin özelde ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir düzenleme olarak görmek gerekiyor.
Meclisin yeni çalışma döneminde AB uyum yasaları adı altında önüne koyduğu program 131 yasa değişikliğini içeriyor. Bu program incelendiğinde emperyalizmin ülke kaynaklarını talan etmek için ihtiyaç duyduğu hemen her düzenlemenin bu kapsama alındığı görülecektir. Başbakan’ın “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” dediği, Maliye Bakanı’nın “Özelleştirmede satıyorsun, satıyorsun bitmiyor. Bu kadar komünist bir ülkeymişiz. Komünizmin ağdalısıymışız. Ulaştırma, çimento, kağıt, şeker, her şey devlete ait. Bir berber dükkanları kalmış özel teşebbüsün elinde. Özelleştirmelere devam edeceğiz” değerlendirmesini yaptığı AKP hükümeti ülkede satılmadık tek bir değer bırakmamaya ant içmiş gibi hareket ediyor. Şimdi de su şebekesi, kanalizasyon altyapısı, sağlık, savunma, radyo-televizyon yayıncılığı, doğalgaz piyasası, kömür ve diğer maden işletmeciliği, hava ve deniz ulaşımı gibi pek çok alanda özelleştirme AB uyum yasaları kapsamına alınmış durumda. Bu çalışmada incelediğimiz iki yasa gibi pek çok yasa meclisten geçirilmek için sırada bekliyor. En antidemokratik yasaların dahi tepkisiz bir şekilde geçmesinde yasalara dair bilgi eksikliğinin yanında kitlelerin örgütsüz ve özgüvensiz olmasının da rolü vardır. Bu nedenle bugün tüm devrimci yapılar için gerçeklerin devrimci bir perspektifle açıklanması ve emekçi halkların sorunlarına çözüm getiren önermeler eşliğinde örgütlülüğün geliştirilmesi ertelenemez bir görevdir.
31 Ağustos 2008
DEVRİMCİ HAREKET