Emperyalist-kapitalist sistemin krizi her geçen gün daha da derinleşiyor. Ve bu süreç aynı zamanda krizi aşmak için elindeki tüm imkanları kullanan egemenlerin, pervasızlığının giderek artmasına neden oluyor. Dolayısıyla krizle yüz yüze gelen egemenler, kendi çıkarları için emekçilerin uzun yıllar mücadele ederek kazandığı hakları tek tek yok etmeye çalışıyor.
Taşeronlaştırmadan, güvencesiz çalıştırmaya, uzun süreli çalışma saatlerinden, emeklilik yaşının yükseltilmesine kadar alınan her karar bunun en somut ifadesidir.
Geçtiğimiz günlerde sendikal hak ve özgürlüklere yeni barajlar ve yasaklar getiren yasanın meclis tarafından onaylanması da yaşanan sürecin boyutunu yeterince gözler önüne sermektedir. Mecliste görüşmeleri tamamlanan yasa bundan sonra Cumhurbaşkanı’nın onayına çıkacak ve Cumhurbaşkanı onayıyla Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girecektir.
Peki AKP’nin sık sık demokrasi havarisi gibi dillendirdiği ve sendikasız işçi kalmayacak söylemleriyle allayıp pulladığı yeni sendikalar yasası nedir?
YENİ SENDİKALAR YASASI NE GETİRİYOR?
Hatırlanacağı gibi torba yasa önümüzdeki süreçte işçi sınıfı ve emekçilere karşı saldırıların en kapsamlısı olarak adlandırılmaktaydı. Yine hatırlanacağı gibi torba yasada yer alan bölgesel asgari ücret uygulamasıyla aslında egemenler ülkenin tam anlamıyla bir ucuz üretim üssü haline getirilmesini amaçlıyor demiştik. Ve doğaldır ki yeni sendikalar yasası da bunun devamı
ve bağdaşığıdır. Zira egemenler adına bu süreci örmenin en temel koşulu emekçileri/işçi sınıfını örgütsüzlüğe itmek, dolayısıyla oluşacak tepkileri minimize etmektir.
Bugün patronların taleplerine paralel olarak yasalaşan tasarıda, sendikalaşma ve örgütlenme yetkisinin Bakanlık tarafından verilmesinin olağan hale getirilmeye çalışılması, aynı zamanda emek cephesinin dağıtılmaya çalışılması anlamına gelmektedir. Bu en basit anlamıyla sendikaların/emek örgütlülüklerinin yetki alanlarının sadece bakanlığa ait olmasıdır. Zira yasayla birlikte sendikalar adeta hükümetin insafına bırakılmakta, işçi sınıfına, aylara varan ve sadece bakanlığın belirlediği şartlarda sürdürülmesi planlanan zorunlu bir toplu sözleşme süreci dayatılmaktadır. Baraj hesaplaması ve barajın oranı da bu yasayla birlikte sadece bakanlığın yetkisine verilmektedir. Bu ise bakanlığın/egemenlerin, koşulları kendi istatistikleri ile belirlemesine ve manipülasyona dayalı oranlarla belirlemesine zemin hazırlamaktadır. Böylelikle bakanlık her an sendikaları işlevsiz kılma yetkisini de elinde bulundurmakta, hatta yasanın bu maddesiyle birlikte tüm yetkiyi bakanlığa devretmekle birlikte sendikal anlayışın tamamıyla devlet güdümüne girmesini sağlamaktadır.
