Evet, üzgünüz ama Gazze yok edilirken ve bir soykırım uygulanırken; konuşulması, üzerinde durulması ve gereğinin yerine getirilmesi gereken bir yığın mesele varken; bir kez daha faşist İsrail devletinin yani “katilin” hakları üzerinden bir tartışmaya sokulacağız.
“Bir kez daha” diyoruz çünkü 7 Ekim sonrasında deyim yerindeyse sol ne zaman Filistin için harekete geçip destekleyici değerlendirmelerde bulunduysa, “Yeni Yaşam” zemininden konuyu başka bağlamlara çekip tartıştıran yazılar yazıldı, değerlendirmeler yapıldı.
Açık söylemek gerekirse aşağıda ayrıntılı biçimde değineceğimiz yazının bütününü okuduğumuzda, karşılaştığımız içerik, yazarın muhatap alınmamasının daha doğru olacağını düşündürdü. Ancak daha önce de karşımıza “üzüntü verici içerik ve seviyelerde” çıkan bu konuları, gelişmelerden haberdar olmayan okurlarımızı doğru bilgilendirmek açısından ve özellikle genç arkadaşlarımız için eğitim işlevi görecek şekilde yanıtlamayı uygun gördük.
Arkadaşların Kürt sorunu bağlamlı bir mesele olduğunda devamında gelebilecek “ama, fakat” gibi açıklamaları sevmediklerini biliyoruz. Ancak deyim yerindeyse Gazze bağlamlı olarak ne zaman “katliam var, soykırım var, üzerimize düşeni yapma zamanı” dediysek, Yeni Yaşam’dan arkadaşlarımız “ama, fakat” diyerek konuyu farklı bağlamlara çeken yazılarla sürece müdahale ettiler.
Bu konuda eleştirimizi daha önce şu biçimde yapmıştık: “Yeni Yaşam Gazetesi’nde yazan Zafer Yörük, soruna dair netliğe ve desteğe en ihtiyaç duyulan dönemde yazdığı ‘Kemalizm/Siyonizm-Kürdistan/Filistin’ yazısıyla bilerek veya bilmeyerek, var olan kafa karışıklıklarını daha da derinleştiren bir işlev görüyor. Öyle ki (ve ne yazık ki) İsrail’in hastaneleri bombaladığı gün biz yoğunlaşan ve yoğunlaştırılan kafa karışıklığını bir nebze gidermek için, gündeme sokulan ve gerçekte ‘aciliyeti olmayan’ konuları tartışmak zorunda kalıyoruz.” (Devrimci Hareket/Filistin’i destekleyen devrimciler, Kürt halkını yalnız mı bıraktı?)
Eleştiri konusu yaptığımız yazının üstüne Veysi Sarısözen’in 22 Ekim’de Yeni Yaşam’da yer alan “Emperyalist savaşta haklı taraf olmaz” yazısı, bu toplam duruşun pek de kişisel veya tesadüf olmadığını gösterdi. Sarısözen ne demişti; “aklı ermeyenler iki kampa ayrılıyor: ‘Kahrolsun İsrail’ ve ‘Kahrolsun Hamas’ sloganları yükseliyor. Sonra tuhaf bir şey oluyor: Bu ‘kahrolsuncular’ tek bir koro haline geliyor: ‘Kahrolsun Kürtler.’ Sloganlar bir süre sonra ‘Yahudi pogromuna,’ ‘Kürt soykırımına’ ve ‘Müslüman avına’ dönüşecek.”
Sarısözen’e göre “kahrolsuncular” bir süre sonra “kahrolsun Kürtler” diyecek ve hatta işi “Yahudi pogromuna, Kürt soykırımına” kadar vardıracakmış. Bunları söyleyip de ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin İsrail eliyle yaptığı bu katliamlara karşı Filistin’in “haklı savaşı” tanımı yerine “emperyalist savaş” tanımı yapmak için insanın başka yerde durup farklı hesaplara sahip olması gerekiyor.
Meriç Gök’ün 13 Aralık günü Yeni Yaşam’da çıkan “Solun antisemitizmi” başlıklı yazısının ise daha da bozucu işlev ve içerikte olduğunu görüyoruz. Bu noktadan sonra “bu yazılar yazarını bağlar” denmesi ya da yazının kaldırılması yeterli ve ikna edici olmayacaktır.
Antisemitizm mi İsrailsevicilik mi?
