Daha önce de çeşitli bağlamlarda söylediğimiz gibi artık dünyada hemen hiçbir gelişme, sömürgelerin yeniden sömürgeleştirilmesini de içeren hegemonya ve paylaşım savaşından bağımsız düşünülemez. Küba Devlet Başkanı Raul Castro’nun, Venezüella’yla dayanışma amacıyla yayınladığı mesajda geçen “Önümüzdeki günlerde şiddetli kavgaların, uluslararası ölçekte saldırıların, ablukaların, yoklukların yaşanacağı açık” biçimindeki ifadesi de sürecin sözünü ettiğimiz niteliğine işaret etmektedir.
Bu arada kimileri tarafından, sermaye güçleri sanki dünya ölçeğinde tek kale (rakipsiz) oynuyormuş gibi gözlemler ve değerlendirmeler yapılıyor ise de G-20 zirvesinde Hamburg’a veya Adalet Yürüyüşü’nde Maltepe’ye baktığımızda, sermayenin karşısında emek eksenli olarak çeşitlenip boyutlanan öfke ve enerjiyi yani alttan alta büyüyen bir karşı dalgayı görürüz.
Venezüella, bugün dünyanın en sıcak, en çok sözü edilen ve hatta Trump’ın “askeri seçenek masada” diyerek tehdit ettiği ülkelerinden biri. Geçtiğimiz günlerde yapılan Kurucu Meclis seçimleri ve peşinden gerçekleşen darbe girişimi, Venezüella’da Chavez’in ilk iktidarından bugüne yaşanan 19 yıllık süreci ve bugün gelinen aşamayı bir kez daha tartışma konusu olarak öne çıkardı.
Yapılan değerlendirmelerin önemli bir kısmında ortaklaşmış bir jargon olarak “Bolivarcı devrim”, “Bolivarcı Hükümet”, Bolivarcı burjuvazi”, “21. Yüzyıl Sosyalizmi” gibi kavramlara rastlanıyor. Amacımız kavram tartışması yapmak değil ama gerçekçi olmak gerekirse bu kavramlar, Venezülla’da olup bitenleri açıklamaya değil daha da anlaşılmaz kılmaya sebep oluyor.
Bolivarcı devrim olur mu?
Genel anlamıyla söylersek devrim, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişmenin, diğer bir ifadeyle emek-sermaye çelişmesinin çözüm platformudur. Yani bir ülkede üretim ilişkileri, dolayısıyla da üretici güçler önündeki engel aynı kalıyor, değişmiyorsa orada bir devrimden bahsedilemez.
“Bolivarcı devrim”e gelince, öncelikle tanıma kaynaklık eden Simon Bolivar’ın kim olduğuna bakmak gerekiyor. Bolivar, 1800’lü yıllarda sömürgeciliğe, açık işgale karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelesinin önderidir. Burada amaç, emek-sermaye çelişmesini çözmek değil, sömürgecilerden/işgalcilerden kurtulmaktır. Bu, bir yerde ve yoğunlukla İspanyollardır, başka bir yerde Portekizliler veya İngilizlerdir. Ve belli bir evreden sonra tüm işbirlikçi iktidarların kafasına bir şapka gibi geçen Amerika’dır. Onlara karşı verilen bir bağımsızlık mücadelesi vardır. Bu mücadelenin ulusal yanı ağır basar. Ve kıta ölçeğinde ulusal kahraman kabul edilen Bolivar’la özdeşleşir, onunla anılır. Her ulus, kendisini Bolivar’da bulur; kendisini Bolivarcı olarak ifade eder. İşgalciye karşı mücadele eksenli olarak ulusal temelde verilen bu mücadeleyi, sınıfsal çelişmenin çözümünün bir aracı olan devrimle karıştırmamak, oradan bugüne izdüşümlerle, taşıma kavramlarla tanımlama yapmamak gerekiyor.