Amacı örgütsüz bir işçi sınıfı yaratmak olan yasanın en önemli maddesi ise sendikaların yetki alanına dönük olan baraj vurgusudur. Yeni yasayla birlikte sendikaların yetki barajı yüzde 10’dan yüzde 1’e ve bazı alanlarda ve uygulamalarla yüzde 3’e düşmüş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Ve süreç emekçiler için olumlu bir adım olarak kamuoyuna sunulmaktadır. Bu durum AKP tarafından “sendikasız kimse kalmayacak” sloganlarıyla toplumda bir yanılgı yaratmak amacıyla uzun süredir zaten dillendiriliyordu. Hatta referandum döneminde dahi AKP’nin en sık kullandığı argümanlardan biri de buydu. Ancak yasa kapsamlı bir şekilde incelendiğinde barajın düşürülmesinin yanında alınan kararların, bırakalım sendikasız işçi bırakılmayacağını, varolan örgütlü/sendikalı işçi sayısının dahi düşmesini yaratacak bir şekilde biçimlendirileceğini gösteriyor. Zira sektörlerin birleştirilerek işkolu sayısının düşürülmesi şeklinde planlanan süreç, yüzde 1’lik barajın dahi örgütlenme anlamında yüksek bir rakama dönüşmesine neden olmaktadır.
Söz konusu yasa sektörler birleştirilerek, halihazırda 28 sektör sayısının 21’e indirilmesini öngörüyor. Dolayısıyla sektörlerin birleştirilmesi hamlesi, işkollarındaki işçi sayısı oranının muazzam derecede artmasına neden olmaktadır. Sonuç itibariyle de bu durum yeni
düzenlemeye göre birçok işkolunda yetki kaybını gündeme getirmektedir. Öyle ki; Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2009 verilerine göre iş kollarında çalışan işçi sayısı 5 milyon olarak ifade edilmektedir. Bugün ise iş kollarında çalışan işçi sayısının 12 milyon civarında olduğu biliniyor. Bu durum işkollarının birleşmesiyle birlikte her işkolunda işçi sayısının artmasına neden olmaktadır ve bu durumda yüzde 1’lik bir baraj dahi, işkollarında örgütlenecek sendikalar için önemli bir rakam durumuna dönüşmektedir. Doğal olarak kâğıt üzerinde işçi sınıfı ve sendikalar için olumlu görülen bu durum adeta bir yıkıma dönüşecektir.
Bugün sendikaların örgütlülüğü resmi verilere göre 11 milyondan fazla olan işçilerin yüzde 8’ine düşmüş ve bunlardan sadece 580 bini toplu sözleşme hakkından yararlanabilmektedir. Bilindiği üzere 2009 yılından bu yana resmi anlamda hiçbir sendikal istatistik yayımlanmamaktadır. Ve toplu sözleşmeler halen 2009’un resmi kayıtlarına göre ele alınmakta ve emekçilere yine toplu iş sözleşmelerinde devletin çizdiği sınırlar içinde hareket etme dayatılmaktadır. Yeni SGK kayıtları esas alındığında ise, %10’luk işkolu barajını aşabilecek sendikanın kalmayacağı herkes tarafından bilinmektedir.
Devletin yıllardır kendi lehine sürdürülecek bir sendikal anlayışı kitlelere dayattığına zaten tanığız. Hak-İş’ten Türk-İş ve Kamu Sen’e kadar yaratılan birçok pratik birebir bunun örneğidir. Ve devlet yıllardır devlet sendikacılığını işçi sınıfına dayatarak resmi bir sendikal anlayış geliştirmiştir. Ancak çıkarılan son yasayla birlikte bırakalım muhalif sendikaları, devlet güdümlü sendikaların dahi barajın altında kalacağı ve birçok alanda yetki kaybına uğrayacağı görülmektedir. Bunun temel nedeni ise devlet güdümlü sendikal anlayışın da aynı zamanda iflas etmiş olmasıdır. Zira Türk-İş içeri-sinde yaşanan çalkantılar ve zeminin muhalif bir anlayışa evrilmesi, yıkım süreçlerini sarı sendikalarla inşa etmeye çalışan egemenlerin planlarının değişmesine de neden olmuştur. Bu nedenle önümüzdeki süreçte sendikalar üzerinde yaşanabilecek olumlu bir gelişmeye tahammül edemeyen egemenler, yasayla birlikte kendi sendikalarının dahi üstüne çizgi çizme eğilimine girmiştir. Bu durum aynı zamanda neo-liberal sendikal anlayışın da tıkandığı bir süreçtir.