Devrimcilerin, solun hatta en genel anlamda demokratik değerlere sahip her insanın antisemitik olmamak gerektiğini bildiği, o duruma düşmemek için özel çaba sarf ettiği bilinir. O halde geriye olsa olsa bu konuda düşülen hatalar ve eksikler kalıyor. Ne var ki kafalar öylesine karışık ve duruş/ölçekler öylesine sorunlu ki artık en temel değerler bile soğukkanlılıkla ve son derece kendinden emin bir edayla çiğnenebiliyor. Bakın Meriç Gök sadece sağın değil solun da antisemitik olduğunu nasıl tartışıyor. “Sözgelimi Fridays for future’un sözcüleri tarafından sağcı örgütlerden pek farkı olmayan bir retorikle İsrail karşıtlığı yapılmakta; İsrail’in sömürgeci, Hamas’ın ise özgürleştirici olduğu savunulmaktadır.”
Dikkat edin İsrail karşıtlığı yapılmakta, İsrail’in sömürgeci olduğu söylenmekteymiş. Yazıda sadece bilinç düzeyi düşük geniş halk kitlelerinin değil, sol-sosyalist hareketlerin de antisemitik davranabildiğini söyleyen Gök’ün bu işin “abc”sinden haberli insanların düşmeyeceği türden yanılgılara düşüyor.
Biz tam da alıntıladığımız cümledeki gibi “İsrail karşıtlığı” yapıyor, “İsrail’in sömürgeci” olduğunu savunuyoruz. Bu, antisemitizm değil emperyalizm ve işbirlikçisi faşist/siyonist İsrail karşıtlığıdır.
Uzun olmasına rağmen şu paragrafı olduğu gibi paylaşmanın tahammül edebilenler için öğretici olacağına inanıyoruz:
“Solun antisemit olması, netameli olduğu kadar tartışmalı da bir konudur; zira tahakküm, ayrımcılık ve ırkçılığı eleştirmek zaten solun temel değerleri sayıldığı için çoğunlukla solun antisemit olamayacağı düşünülür. Ancak tarihsel örnekler bir yana, İsrail silahlı güçlerinin Gazze’ye yönelik saldırıları sonucu binlerce sivilin yaşamını yitirmesi üzerine İsrail’in devlet olarak varlığının sadece köktendinci İslamcılar tarafından değil, anti-amerikan, antisiyonist argümanlarla takviye edilerek bazı sol çevrelerce de tartışılıp sorgulanabildiği görülüyor.”
Biz tam da yazarın atfettiği gibi “İsrail’in devlet olarak varlığının tartışılıp sorgulanabileceğini” düşünüyoruz. Nedeni basit; İsrail kukla bir devlettir, emperyalizmin vurucu gücü, ABD’nin itiraf ettiği gibi “savaş gemisi”dir. Bunun bu şekilde savunulmasını Gök antisemitizm zannediyorsa, kafasındaki tanımı bir daha gözden geçirmesini ya da niyetini açıkça yazmasını tavsiye ederiz.
Biz tam da Gök’ün sonraki paragraflarda yazdığı gibi “yoksul halk kitlelerinin ‘para babası’ veya ‘bezirgân’ Yahudi’ye yönelik nefret duygusunda ‘devrimci’ bir potansiyel olduğunu varsayıyoruz. Bu noktada Gök’e de “Hangi ulustan olursa olsun para babaları ve bezirganlarda potansiyel bir ilericilik veya müttefiklik mi görüyorsunuz?” sorusunu sormak gerekiyor.
Antisemitizmin kaynaklarına değinilirken Kavala’nın yaptığı gibi “kapitalizmin yarattığı ekonomik adaletsizliğin, ayrımcılık ve kısıtlamalardan dolayı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olamayıp, ticaret ve finansman alanlarında faaliyet göstermek zorunda kalan Yahudiler”in günah keçisi yapılmış olması”na dayandırılması tarihsel bir olgu olarak anlaşılabilir. Ancak İsrail’in kuruluş sürecinde ve sonrasında yaptıklarının, bu gerekçenin çokça önüne geçtiğini, İsrail devleti ve dünyaya yayılan gerek temsilcilerinin gerekse de Yahudi sermayedarların haklı bir öfkenin hedefi olduğunu söylemek çok daha doğru, daha sınıfsal ve bilimseldir. Tam da aynı sınıfsal nedenlerle İsrail halkına düşmanlık beslemenin savunulacak hiçbir yanı ve anlamı da yoktur. Ancak İsrail halkının, devletin bugüne dek yaptığı saldırı ve katliamlar karşısındaki duruşu, eksiklik/yetersizlik/edilgenlik bağlamında tartışılabilir. Bunun da antisemitizmle bir ilgisi yoktur, olmamalıdır.
Kişiselleştirilmiş kapitalizm mi patronun kişiselleştirilmesi mi?