Programatik ön kabullerle ilişkilendirerek söylersek, o bir bağımsızlık mücadelesiydi. Kapitalizmin tekelci aşamaya geçmediği koşullarda parçalı mücadele vermek, açık işgalden böyle sadece bağımsızlık mücadelesi verilerek kurtulmak mümkün. Ama 20. yüzyılda mücadele giderek iç içe geçiyor; hem antiemperyalist hem de antioligarşik nitelikler kazanıyor; eksik kalmış olan demokratik dönüşümler, proleter devrimin gündemine giriyor.
Aradan yaklaşık 200 yıllık bir süre geçmişken ve söz konusu ülkelerin yanı başında yaşanmış, bir devrimden ne anlaşılması gerektiğini somut olarak göstermiş olan Küba’nın öğretici pratiğine rağmen bugün hâlâ Bolivarcı devrimden söz etmek, bir iktidarın popülerliğine yaslanarak (doğrudan niyet bu olmasa da) sınıfsal devrimin yerine ulusal temeldeki mücadeleyi öne çıkarmaktır; gerçek anlamda bir devrimden vazgeçmektir. Dolayısıyla da programatik olarak bağımsızlığı da yanlış tartışmaktır. Çünkü bugün artık bağımsızlık ancak sınıf mücadelesiyle sağlanabilir; antiemperyalist, antioligarşik devrimle mümkündür; bir iç içe geçme söz konusudur. Bu, 20. yüzyılda da böyleydi; 21. yüzyılda bugün sınıf ilişki ve çelişkileri daha da kökleşmiş durumdadır. Kısacası “Bolivarcı devrim” kavramsal olarak yanlıştır, fiilen de mümkün değildir. Bu çerçevede yaklaşıldığında “Bolivarcı burjuvazi” veya “Bolivarcı hükümet” tanımlarının da anlamsızlığı/yanlışlığı görülür.
Özetle, görüldüğü gibi Bolivarcılık kavramı, tarihsel kökene bağlı doğru kullanımından koparılarak, olur-olmaz yerlerde/bağlamlarda kullanılıyor. Hâlbuki olsa olsa sömürgeciliğe karşı mücadeleden emperyalizme karşı mücadeleye geçişten, aradaki deneyim aktarımından, moral/onursal vb. ilişkiden söz edilebilir. Ama bu, Bolivarcılık değildir. Hele ki devrim ve sosyalizm çok daha başka olgulardır.
Chavez, şapkadan çıkan bir tavşan değildir
Chavez’i şapkadan çıkmış tavşan gibi geçmişi olmayan bir kişi/olgu olarak göremeyiz. Burada, Latin Amerika’nın hemen her bölgesinde geçerli olan ve hatta kıtayı diğer yeni sömürge ülkelerden farklı kılan, sömürgecilikten bugüne uzanan kesintisiz mücadele gerçekliği yatıyor.
Chavez’in 1998’deki başarısı, ülkenin gidişatından çeşitli nedenlerle memnun olmayan kesimleri, sınıfsal değil popülist bir söylem etrafında bir araya getirip bu duruşu oya tahvil edebilmiş olmasıdır. Ancak bu başarıyı sağlayan, içinde yirmiden fazla siyasi partinin, toplumsal hareketlerin, önceki rejimle sorunlar yaşayan kimi sağcı ve burjuva kesimlerin yer aldığı ittifak, aynı zamanda Chavez’in popülist adımlarının önündeki içsel engellerden biriydi.
2002’de doğrudan ABD ve Venezüella oligarşisi tarafından gerçekleştirilen darbe, bu türden iktidarlar karşısında beklenen ama sonuçları itibariyle ezber bozan (Şili’de Allende’nin akıbetinden farklı) nitelikteydi. Ancak devamında atılan ve kimileri radikal nitelik de taşıyan (kamulaştırma vb) adımlar hiçbir zaman bir devrim momentinin oluşmasını beraberinde getirmemiş, olsa olsa, yer yer ve dar bağlamlarda (hatta salt biçimsel anlamda) “ikili iktidar” görüntüsü vermiştir.