Çeşitli verilere göre yeni yasayla birlikte yüzde 1 barajına takılan birçok sendikaya bağlı yaklaşık 50 bin işçinin toplu sözleşme hakkı ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda bir diğer olgu ise yasanın kamu çalışanları içerisinde yaratacağı kaosun boyutudur. Yasada yüzde 1’lik baraj kararı sadece Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’e tanınmaktadır. Bunun dışında kamu alanında çalışan ve diğer birçok alanda faaliyet yürüten sendikalar içinse baraj yüzde 3 olarak belirtilmektedir. Yüzde 3’lük baraj ise söz konusu işletmelerde (ticaret, büro, eğitim, sağlık, ulaştırma, turizm, inşaat, basın, liman, ardiye ve depoculuk işkolları) çalışan işçiler için toplu sözleşme yetkisine sahip sendika kalmayacağı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu işkollarına kayıtlı işçilerin yüzde 57’si, yani 6 milyon 297 bin işçi için fiili olarak toplu sözleşme yasağı anlamına gelmektedir.
Baraj konusu sadece bunlarla da sınırlı değil. Bilindiği gibi sendikaların yetki alması anlamında 4’lü bir baraj sistemi uygulanmaktadır. Ve baraj sadece yüzde 1’lik bir rakamla belirlenmemektedir.
Her ne kadar barajı düşürdük söylemleriyle işkolu baraj oranını örnek göstererek kitleleri yanıltmaya çalışsa da yeni yasa da yer alan “işyeri barajı” başlıklı madde işyerlerinde örgütlenmenin zorluğunu ortaya çıkarmaya yetmektedir. Zira bu madde ile birlikte daha önce de uygulanan, işyerinde örgütlü olma oranı aynen korunurken işletmelerde çalışan işçilerin ise yüzde 40+1’inin örgütlü olması dayatılmaktadır.
Bunun yanında yasadaki uygulamanın dikkat çeken bir başka yönü de Toplu İş Sözleşmeleri’nin patronların itirazlarına açık hale getirilmesidir. Buna göre toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen
işçi sendikasının, bakanlığa başvurarak yetkili olduğunun tespitini istemesi gerekiyor. Bu bağlamda işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren ise bakanlığa başvurarak yetkili işçi sendikasının tespitini isteyebilecek ve yasalaşan bu madde ile sendikaların yetki müracaatına patronlarca yapılacak itirazlara olanak sağlanacaktır.
Egemenlerin manipülasyon yöntemlerinden biri de kendi kurguladığı senaryolara (ki bunu toplumun çıkarı için yaptığını ifade ediyor) emekçileri dahil etmeye çalışmasıdır. Kurgulanan bu senaryolardan biri de Ekonomik Sosyal Konsey’dir. İşlevi tamamıyla iktidar ve parababalarının geleceğini garanti altına almak olan bu konsey, bilindiği üzere işçi, işveren ve iktidar üçlüsü olarak tanımlanmaktadır. Ancak gerçekte bu konsey tamamıyla egemenlerin demokrasi kandırmacasından ibarettir. Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz dönemlerde konsey toplantılarına davet edilen DİSK bu konseyin anti-demokratik bir organ olduğunu belirterek katılımcısı olmamıştı. Yasada belirtilen baraj uygulamalarından biri de ekonomik ve sosyal konsey dışında kalan sendikalara 6 yıl boyunca yüzde 3’lük bir baraj uygulanmasınn söz konusu olmasıdır. Bu ise aynı zamanda yandaş/işbirlikçi bir sendikal anlayışı dayatmak anlamına gelmektedir. Aynı zamanda ESK’nın almış olduğu kararlara, emek örgütlerini katarak onları meşru göstermenin bir başka versiyonudur.
Yine ESK ve konfederasyonlar dışında kalan bağımsız sendikaları ilgilendiren bu baraj, söz konusu sendikaların yine yüzde 3 barajına takılmasını öngörmektedir.