Yazar, kapitalizmin kişiselleştirilmesinden bahsederken de temel önemde hatalar yaptıktan sonra “Bu tür yayınlarda ‘Yahudi sermayesi’ veya ‘borsa Yahudileri’ sıkça geçer; ‘Rotschild’ler Rockefeller’ler’ –bizde ‘Koçlar, Sabancılar’– yinelenip durur. Kapitalizm böyle kişiselleştirildiğinde, haliyle ona karşı mücadele (antikapitalizm) de, kapitalist toplumun nasıl aşılabileceğine dair çözümler de basit olur: Büyük toprak sahipleriyle birlikte kapitalistleri, yani ‘parazitleri’ ortadan kaldırmak, iktidara ‘Sosyalistleri/Komünistleri’ getirmek yeterlidir” diyor.
İnanıyoruz ki pek çok insan bu satırları şaşkınlık içinde okumuştur. Bizler eğitim amaçlı olarak, sınıfsal bakışı açmak ve kavratmak açısından iktidardan devlete ve sisteme kadar hiçbir şeyin kişiselleştirilmemesi gerektiğini, örneğin Netanyahu’nun yaptıklarının sadece kendi kişisel niteliği, tasarrufu olarak görülemeyeceğini, bunun Biden ve Erdoğan gibileri için de geçerli olduğunu dönem dönem anlatırız. Ancak örneğin bir holdingin, başındaki aile ile anılmasının “kişiselleştirme” ile hiçbir ilgisi yoktur. Elbette faşizmin gerçek/sınıfsal kaynağı olan bu kan emicilerin ismini yineleyip duracağız. Buradan yola çıkıp, meseleyi bazı kişilerin ortadan kaldırılması ve yerine bazı “sosyalistlerin/komünistlerin” getirilmesi olarak değerlendirmek ortada kötü bir niyet yoksa çocukça bir kavrayıştır. Bu, olsa olsa devrimciliğin ilkokulunda yapılan ilk eğitimlerde yer alan ve “o adamlar gidince yerine kimler gelecek?” biçiminde karşılaşılan türden bir sorudur. Üzerinde daha fazla durmak okuyucuya haksızlık olur.
Antisemitizm gerekçesiyle itibarsızlaştırma
Gök diyor ki “1967’den itibaren radikal sol-sosyalist hareketler tüm dünyada yelkenlerine antisemit rüzgârları da alır. Radikal solun ABD’den sonra yeni düşmanı İsrail olur. Böylece ‘Tefeci-bezirgân Yahudi’ düşman imajı artık “ABD emperyalizminin ileri karakolu” olarak kolektif Yahudi ile değiştirilmiştir.”
İlk cümleden başlarsak; “bazıları” demek yerine tüm radikal sol-sosyalist hareketlerin yelkenlerine antisemitizmi alması abartılı olmaktan öte, gerçek dışı bir tanımlamadır. Bu zorlama, ister istemez, semitizm hayranlığını çağrıştırıyor. Hatta “derdiniz nedir, neden bu konuda abartı ihtiyacı duyuyorsunuz?” sorusunu da akla getiriyor. Paragrafın devamında kullanılan “Radikal solun ABD’den sonra yeni düşmanı İsrail olur.” ifadesi de olsa olsa bir onur vesilesidir. Devrimciler için İsrail’e düşman olmak eleştirilecek değil savunulacak türden bir olgudur. Benzer şekilde “Böylece ‘Tefeci-bezirgân Yahudi’ düşman imajı artık ‘ABD emperyalizminin ileri karakolu’ olarak kolektif Yahudi ile değiştirilmiştir.” ifadesi neresinden alınırsa alınsın doğru ve gereklidir. Yani Tefeci-bezirgân Yahudi’ düşmanı olmak da gereklidir, ‘ABD emperyalizminin ileri karakolu’ tanımlaması da yerinde bir tanımlamadır. Bu durumda akla ister istemez, “siz ‘Tefeci-bezirgân Yahudi’ye karşı değil misiniz veya İsrail ABD’nin ileri karakolu değil midir?” sorusu geliyor. Artık dünya ve değerler adeta ters dönüyor demek de mümkün; vaktinde İsrail’e karşı olmamak yadırganırken, şimdi bu karşıtlık sorgulanıyor.
Dünya ölçeğinde İsrail’e karşı hemen her eylemi yazıya konu edip eleştirmeyi (antisemitizmle eşitlemeyi) görev edinmiş gibi görünen Gök, 5 Eylül 1972’de Filistinli gerillalar tarafından Münih Olimpiyatları sırasında olimpiyat köyünün basılarak İsrailli sporcuların rehin alınması ve güvenlik güçleriyle çıkan çatışmalarda beş gerilla, bir polis ve on bir İsrailli sporcunun ölmesi sonrasında, Ulrike Meinhof’un bu eylemi, “anti-emperyalist, anti-faşist ve enternasyonalist” bularak coşkuyla karşılamasını da eleştiri ve yargılama konusu yapmıştır.