Chavez’in bu konudaki açıklamasına/ilanına bakılarak kimi sol/devrimci yapıların “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nden söz etmeye başlaması, hatta temel teorik tezlerini bu bağlam içinde değiştirmeye kalkması ise, yaratıcılığa varması gereken üretkenlikleri ile bilinen sol/devrimciler adına üzüntü vericidir.
Venezüella’da olup biteni, oradaki emperyalist müdahaleye karşı yaşanan direnci önemsemek, taraf olurken sınıfsal ölçekleri ve bu konuda genel doğruları gözetmek (Suriye’de, Irak’ta olduğu gibi) ile Chavez’le ifadesini bulan duruşu bir devrim olarak görüp savunmak aynı şey değildir.
Bugün çeşitli sol yapıların düştüğü yanılgı budur; devrimle gelmemiş olan bir iktidardan bir devrim hükümeti gibi davranması isteniyor/bekleniyor; Venezülla’ya dair yapılan değerlendirmelerin önemli bir kısmının handikaplarının başında bu gerçeklik geliyor. 19 yıl boyunca üretim ilişkilerinin, sınıf ilişki ve çelişmelerinin değişmediği Venezüella’da maddi bir gerçekliğe dönüşmeyen “devrim”, “emperyalizm ve iç düşmanlar” söylemi üzerinden patinaj yapar bir noktaya geldi; bir çeşit “metal yorgunluğu” veya kendini tekrar etme hali oluştu.
2002-2003 eşiği ve “21. Yüzyıl Sosyalizmi”
2002’de Chavez’e karşı yapılan darbe girişiminin, kitlelerin Başkanlık Sarayı’nı kuşatması ve ordunun geri kalanının darbe hükümetine karşı savaşacağını açıklamasıyla püskürtülmüş olması; benzer şekilde, 2003’te petrol sektörünü elinde tutan sermayedarlar ile bürokratların gerçekleştirdiği lokavtın petrol işçilerinin müdahalesi ve üretimi yeniden başlatması ile aşılmış olması, Venezüella’nın özgünlüğünü göstermenin yanında aynı zamanda 2003-2007’deki başarı ivmesini anlamayı kolaylaştırıyor.
Darbe girişimi ve lokavtın püskürtülmesi sonrasında gerçekleştirdiği tasfiyeler, Chavez’in elini güçlendirdi ve 2007’ye kadar uzanan sürece maddi/psikolojik zemin oluşturdu. Bu süreçte eğitim ve sağlık alanında önemli reformlar yapıldı; ABD’ye karşı Güney Amerika ülkeleriyle ittifak yönünde adımlar atıldı; Küba’yla ambargoyu boşa çıkaracak ilişkiler kuruldu. Aynı zamanda çeşitli fabrikalar kamulaştırıldı, kimi yabancı tekeller ülkeden kovulurken kimlerine de yüksek vergi oranları uygulandı ve petrolden elde edilen gelirin bir kısmı sosyal yardım ağını geliştirmeye ayrıldı. Güvenlik bağlamında da ordu ve poliste çeşitli tasfiyeler gerçekleştirildi.
İşte tüm bu gelişmelerin üzerine, 2005 yılında Hugo Chavez, hedefledikleri rejimin “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olduğunu açıkladı. Ve 2007 yılında solun büyük çoğunluğunu aynı çatı altında buluşturma hedefiyle Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi, Chavez’in başkanlığında kuruldu. Ancak olumlu bir görünüm arz eden bu tabloya rağmen özellikle 2008 krizi, petrol fiyatlarının düşmesi ve 2013’te Chavez’in hayatını kaybetmesi de dahil olmak üzere, ucunda 2015 seçim yenilgisi olacak şekilde sürecin bir gerilemeye girmesi önlenemedi. Petrol fiyatlarına bağlı olarak imkânları azalan hükümet, yoksul mahallelere dönük sosyal yardımları uygulamakta zorlanmaya başladı. Bu süreç, aynı zamanda kıtadaki sol popülist hükümetlerin bir kısmının ya seçimleri kaybettiği ya da neoliberal programlar uygulayarak konumlarını korudukları bir konjonktür eşliğinde gerçekleşti.