Yasa 12 Eylül’ün yasakçı ruhunu koruyarak grev yasakları uygulamasını sürdürmektedir. Siyasi grevler, dayanışma grevleri referandum sonrası anayasal dayanak kazansa da yeni yasa eskisinde olduğu gibi, grevi sadece toplu sözleşme ile sınırlamaktadır. Buna göre, işçiler ancak
toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamadığı durumda greve gidebilecek. Ayrıca, Bakanlar Kurulu’nun grev erteleme yetkisi yeni yasada da korunmaktadır.
2010 yılında yapılan Anayasa referandumuyla sendikaların genel, siyasi ve dayanışma grevi yapma yasağını kaldırdığını iddia eden AKP iktidarı, 6356 sayılı yeni yasayla grev hakkını engelleyen hükümleri genişleterek yasakları sürdürmektedir.
Buna bağlı olarak yeni yasada genel, siyasi ve dayanışma grevleri yasak olarak özellikle tanımlanmamakla birlikte, yasal grev tanımı, salt menfaat uyuşmazlıklarına göre yapıldığından ve belirli bir prose-düre bağlandığından, bu koşullara uyulmadan yapılan her grev yasa dışı kabul edilecektir.
Yeni yasanın 58. maddesine göre, “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması hâlinde, işçilerin ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını korumak veya geliştirmek amacıyla, bu Kanun hükümlerine uygun olarak yapılan greve kanuni grev” biçiminde ifade edilmiştir. “Kanuni grev için aranan şartlar gerçekleşmeden yapılan grev kanun dışıdır” ifadesine yer verilmiştir.
Diğer taraftan yeni yasa “toplum sağlığı ve milli güvenlik” gerekçesiyle hükümete grev erteleme yetkisi tanıdığı gibi, halen var olan “grev ertelemesi” kararına yargı itirazı hakkını da ortadan kaldırmıştır. 12 Eylül ürünü olan 2821 sayılı yasada “Bakanlar Kurulu’nun erteleme kararları aleyhine Danıştay’da iptal davası açılabilir ve yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi istenebilir” hükmü yer alırken, yeni yasada bu düzenlemeye yer verilmemiştir.
Eski 2822 sayılı yasaya göre, alınmış bir grev kararı genel sağlık veya güvenlik gibi nedenlerle Bakanlar Kurulu Kararı ile ertelenebiliyor ve ertelenme sonucu taraflar anlaşamamışlarsa veya özel hakeme gitmemişlerse uyuşmazlık, Yüksek Hakem Kurulu’na gitmekte, Kurul da, taraflar adına toplu iş sözleşmesini bağlamaktaydı.
Bir diğer konu ise yasa tarafından küçük ölçekli işletmelerde sendikal faaliyet anlamında her şeyi tırpanlayacak bir maddenin yer almasıdır. Bu anlamıyla yasa, küçük ölçekli işletmelerde “sendikal nedenlerle işten atılma”da “sendikal tazminatı” ortadan kaldırmakla, 30 kişiyi geçen işletmelerde sendikal örgütlenmeyi işten atılma gerekçesi haline getirmektedir. Ayrıca bu uygulamaya maruz kalan işçinin itiraz hakkı da yasayla birlikte işveren lehine düzenlenmiştir.