Yazı bu türden başka örnekler de içeriyor. Elbette yıllar sonra kimi eylemleri çeşitli açılardan eleştirmek ve eksik bulmak mümkün ama yazının bütünü böyle bir yapıcılıktan çok, antisemitizme soldan malzeme arama kaygısına odaklanmış görünüyor.
1971’de Mahirlerin İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırma eylemi için “THKP-C’nin ‘öncü savaşçılar’ı tarafından, tutsak devrimcilerle takas etmek için kaçırılıp rehin alınacak kişi olarak İsrail başkonsolosunun seçilmiş olmasında da aynı denklemin işlemiş olduğu söylenebilir” denilmektedir. Hangi denklem, nasıl işlemiştir? İsrail devletinin başkonsolosu da faşist bir devletin özel kadrosu/görevlisi olarak değil de Yahudiliği üzerinden mi değerlendirilecektir? Bu kavrayış kişiselleştirme değil de nedir? Bugün Netanyahu’ya benzer bir saldırı olsa bu da antisemitizm mi sayılacaktır?
Yazının sonuna doğru “Hamas’ın 7 Ekim pogromu” vurgusu yapılıyor. Gök bunu pogromun anlamını bilerek mi yapıyor? Filistinlilere karşı yıllarca pek çok zeminde ve biçimde uygulanan pogrom söz konusuyken, bu değerlendirmeyle yapılmaya çalışılan şey nedir?
Sonuç yerine
Sınıflar mücadelesinin tarihi boyunca ezilenlerin karşılaştığı sorunlar, ortaya çıkan öğretici pratik ve birikim tüm halklar için ortak değerlerdir. Bu, Kürtler için olduğu kadar Yahudiler ve Filistinliler için de geçerlidir. Marksizm bu alanda doğruluğu kanıtlanmış önermelerin ortaklaşmış adı, öğretisi ve disiplinidir. Eğer amaç bunun reddi ve yerine sınıf siyasetini yok sayan bir bakışın ikame edilmesi ise bu daha açık yapılmalı, Filistin gibi mazlum bir halkın karşısında İsrail gibi dünyanın en zalim ve en kirli devleti savunulur duruma düşülmemelidir.
Daha da önemlisi, bugün dünyada hiç de yazarın dert ettiği boyut ve nitelikte acil bir antisemitizm sorunu yokken, bu canhıraş savunu neden? Filistin gibi haklı bir davayı, İsrail gibi savaş makinasına dönmüş haksız bir devlet karşısında meşruiyeti tartışılır duruma düşürme gayretinin altında yatan neden nedir? Sartre’dan yaptığınız “Antisemitizm bir Yahudi sorunu değil, bizim bir sorunumuzdur” biçimindeki alıntının Nazi Almanyasının Yahudilere yaptıklarının etkisinin henüz soğumadığı bir sürece denk geldiğini bilmiyor olmayacağınıza göre; onu bugüne taşıyıp İsrail’in suçlarını hafifletme çabası olarak da okunabilecek bu gayretinizin nedeni nedir?
Özetle 7 Ekim’den beri yaptıklarınız için; “bu neyin ihtiyacıdır; en kolay empati kurabileceğiniz Filistin halkına karşı bu mesafenin ve negatif duruşun nedeni nedir?” gibi sorular akla gelmektedir. Antisemitizm adı altında bu İsrail savunusunun/seviciliğinin belki bölge coğrafyasında lokal çıkarlara dayalı taktiksel gerekleri olabilir. Ama artık bir küresel savaşa dönüşmüş olan paylaşım savaşının en kirli halkasında yer alan güçlere bugün sorumsuzca verilen bu desteğin yarın ters tepme ihtimali de akılda tutulmalı ve benzer “kaderlere” sahip halklar gündelik çıkar hesaplarına feda edilmemelidir.
Bu bir dost önerisidir; ABD denilince işgal ettiği Vietnam’da üşüyen insanlara uçaklardan zehirli battaniye atması akla gelmelidir. İsrail denilince işgal, etnik temizlik, soykırım, yok sayma ve imha gelmelidir. Ezilenin ezilenle empatisi ve halkların kardeşliği mücadele birliğinin koşuludur; mücadele birliği ise özgürleşmenin anahtarıdır. Bunlar, mücadelenin pratikten süzülmüş doğrularıdır; emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların sahte yakınlıklarına ve taktiksel manevralarına kurban edilmemelidir.
Son söz içinde bir sözümüz de Yeni Yaşam gazetesinedir. Eğer bilgiden ve sorumluluktan yoksun böylesi yazıların içeriğine katılınmıyorsa ya sayfalar açılmamalı ya da bu fark yüksek sesle ifade edilmelidir.
Devrimci Hareket
14 Aralık 2023