19 yılın sonunda bugün Venezüella’ya bakıldığında, ekonominin petrole bağımlı olmaktan kurtulamadığı, işçi yönetimine geçildiği söylenen fabrikalarda bir işçi denetiminden çok devletin bürokratlarının kararlarına bağımlı işleyişin hâkim olduğu ve dolayısıyla da üretim ilişkilerinin ve özel mülkiyetin başka ellerde yeniden üretildiği bir tablonun ortaya çıktığı görülür.
21. Yüzyıl Sosyalizmi yerine nasıl bir adlandırma yapılması gerektiğine gelince, daha önce de bir başka değerlendirmede dikkat çektiğimiz gibi bunu, söz konusu kavramlaştırmanın üreticisi Heinz Dietrich zaten yapıyor. “21. yüzyıl sosyalizmi kavramını tasarladım, ortaya koydum, Dünya Sosyal Formu’nda da Chavez dile getirdi.” diyen Dietrich, Chavez Venezüella’sını“İskandinav devletlerinin denetimindeki sosyal demokrasinin öne çıktığı bir model” olarak tanımlıyor.
Latin Amerika’nın özgünlüğü
Latin Amerika’nın dünyanın öteki ülkelerinden çok farklı olan bir özelliği var. Daha başlangıcından itibaren sömürgeciler bölgeye kapitalizmi getirmiş, elinde sopası olan tekelci bir burjuvazi, diğer kıtalara oranla çok daha erken yaratılmıştır. Kıtada toprak mülkiyetinin de neredeyse tamamı tekel niteliğindeki burjuvalara aittir. Bu durum, toprağın tek elde toplanmış mülkiyeti, örgütsüz/güçsüz haldeki toprak sahiplerinin olduğu ülkelerden veya feodal toplum koşullarından farklı olarak toprak reformunu da güçleştiriyor, bir devrim sorunu haline getiriyor.
Bugün Venezüella’da toprak reformu yapabilmek, emperyalizmle başa baş, dişe diş savaşmaktan geçiyor. Venezüella’da benzer şekilde endüstrideki kontrol de daha başlangıçtan itibaren alabildiğine tekelcidir; ekonominin büyük bir kısmına hâkim olan yapılardadır. Önemli ekonomik sektörlerin tamamı yabancı tekellerin elindedir. Halk kesiminden insanlar, küçük işletmelere veya küçük arazilere sahiptir. Chavez’in yapabildikleri/yapamadıkları bir de bu açıdan değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak, bir ülkede var olan sınıfsal ilişki ve çelişmeler kavranmadan, bu ilişki ve çelişmelerin süreçte alabileceği muhtemel biçimler değerlendirilmeden, buna uygun strateji ve taktikler eşliğinde bir mücadele süreci yaşanmadan, salt konjonktürel dengelere dayanarak iktidar olunsa bile, bunun kalıcı olması ve sürecin devrimsel sonuçlar doğurması mümkün değildir. Dolayısıyla güçlü bir ideolojik önderlikten yoksun, çeşitli dengeleri gözeterek günü kurtaran Chavez yönetiminin (ve devamının) bugün yaşadığı sıkışma hali, çıkışsızlık veya tekrarlar bir tesadüf değildir. Ve sanıldığının aksine, sosyalizmin itibarını sarsan değil, bu şekilde sosyalizmin olamayacağını gösteren bir işlev görmektedir.