EGEMENLERİN BU YASAYLA AMAÇLADIKLARI; İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLÜLÜĞÜNÜ DAĞITMAK VE GÜVENCESİZ BİR ÇALIŞMA YAŞAMI ÖRMEKTİR
Sendikalar yasasının işçi sınıfının aleyhine gelişmesine/değişmesine ilk defa tanık değiliz. 12 Eylül faşist cuntası ile birlikte alınan kararlardan biri de işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak anlamına gelen bir yasa hazırlamak olmuştu. 12 Eylül öncesinde gelişen işçi sınıfı hareketi, kendi lehine birçok hakkı burjuvaziden kopararak almış ve bu anlamda çok önemli adımlar atmıştı. Bilindiği gibi 70’lerin yükselen işçi sınıfı hareketinden korkan egemenler kendilerine engel olabileceği kaygısıyla 2821 sayılı yasayla birlikte işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmış ve adeta alacağı tüm kararlar doğrultusunda tepki verecek tüm muhalif kesimleri baskı altına almıştı. Emperyalist tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanan 24 Ocak Kararları’nın uygulanması ise böylesi bir müdahaleyi egemenler için zorunlu kılmaktaydı. Sağ-sol çatışması bahanesiyle ve kendi provokasyonlarıyla cuntaya zemin hazırlayanların esas niyeti bu minvalde şekillenmekteydi. Bugün de durumun çok değişmediği ortadadır. Dahası bugün uygulanan her yıkım yasası 24 Ocak Kararları’nın devamıdır demek abartılı olmayacaktır. Evet; bugün çıkarılan yeni yasayla birlikte amaçlanan, yine 12 Eylül benzeri bir süreç olan emperyalist denklemler içerisinde bir zemin yaratmaktır. Ve salt sendikalar yasası olarak okunmaması gereken bu durum önümüzdeki yıkım sürecinin de hamlelerinden sadece biridir. Ne 2B, ne Genel Sağlık Sigortası Yasası ne de işbirlikçilik bağlamında ortaya konan savaş çığırtkanlıkları bundan bağımsız değildir. Ve son tahlilde yıkım yasalarının emperyalist/kapitalist sistemin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir.
Kapitalizmin bağrında taşıdığı kriz öğeleri, tekellerin olanca hızıyla gelişmesiyle birlikte kriz dinamiğini de geliştirmiştir. Ve bu sonuç sistemin yapısal özelliğidir. Yeni pazar ihtiyaçları, hammadde ihtiyaçları, eksik tüketim riski, ucuz işgücü ihtiyacı vb egemenlerin her zaman ajandasında bulunan gündemlerdir. Ülkemizde hayata geçirilmeye çalışılan IMF reçeteleri vb. uygulamalar bu ihtiyaçtan bağımsız düşünülemez.
Son tahlilde yasanın esas amacının, egemenlerin çıkarları çerçevesinde bir zemin hazırlama niyeti olduğu görülüyor. Zira IMF’ye ve diğer emperyalist mali kuruluşlara verilen iyi niyet mektuplarının amacı da budur. Kendi krizlerini emekçilerin omuzlarına yıkmayı hedefleyen egemenler bu anlamda ellerinde bulundurduğu tüm kozları piyasaya sürecektir.
Bugün Türkiye egemenlerinin işçi sınıfına yönelik almış olduğu her karar esas itibariyle emperyalist-kapitalist sistemin çıkarları gereğidir. Ülkemizi ucuz üretim üssü haline getirmeye çalışan ve bu anlamda yaratılması düşünülen zemini dikensiz gül bahçesi halinde dizayn eden egemenlerin, tek kaygısı krizi aşabilmek olarak okunmalıdır.
Bilinir ki kriz dönemleri aynı zamanda sömürünün ve baskının vahşet boyutlarına ulaştığı dönemlerdir. Savaşların ve saldırganlıkların en üst seviyeye ulaştığı, demokratik hakların neredeyse kökünden tırpanlanmaya çalışıldığı ve faşizmin en koyu biçimlerinin yaratıldığı dönemlerdir.
Uzun bir süredir sendikalaşmanın önüne dikilen engeller nedeniyle ücretler hızla yoksulluk sınırının altına düşmüş ve güvenceli çalışma yaşamı, çıkartılan yeni saldırı yasalarıyla birlikte tarihe karışmıştır. Bugün AKP eliyle 12 Eylül faşizminin dahi cesaret edemediği kıdem tazminatını kaldırmaya dönük hamlelerin (her ne kadar rafa kaldırılmış izlenimi verilmeye çalışılsa da) gündeme gelmesi ve işsizlik tehdidiyle işçi sınıfının uygulanan her saldırıya adeta rıza göstermesi sağlanmaktadır.
Emeğe dönük saldırganlıklardan halkların kardeşliğini baltalayan türlü operasyonlara kadar düzenlenen her hamle aynı zamanda egemenlerin halk düşmanlığının göstergesidir. Bu nedenle, saldırılara karşı güçlü bir odak oluşturmak, yakıcı bir görev olarak önümüzde durmaktadır.